Deve ustundeki adamın boyundan daha yuksek duvarlarla cevrilmiş bahcenin icerisinde catılı, bacalı bir ev. Gonule ferahlık veren rengi, altın misali parlayan… Gun ağarmamış daha.

Her zaman olduğu gibi guneşten once uyanıyor evin annesi. Yuzunde huzur, aydınlık… Bir tebessum yuzunde. Guneşten evvel aydınlatıyor evini kadın. Pencereleri acıyor usulca, bereket giriyor eve seherin sukûneti ile.

Sabah namazı cemaatle kılınıyor. Tum insanlar icin uzun uzun dualar ediliyor; her şeye gucu yeten Allah’a. Dilde sessiz aminler, fırtınalar koparıyor yureklerde.

Bakın şimdi kahvaltı sofrasında maaile. Gelin ceyizi bembeyaz bir ortu masada ve ici dışı temiz yiyecekler. Masadaki sohbet mi daha hoş, masa mı, karar veremiyoruz. Her kahvaltı sonrasında, kırk yıl hatırı olanından birer fincan kahve iciliyor.

Guneş goz kamaştırıyor artık. Bu evde yaşayanların ziyaları guneşle yarışıyor.

Bu evde; muhabbetle saygı duyulan bir baba var, eli hamurda, dilinde dua bir sevgili anne, hayallerini gozlerinde ışık ışık gorebileceğiniz genc, kotu soze bile şahitlik etmemiş cocuklar, zor gununde, mutlu gununde eve koşan akrabalar, komşular var.

Buyurunuz gezelim evin icinde:

Başkoşede kocaman bir kitaplık. Boş vakitleri doldurmak icin okunan kitaplar yok raflarda. En guzel vakitleri ayırmaya değecek evladiyelik kitaplar var. Bu sebeple kitaplığın hemen onunde ilim, irfan, edep…

Koltukların uzerinde guven, huzur, fedakÂrlık… Koltuklara bulaşmış dokuz rızık cicekleri, misafirlerden yadigÂr olan. Masada vefa, tevazu; ocağın ustunde şukur, diğerkÂmlık.

Evin her koşesine buram buram sabır sinmiş.




Masal mı anlatıyorum?

Hayır!...

Kırk yıl once ortalama ev hÂli değil miydi bu?

Olcup bicelim, tartıya koyalım, yuzde ellisi de mi yoktu evimizde?




Bayrama tatil, tatile tembellik demediğimiz zamanlarda. Gundemi takip etmek icin on beş dakika kÂfiydi hani bir zamanlar. Dunyada hic iyi bir şey yokmuş gibi, bultenler kara haberleri ısıtıp ısıtıp sunmuyorlardı akşam sofralarımıza. “Dunyanın civisi cıkmış zaten.” Diyerek bicare hissetmiyorduk kendimizi. “Allah’tan umit kesilmez.” deyip eğriyi duzeltmeye calışıyorduk gucumuz nispetinde.

Reklamlar ’’tukettiğin kadar değerlisin’’ diye avazı cıktığı kadar bağırmıyordu. “Sen daha iyisine layıksın”ı fısıldamıyordu diziler.

“Sadece kendini duşun” programları yoktu; bu cumle kulağımıza bile ağır geliyordu. Bencillik imkÂnsızdı bizim icin.

Depresyon ve cocuk kelimeleri yan yana duşmemişti satırlarda. Olumu, edepsizliği, korkuyu sıradan gosteren oyun taklitleri, cizgi filimler yoktu. Sokak oyun yeriydi, tum cocuklar korunup kollanırdı. Zorbalık yapan cocuğun kulağını babası cekerdi.

Hayırlı laflar ediyorduk ya! Bugune, geleceğe dair… İyilere, iyiliklere tum kalbimizle inanıyorduk.

Evin babasına “banka”, anneye “hizmetci”, gence “atarlı” gozuyle bakılmıyordu hani. Cocuğuna “ayak bağı” diyen anneler yoktu daha. Baba “adam” demekti. Anne deyince “cennet” gelirdi aklımıza, genc deyince “ideal”.

Cocuk emanetti, inci tanesiydi.


Evde herkes diğerinin en aziz misafiriydi. Faniydi dunya, zordu yaşam ve sığınaktı yuva. Nefes alıyorduk pabuclarımızı cıkarıp eve adım atınca. Evden cıkana “gule gule” denirdi. Gulmeler yansırdı, candan cana.

Evde kalanlar Allah’a ısmarlanırdı bir vakitler. Kalabalık şenlikti, yalnız olayım kafamı dinleyeyim ihtiyacı hasıl olmazdı pek.

Para gecimlik demekti. “Gecimlik” ihtiyacımızı karşılayacak kadar para ederdi. Zenginlik, daha cok insana yardım etme hayaliydi. Para, ahlaktan sonra konuşulurdu evlerde.

Tum dolapları taşırmamıştık daha. Bir mevsime iki kat elbise yetiyordu. Beğenilme ihtiyacımızı tatmin etmek icin cula caputa sığınmıyorduk. Delikanlılık kriterleri, hanımefendilik olculeri vardı. Erkeğe edep, kadına hay cok yakışıyordu. “Ahlakı guzel” e doyulmuyordu bir omur.

İki metre derin dondurucumuz yoktu. Tazelik stoklanmaz, paylaşılırdı. Elimizin ayarını bir tabak fazla kacırmak adettendi.


Ev taşıyana, doğum yapana, pekmez kaynatana yardıma koşmak sıradandı. Komşu teyze mutfak robotundan daha lezzetli doğruyordu konservelik domatesleri.

Dedikodu edecek, kıskanacak, depresyona girecek vaktimiz olmazdı. İş coktu, calışmak ibadet. Semaverde cay, beştaş, cekirdek başında toplanırdık, stres kacıverirdi.

Ustun vasıflarımızı, tatillerimizi afiş yapmıyorduk. Yediğimiz yemeğin ismini soylemeden once “soylemesi ayıp” derdik. Dunyadan bihaber yavrularımızı tum dunyaya gostermiyorduk.

“Ev” eşittir “mahrem” der, noktayı koyardık. “Sınır” diye bir şey vardı ilişkilerde.

Eşyalar değil insanlar yaşıyordu ya evlerde. Yetmiş metrekarede, misafir cocuklarıyla oyun oynardık. Anneler, cocuklarından, misafirlerinden daha kıymetli addettikleri mobilyalara sahip değillerdi.



Eskiden boyleydi; lakin yuzyıllar once değil!
Ne dersiniz sizin evinizde?
Neden olmasın?

Bakın gokyuzu hala mavi, ağaclar yemyeşil, karıncalar ve arılar bile hicbir şeyden vazgecmiş değil. Siz de vazgecmeyin!

Calışmaktan ,huzurdan, muhabbetten, cemaatten… Mutlu bir ev hayalinden.



“İnsan” evde yetişiyor. “Ev” duzelirse “insan”, insan duzelirse “dunya” duzelir; biliyoruz.



Neden cennet misali bir yuvamız olmasın?



Eşimizle el ele verip cocuklarımıza gulumseyerek niyet edelim.

Karardığı gibi aydınlansın gok kubbe!

Eskisi gibi guneşten once doğalım yeryuzune!

Cirkinleştiği yerden guzelleşsin dunya… “İnsan” yetiştiren evlerden.


Diyanet Aylık Dergi / Kultur - Sanat - Edebiyat / Haziran 2017

__________________