“Andolsun zamana ki, insan gercekten ziyan icindedir.
Ancak, iman edip de salih amelleri işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Onlar ziyanda değillerdir.)”
(Asr, 103/1-3.)


Zaman diye bir olgunun icine doğuyoruz ama onu tanımlamaktan bile aciziz. Yapılan tanımların her biri kendince ve işi bir tarafından tutuyor. Yaşayıp hissettiğimiz ama “şudur” diyemediğimiz bir muamma zaman. Evrenin hareketlerine bağlı itibari bir algıdır, diyenler de var; yaratılmış ve gercekliği olan bir şeydir diyenler de. Durum ne olursa olsun kesin olan şu ki, insan zaman ile zorunlu bir ilişki yaşıyor ve bu ilişkiyi duzenleme sorumluluğu da kendi omuzlarında. İnsanın hayatı bu konudaki başarısı oranında anlam kazanacak.

Kur’an genel olarak zamana (asr) yaptığı vurgudan başka, zaman icinde yaşanan yıl, ay, gun, saat gibi genel adlarıyla “vakit” dediğimiz başı sonu belli sureclere de merkezî bir konum verir. Kulli bir mahiyet arz eden zaman kÂinata sindirilmiş ilahî azamete işaret ederken, zaman icinde yer alan vakit olgusu insan hayatına şekil vermesi planlanan nizamın yapı taşı olarak rol oynar. Omur dediğimiz surec, zamanın urunu olan vakit kavramı sınırları icinde yaşanır. Bir bakıma vakit, ilahî kudretin, “urun”e donuşturmemiz icin bize emanet ettiği ham maddedir.

Mesajın temel vurgusu ise Asr suresi ikinci ayetinin iceriğini oluşturan “İnsan gercekten ziyan icindedir.” cumlesi ile yapılmıştır. Bu yargı insan icin oylesine onemli bir gerceği yansıtmaktadır ki dikkate alınmaz ve gereği yapılmazsa geri donuşu olmayan bir yola girilmiş, mutlak ziyan icine duşulmuş olacaktır.

Surenin yeminle başlaması bu konuya dikkat cekmeyi amaclarken, yeminin asır/ zaman uzerine yapılmış olması da haber verilen ziyanın zaman ile ilgili olacağına işaret etmektedir.

“İnsan gercekten ziyan icindedir.”
(Asr, 103/2.)


cumlesindeki genel ifadeden, ucuncu ayette ayrı tutulanlar dışında herkesin bu mutlak ziyan olgusunu yaşayacağını, bu hukmun butun zamanları kapsadığını ve bunun değişmez bir kural olduğunu anlıyoruz.

“Ancak, iman edip de salih amelleri işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Onlar ziyanda değillerdir.)”
(Asr, 103/3.)


anlamındaki ucuncu ayetin işaretinden ise bu mutlak ziyanın tevhit inancından uzak olmak, dolayısı ile onun gerektirdiği salih amelleri işlememek sebebiyle gercekleşeceği anlaşılıyor. Aynı şekilde ayet, omur adıyla emanetimize bırakılmış olan zaman dilimini ilahî iradeye uygun bir hayatla değerlendirmenin, bu ziyana uğramaktan kurtulmanın tek yolu olduğunu bildiriyor. Salih ameller ise, kulluğa layık olmamızı sağlayacak ibadet eylemlerinden, bizi hayat, cevre ve toplumla barışık kılacak yapıcı, verimli faaliyet, tutum ve davranışları iceren geniş bir daire oluşturur. Zamanı yonetebilmek salih amel yolunda başarıya ulaşmanın temel şartıdır.

Zaman fiilî gercekliğini, evrendeki varlıkların hareketlerinin nispeti ile kazanır. İnsan hayatı acısından zamanın gercekliği ise, daha pratik bir alt yapıya sahiptir: İnsan, icinde yaşadığı zaman surecine yapıp etmeleri ile bir şekil vererek kendi hayatını ve olayları duzenler. Bu konuda aktif ve etkili olabildiği olcude zamanına hÂkim olmuş demektir. Zamanın nesnesi olmakla oznesi olmak arasındaki fark burada yatar. Hayatın rengi, tadı ve kokusu sizin dunya goruşunuzu yansıtıyor, değerlerinizi korumuş olarak rahat rahat soluyacağınız bir hava bulabiliyorsanız zamanı ozunden yakalamışsınız demektir.

İnsanın ziyana uğraması, zamanı yonetmek yerine zaman tarafından yonetilmesi devamında ortaya cıkar. Zamanın yonettiği insan planlı bir hayat anlayışından yoksundur ve bu sebeple “zaman dışı bir hayat” yaşar. Uretemez, uretimsizliğin sermayesi hÂline gelir. Bu surec icinde dakika ve saniyeler hızla tuketilirken kişi de “tukenir” ve omur suresi bitmeden zaman tukenir, kişi yaşayan bir oluye doner.

Asır suresinde temel mesaj, zamanla ilişkileri noktasında ziyana duşmeyen kimseler uzerinden verilmektedir. Bunların temel niteliği iman etmiş olmak kaydıyla hayat sureclerini salih ameller işlemek, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederek değerlendirmektir.

İnsanı Allah’a kul yapan ilkelerden habersizce bir hayat surmek ise omru ziyan etmektir.

Dunya- ahiret dengesinin bozulduğu her yerde ziyan olgusu bir boyutu ile mutlaka vardır. Bu durum da “dunyayı duzene koyma” cabasının olum otesine hazırlık yapmayı unutturması ile yaşanır. Kur’an’ın insana, ozelikle mumine yaptığı cağrı boyle bir tuzağa duşmemek yonundedir. (Nur, 24/36-37.) Nihai mutluluğu, ilahî ilkeleri dikkate alarak bu tuzağa duşmeyip hayat yolculuğunu itaatle gecirenler yaşayacaktır. Bu dile getirdiği yolculuğun nasıl katedileceğine dair butun detaylar Kur’an ve sunnette verilmiştir. Asr suresinin yanında, zamanı heba etme konusunda insanın yaşadığı yaygın zaafı Hz. Peygamber (s.a.s.) de cok acık ve net ifadelerle ortaya koymuş, insanların coğunun zaman konusunda aldanış icinde olduklarına dikkat cekmiştir. (Tirmizi, Zuhd, 1.)

İyi bir Muslumanın yaşadığı hayat, Rahman’a ulaştıran kesintisiz bir sureci ifade eter. Ziyana uğrayanlar ise karşılarında “kendi elleriyle yaptıklarını” bulacaklardır. (İnşikak, 84/6.) Bu hassasiyetin yaşandığı İslam toplumunda zaman bizzat hayat olarak, alınıp satılması, biriktirilmesi ve devredilmesi mumkun olmayan bir değer olarak algılanmıştır.

Hayatın sermayesi olarak zaman “dirhem ve dinar”dan daha cok ihtimam gormuştur. “Batı’nın aceleci, telaşlı insan tipi ile İslam’ın mutevekkil insanı arasında iki fark vardır. Birincisi, vaktin kurbanı iken, ikincisi vakti tasarrufu altına alır. Birincisi, doğal vakitleri -dolayısıyla zamanı- unutmuş olarak boyuna donen carklara yetişmek kaygısıyla telaşlı bir yaşama ortamına germişken, ikincisi vakti tasarrufunun remzi olarak saati icat etmiştir.” (Rasim Ozdenoren, Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı?, İz yayıncılık, 4. Baskı, İstanbul 1999, s. 189.) Ne var ki cizilen bu tablo artık gunumuz Muslumanı icin ozlem kaynağı bir durumdan başka şeyi yansıtmıyor.

Gunumuz Muslumanı geride kalan o ornek zamanların ruhunu taşımaktan uzak bulunuyor. Gunumuz Muslumanı zaman yonetimi zaafını ağır bir şekilde yaşamaktadır. Zamanı yonetmek, onda cereyan eden olayların akışına kapılıp gitmek yerine, o olaylara yon verecek irade, plan ve etkinliklerin oznesi olmak; ahlakı, kulturu, sanatı, ekonomisi ile onun ruhunu uretmek gerekmektedir. Muslumanların yaşaya geldiği son uc asırlık ziyan ve husran heyelanı, bu konuda iliklere kadar işlemiş bir acizlik ve cozulmuşluk hÂlinin gostergesidir.

Zamana teslim olmanın en acık orneği onu ilahlaştırmaktır. Her şeyin oznesi olarak gorduğunuz zamanın elinde kendinizi masum ve caresiz hissedersiniz, her şeyi “zamana bırak”ırsınız ve bundan hoşlanırsınız. Gercekte bir kacıştır bu, insanın kendi iradesinden ve haysiyetinden kacışıdır. Cahiliye Arap’ının, maruz kaldığı olumsuz olaylar karşısında sucu zamana yuklemesi bu kacışın damgasını taşır. (bk. Muslim, Kitabu’l-elfaz mineddehri ve gayriha, 1.) Sahabiler ise aksine zamanlarını Asr suresi bilinci ile değerlendirme gayretinde idiler. Bu konuda bir hatırlatma olmak uzere, birbirlerinden ayrılırlarken Asır suresini okurlardı. (Taberani, Evsat, No. 5124.)

Bizim de Kur’an ve sunnetin onderliği ve sahabilerin ornekliğinde değerler ureterek hayatın akışına hÂkim olmamız gerekiyor. “Değer”den kastımız en geniş anlamı ile insanı durağanlığa, gerilemeye duşmekten koruyacak maddi manevi her turlu “yararlı iş”tir.

Diyanet Aylık Dergi / Eylul 2015

__________________