İslam’ın en temel kavramlarından birisi olan “hak” ve coğulu olan “hukuk”, sanıldığı gibi sadece yargı ile ilgili bir kavram değildir. Bu kavramın, inanctan ibadete, hukuktan ahlaka, kulturden medeniyete kadar uzanan oldukca geniş bir anlam yelpazesi bulunmaktadır. Bu yazımızda biz, hak kavramının oruc ibadeti ile ilgisi uzerinde durmaya calışacağız.

Bilindiği uzere İslami oğretide Hak, “Hakkullah” ve “Hakku’l-IbÂd” olmak uzere ikiye ayrılır.

Birincisi Allah ile insan arasındaki hakları; ikincisi ise, insanın diğer insanlarla olan hukukunu ifade eder.

İslam duşuncesinde “kul hakkı” diye ifade edilen cerceve, aslında modern dunyada kullanılan “İnsan Hakları” şeklindeki kullanımdan daha kapsamlıdır. Zira “kul hakkı”, dikey olarak “Allah” ile “kul” arasındaki hukuka işaret etmektedir. Oysa “İnsan Hakları” kullanımında işin dinî, ilahî boyutu soz konusu edilmemektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in belirttiğine gore ;

“Allah’ın kulları uzerindeki hakkı, kendisine hicbir şeyi ortak koşmamaları ve O’na ibadet etmeleri; kulların Allah uzerindeki hakkı ise kendisine ortak koşmayan kimselere azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır.”
(Muslim, ÎmÂn, 4; Ahmed b. Hanbel, Musned, V, 239.)

“Kul hakkı” kullanımı, aynı zamanda yatay olarak kullar arası yani insanlar arası hukuku da icermektedir. Burada da “İnsan Hakları” kullanımında bulunmayan “uhrevi boyut”un da altı cizilmektedir. Sozgelimi sekuler hukukta, delil, ispat, şahit bulunmazsa herhangi bir hak ihlali yapanın yanına kÂr kalacaktır. Oysa İslam ahiret inancına gore, şayet boyle biri bu dunyada yargıya yakalanmasa, “Mahkeme-i Kubra” diye nitelenen, şahidin, delilin, aracılığın hicbir işe yaramayacağı gunde, ilahî adalet ile yargılanacak, boylece ne “kul hakkı”, ne de “insan hakkı” goz ardı edilecektir.

Boylesine derin bir anlayışı Muslumanlara oğreten Allah Rasulu (s.a.s.), dunyada yapılan haksızlıkların ahirete bırakılmasını oldukca ağır bir sorumsuzluk orneği olarak gorur ve bu duruma duşen kimseyi “muflis” benzetmesi ile anlatır:

“Asıl muflis, kıyamet gununde kıldığı namaz, tuttuğu oruc ve verdiği zekÂtla gelir. Ancak dunyada iken şuna sovmuş, buna iftira atmış, otekinin malını yemiş, berikinin kanını dokmuş, bir başkasını da dovmuştur. (İhlal ettiği bu hakların karşılığı olarak) iyiliklerinden alınıp hak sahiplerine verilir. Şayet hesabı gorulmeden iyilikleri biterse, mağdur ettiği insanların gunahlarından alınarak bunun uzerine yuklenir, sonra da cehenneme atılır.”
(Muslim, Birr ve Sıla, 59.)


Allah Rasulu’nun bu uyarısından anlaşılmaktadır ki, kişinin “kul hakkı” yemesi, dunyada iken hak sahibiyle helalleşmemesi durumunda yaptığı ibadetlerini zayi etmesi anlamına gelmektedir. Nitekim Hz. Peygamber, insanların karşılıklı olarak birbirlerinin haklarına riayet etmelerini, yapılan haksızlıkların dunyada iken telafi etmeleri gerektiğini vurgular:

“Kim kardeşine haksızlık etmişse, onunla helalleşsin…”
(Buhari, RikÂk, 48.)


Zira ilahî adalet gereği kıyamet gunu geldiğinde Allah Teala boynuzsuz koyuna eziyet eden boynuzlu koyundan bile hesap soracaktır. (Muslim, Birr ve sıla, 60.)

Şu halde, namaz, zekÂt, sadaka, oruc, hac, umre ve kurban gibi ibadetlerin once kabulu, sonra da muhafazası “kul hakkı” denilen bir on şarta bağlıdır. Calma, aldatma, gasp, haksız olarak zimmete gecirme vb. yollarla elde edilen haram kazancla yapılan ibadetlerin kabulu mumkun değildir. Hırsızlık yaparak yedikleriyle oruc tutan, ruşvetle, tefecilikle elde ettiği gelirle hacca giden, yolsuzluk yaparak devşirdiği servet ile kurban kesen kimselerin bu ibadetleri Allah nezdinde kabul gormeyecektir. Nitekim Hz. Peygamber bir vesile ile ashabına şoyle hitap etmiştir:

“Ey insanlar! Allah temizdir ve ancak temiz olanı kabul eder. Allah, peygamberlerine emrettiği şeyi size de emretmiştir: “Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyiniz ve iyi ameller işleyiniz. Doğrusu ben, sizin yaptığınız şeyleri tamamen bilirim.”
(Mu’minûn, 23/51.)


Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin.”
(Bakara, 2/172.)


Sonra uzun yollardan gelip toza toprağa karışan ve ellerini semaya uzatıp:“Ya Rabbi, Ya Rabbi!” diye dua eden bir adamdan bahsetti. HÂlbuki bu adamın yediği haram, ictiği haram, giydiği haram, vucudunda taşıdığı gıdası haram! Allah onun duasına ne diye icabet etsin?” (Ahmed b. Hanbel, Musned, XIV. 90.)

İslam ahlakındaki durum bu olunca, oruc ibadetini yerine getirenler, her şeyden evvel, “imsak” yaparak oruca başladıklarında, sadece yemekten icmekten değil, haram yemekten, haram kazanctan, kul hakkından el cekeceklerdir. Haram bir lokma ile nasıl iftar ve sahur yapamayacaksa, iftar ve sahur sofrasına da haram kazanc taşıyamayacaktır. İmsak sonrası helal kazancını yemekten el ceken oruclu, gun boyu, ramazan boyu ve sonrasında da sene hatta omur boyu haram yemekten, kul hakkı yemekten kesin bir bicimde uzak duracaktır. Boylece “kul hakkı” bilinci ile hareket eden bir mumin, oruc ibadeti ile “hak” kavramı arasındaki bu sıkı ilişkiyi gorerek helal-haram hassasiyeti gosterecek, neticesi itibariyle her turlu haksızlıktan ve ahlaksızlıktan uzak kalmaya gayret edecektir.

Her yonuyle Muslumanlar icin ornek ve olcu olan Allah Rasulu, Allah’a karşı ibadet ve taat amacıyla da olsa, hicbir hakkın ihmal ya da ihlal edilmesini hoş gormemiştir. Hak ve hakkaniyet konusundaki titizliği gereği rahmet elcisi, kişilerin, kendilerine de haksızlık yapmalarına izin vermemiştir. Nebevi oğretideki “hak” anlayışının, oldukca farklı bir boyutunu dile getiren Allah Rasulu (s.a.s.) kendisini ibadete vererek dunyadan el etek cektiğini duyduğunda, ashabından cok sevdiği Osman b. Maz’un’a şoyle buyurmuştur:

“Bedeninin senin uzerinde hakkı vardır. Ailenin senin uzerinde hakkı vardır. Misafirinin senin uzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin uzerinde hakkı vardır…”
(Ahmed b. Hanbel, Musned, XI. 452; Ebu Davud, Tatavvu’, 27.)


Aynı şekilde peş peşe oruc tutan, geceleri de surekli namaz kılan Abdullah b. Amr’a da şu uyarıyı yapar:

“Aman boyle yapma. Cunku senin uzerinde gozunun hakkı var, nefsinin hakkı var, ailenin (eşinin) hakkı var.”
(Muslim, Sıyam, 186.)


Hz. Peygamber’in yukarıdaki uyarıları, ibadetlerde aşırılığa kacarak eşlerin ve misafirlerin hukukunun yanı sıra, ibadet yapanın beden sağlığını korumayı da amaclamaktadır. Elbette buradan bizim de alacağımız dersler bulunmaktadır. Bırakın nafile ibadetleri, ramazan orucu gibi farz olan ibadetleri ifa ederken de bu hususların korunması gerekmektedir. Zira oruc, her ne kadar belli saatlerde bazı helallere sınır getirmekteyse de, eşler ve kardeşler arası hukuku askıya almamalıdır. Keza, hadisteki surekli oruc tutmaktan dolayı takatsiz kalan bu zahit sahabiye yonelik “bedeninin senin uzerinde hakkı vardır” şeklindeki uyarıyı, bugun iftar ve sahurlarda oruclunun beden sağlığına zarar verecek şekilde aşırı yiyip icmesini veya yanlış beslenmesini de kapsamaktadır.


Butun bu anlatılardan hareketle soyleyebiliriz ki, İslam duşuncesindeki “hak” anlayışı, bizi yaratan Allah’ın hakkından başlayıp, başta insanlar olmak uzere hayvanlar dÂhil tum mahlukatın hakkına karşı duyarlı olmayı zorunlu kılmaktadır. Bu anlayışa gore, “kul hakkı” denilen hassasiyet, din, dil, ırk, renk ve mezhep ayrımı yapmaksızın tum insanların hukukunu ciğnememeyi, hic kimseye karşı haksızlık yapmamayı gerektirmektedir. Elbette bu noktada Muslumanlar arası ozel hakların, bilhassa bir arada yaşamanın tabii sonucu olarak eşler arası hukukun onemi ve onceliği tartışılamaz. Ayrıca gunumuzde modern hayatın yoğunluğu icerisinde ancak arta kalan zamanın zar-zor ayrıldığı ciğerparelerimiz olan cocukların ve torunların hakları asla ihmal edilmemelidir. Ve nihayet, muminler yaşam tarzlarını, alışkanlıklarını, aşırılıklarını ramazan ve oruc vesilesiyle yeniden gozden gecirmeli ve “nefsinin, bedeninin, gozlerinin” ve diğer organlarının da hakkını korumalı, her turlu ifrat ve tefritten uzak durmalıdır. Boylece ramazan ve orucu, “Her hak sahibine hakkının verildiği”, hak, hukuk ve hakkaniyet olculerinde muminleri hakka ve hakikate ulaştıracak hakiki bir mana iklimine donuşebilsin…

Diyanet Aylık Dergi / Haziran 2017

__________________