Her insan, kendi onuruyla ve kendisine bahşedilen ozgurlukler cercevesinde, en iyi şekilde yaşama hakkında sahiptir. İnsan olmak, insan haklarının ve sorumluluklarının temelidir. Bu durum İslam hukukunda, “el-‘İsmetu bi’l-Ademiyye” ilkesiyle ifadesini bulmaktadır. Yani her insan, yaratılışları ve yaratılışlarından gelen cinsiyet, din, dil, renk ve ırk gibi hususlarda farklılıklar da olsa, insan olması itibariyle dokunulmazdır.


Allah, kÂinatta sayısız denebilecek ceşitlilikte varlık turu yaratmıştır. Ancak bu varlık turleri arasında insanın yeri başkadır. İnsan ruh ve beden kabiliyetleri ile Allah’ın yarattığı en mukemmel ve en ustun varlıktır. (bkz. İsra, 17/70.) Bazı yonleriyle diğer varlıklarla ortak ozellikler gostermekle birlikte, insanı diğer varlıklardan ayıran pek cok nitelikleri vardır.

İnsan, yalnızca kendisine kulluk etsin diye (ZÂriyÂt, 51/56.), Allah’ın yeryuzunde kendine halife olarak (Bakara, 2/30.) en guzel bir bicimde (Tin, 95/4.) yarattığı, goklerde ve yerde ne varsa hepsini hizmetine verdiği (Lokman, 31/20.), dağların ve yerlerin taşıyamadığı emaneti yuklenen (Ahzab, 33/72.) şerefli ve onurlu bir varlıktır.

Dağların ve yerin taşıyamadığı emaneti taşımayı kabul eden insanın, bu emaneti taşımaya ehil hÂle gelebilmesi icin Allah (c.c.), ona akıl, şuur, irade, mulkiyet vb. bahşetmiştir. Bu nedenle insan sırf yaradılış gayesi ve ozellikleriyle her turlu hurmete ve saygıya layıktır. Yunus Emre, “yaratılanı severim yaratandan oturu” sozuyle bu durumu veciz bir şekilde ifade etmektedir. İşte bu nedenle, her insan, kendi onuruyla ve kendisine bahşedilen ozgurlukler cercevesinde, en iyi şekilde yaşama hakkında sahiptir. İnsan olmak, insan haklarının ve sorumluluklarının temelidir. Bu durum İslam hukukunda, “el-‘İsmetu bi’l- demiyye” ilkesiyle ifadesini bulmaktadır. Yani her insan, yaratılışları ve yaratılışlarından gelen cinsiyet, din, dil, renk ve ırk gibi hususlarda farklılıklar da olsa, insan olması itibariyle dokunulmazdır (Recep Şenturk, “Onsoz”, Medeniyet ve Değerler, ed.: Recep Şenturk, İstanbul: İTO, 2013, s. 26.) ve dokunulamaz haklara sahiptir.

Modern zamanların bir kavramı olarak on plana cıkan ve yanlış bir şekilde Batı merkezli bir anlayışa dayandırılan temel insan hakları, en geniş ve gercekci bir şekilde anlamını İslam’da bulmaktadır. Nitekim modern Batı hukuk sistemleri icerisinde insan hakları, hakların sayısının artması ve haklardan yararlanacak kesimlerin genişlemesi gibi alanlarda bir tekÂmul gecirerek ilerlemiştir. Ancak İslam’da insan hakları anlayışı evrenseldir ve boyle bir evrimden gecmemiştir. İnsana insan olduğu icin hak tanıyan ilk hukuk sistemini Kur’an ve sunnetten hareketle Muslumanlar ortaya koymuşlardır. (Şenturk, İnsan Hakları ve İslam, İstanbul: Etkileşim Yay., 2006, ss.120,123.)

Hz. Peygamber’in Medine’de farklı inanc mensupları ve etnik gruplarla yaptığı Medine Sozleşmesi başta olmak uzere, hayatı boyunca etrafındaki insanlara karşı davranışları, farklı inanc gruplarıyla ve toplumsal sınıflara mensup insanlarla ilişkileri ve bu konudaki tavsiyeleri, insan hakları acısından buyuk oneme sahip olan belge ve uygulama ornekleri olmakla birlikte, onun risaleti boyunca ortaya koyduğu uygulamaların hasılı ve teorik cercevesi mahiyetinde olan Veda Hutbesi, insan hakları acısından en onemli belgedir. (bkz. Şenturk, “İnsan Hakları” mad., TDV İslam Ansiklopedisi, c. 22, s. 328.)

Veda Hutbesi, -mustakil bir insan hakları beyannamesi olarak nitelendirilmese de- butun insanlara yonelik olarak temel insan haklarını iceren evrensel mesajların verildiği bir vesikadır. Bu anlamda, temel insan hakları duşuncesinin oluşmasında ve benimsenmesinde onemli bir adım olmuştur.

Veda Hutbesi’nde temel insan hakları


Temel hak ve hurriyetler; insan icin vazgecilemez olan, insanın insan olması hasebiyle sahip olduğu ve istifade edebileceği haklardır. Bu haklar, kişinin maddi ve manevi varlığı ile birinci derecede ilgilidir. Ayrıca bu grupta yer alan haklar, diğer hak ve hurriyetlerin kullanımı icin de zorunlu olan haklardır. (Servet Armağan, İslam hukukunda Temel Hak ve Hurriyetler, Ankara: D.İ.B. Yay., 2006, s. 97.)

1. Yaşama hakkı

Her bireyin yaşama hakkı vardır. Doğuştan sahip olunan haklardan biri olan hayatın dokunulmazlığı ve yaşama hakkı tum insanlar icin zorunlu bir haktır. Zira yaşama hakkı elinden alınan bir kişinin başka haklara sahip olması soz konusu değildir. İslam da, insanlar arasında din ayrımı yapmaksızın bu konuda kurallar oluşturmuştur. Veda Hutbesi’nde bu durum

“Ey insanlar! Bu gunleriniz nasıl mukaddes bir gun, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise canlarınız, mallarınız, namus ve şerefiniz de oylece mukaddestir, her turlu tecavuzden korunmuştur.”
(Ahmed b. Hanbel, Musned, tahk. Komisyon, Muessesetu’r-RisÂle, 2001, XXXIV, 299; Muhammed Fuad Abdulbaki, Muttefekun Aleyh Hadisler, (cev. Abdullah Feyzi Kocaer), Huner Yayınları, Konya, s. 450.)


şeklinde ifadesini bulmuştur. Bu cumlelerden hayatın dokunulmazlığı prensibinin olduğu sonucuna varılır. Kur’an-ı Kerim’de

“Haklı bir sebep olmadıkca Allah’ın oldurulmesini haram (yasak) kıldığı cana kıymayın…”
(İsra, 17/33.)


buyrulmaktadır. Yani birtakım hu kuki sebepler dışında insanların canları dokunulmazdır. Zaten bu hukuki yetki de tamamen devlete verilmiştir. Kişilerin boyle bir ceza vermesi mumkun değildir.

Bireyin doğuştan sahip olduğu haklardan biri belki de en onemlisi yaşam hakkıdır. Irkı, rengi, dili, cinsiyeti ne olursa olsun tum insanların hayat hakkının olduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 3. Maddesinde de vurgulanmaktadır. Tum insanların hayatı kendi hayatımız gibi kutsal ve dokunulmazdır.


2. Mulkiyet hakkı


Mulkiyet, insanın bir mala, bir nesneye ve bir eşyaya sahip olmasını ifade eder. Mulkiyet hakkı ise insanın sahip olduğu şeyleri kullanma yetkisi ve sorumluluğudur. (İsmail Doğan, Modern Toplumda Vatandaşlık Demokrasi ve İnsan Hakları, Ankara: PegemA, 2007, s.70.) İslam ozel mulkiyeti, kişilerin mal mulk sahibi olmalarını, helal kazanc, hibe, miras gibi meşru yollardan elde edilmiş olmak şartıyla caiz gormuş ve mulkiyet hakkını korumak icin tedbirler almıştır. Mal edinme ve muhafaza da en onemli haklardan biridir. Hz. Peygamber de Veda Hutbesi’nde “…mallarınız... oylece mukaddestir, her turlu tecavuzden korunmuştur.” buyurarak insanın mulkiyet hakkına sahip olduğunu, meşru olculer icerisinde dilediği gibi mal edinme ve bu malı tasarruf etme hakkına sahip olduğunu ve haksız yere elinden alınamayacağını vurgulamaktadır. Mulkiyet, İslam dininin caiz gorduğu calışma, miras ve ticaret gibi meşru bir yoldan edinilmiş olmalıdır. Bu nedenle, hırsızlık, kumar, ruşvet, ihtikÂr ve tefecilik gibi İslam’ın meşru saymadığı yollardan mulk edinmek caiz değildir. (Armağan, İslam hukukunda Temel Hak ve Hurriyetler, s.178.) İslam’da hırsızlığın yasaklanması ve buna verilen cezalar da aslında malın korunmasına yonelik tedbirlerdir. Nitekim Kur’an’da;

“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla (haram yollarla) değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yiyin.”
(Nisa, 4/29.)


diye buyrularak mulkiyet hakkı garanti altına alınmış ve kişinin mulkiyet hakkına tecavuz yasaklanmıştır.

3. İffet/namus dokunulmazlığı


Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde vurguladığı “…namus ve şerefiniz de oylece mukaddestir, her turlu tecavuzden korunmuştur.” ifadesi ile ırz ve namusun dokunulmaz olduğunu acık bir şekilde ortaya koymaktadır.

İnsanların sahip olduğu dokunulmazlıklardan biri de ırz ve namus kavramlarıdır. Irz, başkaları tarafından saygı gosterilmesi gereken iffet ve şeref; namus ise edep, hay ve iffet şeklinde tanımlanmaktadır. (Mehmet Doğan, Buyuk Turkce Sozluk, İstanbul: İz Yayıncılık, 1996, ss. 510, 831.) Kişinin ozel hayatı ile ilgili tecessus, gizli hallerinin araştırılması, aile ici ilişkileri ve aile hayatına ilişkin sırların ifşa edilmesi gibi hususlar haram kılınmış ve yasaklanmıştır. Hz. Peygamber konuyla alakalı bir hadis-i şerifinde;

“Kim malını, canını, dinini, ırz ve namusunu korumak icin mucadele ederken oldurulurse o şehittir.”
(Buhari, Mezalim, 33.)


buyurarak, bunları koruma noktasında aile bireylerine meşru mudafaa hakkı tanımıştır. Bu acıklama, can, mal, ırz ve namus gibi hususiyetlerin insan icin ne kadar onemli ve dokunulmaz olduklarının bir gostergesidir.

4. Eşitlik hakkı


Eşitlik, insan onuruna yaraşan ve bireylere mutlaka sağlanması gereken bir nimettir ve en onemli haktır. Bu hakka insanlar ancak asırlar suren kan ve gozyaşlarıyla dolu mucadelelerden sonra kavuşabilmiştir. İlk Cağ tamamen, Orta Cağ ise, buyuk kısmı itibarıyla eşitliğin değil, eşitsizliğin hÂkim olduğu devirlerdir. Hatta XX. asrın başlarında Amerika gibi uygar devletlerde bile ırk ayrımı, yani siyah-beyaz ayrımı yapılmıştır ve pek cok ulkede hÂl devam etmektedir. (Armağan, İslam hukukunda Temel Hak ve Hurriyetler, s. 33.)

Genel manada eşitlik, insanlar arasında ırk, dil, renk, cinsiyet, duşunce ve din sebebiyle ayırım yapmamaktır.

İslam’da tum insanlar, insan olmaları hasebiyle eşittir. Hic kimsenin kimseye bir ustunluğu yoktur. Ustunluk konusunda tek olcut takvadır. Bu durum Kur’an’da şoyle ifade edilmektedir:

“Ey insanlar! Şuphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız icin sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en cok sakınanınızdır. Şuphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.”
(Hucurat, 49/13.)


“Ey insanlar! Rabbiniz bir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’in cocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah katından en değerli olanınız, O’na en cok saygı gosterip, emirlerine uyanınızdır. Arap’ın Arap olmayana bir ustunluğu yoktur. (Eğer varsa) bu, ancak takva iledir...” Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde ifade ettiği bu veciz sozler, butun insanların yaratılış itibarıyla ve insan olmaları hasebiyle birbirlerine eşit olduklarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Yine Hz. Peygamber’in, bir başka hadisinde;

“İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittirler.”
(Acluni, Keşfu’l-Hafa, Hadis no: 2847.)


buyurması, bu yargıyı percinlemektedir.

İnsanlar aynı zamanda kanun onunde de eşittirler. Bundan maksat, insanların hukuki munasebetlerde, yani haklardan istifade ve yukumlulukleri ifada eşit olduklarını kabul etmektir. Yani renk, dil, cinsiyet, siyasi duşunce, felsefi inanc sebebiyle insanlar arasında ayırım yapılamaz. Nitekim Kureyş’ten asil bir kadın hırsızlık yapmıştı. Bu durum ailesine ağır gelmiş ve cezasını affettirmek icin bir yol arıyorlardı. Sonunda Rasulullah’ın dostu Usame’yi elci olarak gonderdiler. O, durumu arz ettikten sonra, Hz. Peygamber bundan hoşlanmamış ve

“Sizden onceki milletlerin helak olmalarının sebebi şudur ki; iclerinden şerefli birisi hırsızlık edince onu bırakır, cezalandırmazlar; zayıf birisi hırsızlık edince ona el kesme cezası uygularlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma da hırsızlık etse, şuphesiz onun da elini keserdim.”
(Muslim, Hudud, 8.)

buyurmak suretiyle herkesin kanun onunde de eşit olduğunu ifade etmiştir.

Allah (c.c.) insanı şerefli ve ustun bir varlık olarak yaratmış ve ona insanca yaşayabilmesi icin her turlu hak ve sorumluluğu kendisine tanımıştır. Veda Hutbesi, hem insanın kendisinin sahip olduğu temel hak ve hurriyetleri, hem de başkalarının hak ve hurriyetlerinin korunması ve hak tecavuzu yapılmaması icin insanlara yol gosteren muhteşem bir manifestodur. Veda Hutbesi’nde, bu yazının kısıtlı cercevesi icerisinde ancak birkacını sunabildiğimiz temel insan hak ve hurriyetlerinin dışında cok daha fazlasını bulmak mumkundur.

Diyanet Aylık Dergi / Haziran 2017

__________________