Eserin sahibi, İkinci Bin Yılın Yenileyicisi Şeyh Ahmet-i Faruk-i Serhendi (İmam-ı Rabbani) Hazretleri de, resuller, nebiler ve sahabilerden sonra ummet kadrosunun en buyuk ferdi...
Bazı maruf ve avam diline duşmuş din buyuklerine nisbetle ancak havas tabakasının tanıdığı bu buyuk zatı, umumi plana cıkaran ilk teşebbus de Buyuk Doğu'dan...
(Takdim'den)
İMÂM-I RABBÂNÎ
AHMED FARUKÎ SERHENDÎ
[ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]
563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend şehrinde doğdu. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî ismiyle tanınmış buyuk velî , Ă‚lim , muceddid ve muctehiddir. "Altın Silsile"nin yirmi ucuncu halkasıdır. İsmi, Ahmed bin Abdulehad'dir. Lakabı Bedreddîn, kunyesi Ebu'l-BerekĂ‚t'dır. Hicrî ikinci bin yılının muceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı"Muceddîd-i elf-i sĂ‚nî", İslam ahkĂ‚mı ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Omer'in soyundan olduğu icin ,"FĂ‚rûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu icin de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Butun bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî Muceddîd-i elf-i sĂ‚nî Ahmed FĂ‚rûkî Serhendî'dir.
Babası ve dedelerinin hepsi, sĂ‚lih ve fazîletli kimselerdi. Babası Abdulehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı. Gencliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu gostermek icin seyahat ettiği sıralarda, Hindistan'ın meşhûr kasabalarından Skendere'ye gitmişti. O memleketten asîl bir Ă‚ileye mensûb sĂ‚liha bir hanım, firĂ‚setiyle Abdulehad Efendinin mubĂ‚rek bir zĂ‚t olduğunu anlayıp, ona; "Kendi kucağımda terbiye edip buyuttuğum, iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Boyle sĂ‚liha bir kızın sizinle nikĂ‚hlanmasını arzû ediyorum. Bu ricĂ‚mı kabûl edeceğinizi umarım." diye haber gonderdi. Abdulehad Efendi bir muddet duşundukten sonra teklifi kabûl edip, o kızla nikĂ‚hlandı. Bu evliliklerinden İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî doğdu.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî cocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde buyuk bir uzuntu hĂ‚sıl olup, vefĂ‚t edeceğini zannetmişlerdi. O zamĂ‚nın meşhûr velîlerinden ve Abdulkadir-i GeylĂ‚nî'nin yolunun buyuklerinden ŞĂ‚h KemĂ‚l Kihtelî KĂ‚dirî'ye goturup duĂ‚sını istediler. ŞĂ‚h KemĂ‚l KĂ‚dirî, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'yi gorunce babasına; "Hic uzulmeyiniz. Bu cocuk cok yaşayacak, ilmiyle Ă‚mil, buyuk bir Ă‚lim ve eşsiz bir velî olacak." demiş ve cocuğun elinden tutup, opmuştu. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, AbdulkĂ‚dir-i GeylĂ‚nî'nin feyzi ve nûru, mubĂ‚rek vucûdunu kapladı.ŞĂ‚h KemĂ‚l KĂ‚dirî, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî hakkında cok guzel ve buyuk mujdeler verdi. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî yedi-sekiz yaşlarında iken ŞĂ‚h KemĂ‚l KĂ‚dirî vefĂ‚t etti.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî ilk tahsîline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapcayı oğrendi. Kucuk yaşta Kur'Ă‚n-ı kerîmi ezberledi. İlminin coğunu babasından, bir kısmını da zamĂ‚nının meşhûr Ă‚limlerinden oğrendi. Babasından ders aldığı sırada, ceşitli ilimlere Ă‚it kucuk kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, MevlĂ‚nĂ‚ KemĂ‚leddîn Keşmîrî'den ilim oğrendi. MevlĂ‚nĂ‚ KemĂ‚leddîn meşhûr Ă‚lim Abdulhakîm-i Siyalkûtî'nin de hocası olup, zamĂ‚nının en buyuk Ă‚limiydi. BĂ‚zı hadîs kitaplarını da Şeyh YĂ‚kûb-ı Keşmîrî'den okudu. KĂ‚dı Behlûl-i BedahşĂ‚nî'den; hadîs, tefsîr ve bĂ‚zı usûl ilimlerinde icĂ‚zet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsîlini tamamlayıp, butun ilimlerden icĂ‚zet aldı. Tahsîli sırasında, KĂ‚dîrî ve Ceştî buyuklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı.
Bu sırada; RisĂ‚let-ut-Tehlîliyye, Redd-i RevĂ‚fid, İsbĂ‚t-un-Nubuvve adlı eserlerini yazdı. EdebiyĂ‚ta cok meraklı olup, fesĂ‚hatı ve belĂ‚gatı, sur'at-i intikĂ‚li, zekĂ‚sının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.
Bu kadar ilmi ve herkesin ustunde olgunluğu, tevĂ‚zûsu ile birlikte kalbi, AhrĂ‚riyye, Nakşbendiyye buyuklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefĂ‚tından bir sene sonra, hacca gitmek uzere Serhend'den yola cıktı. Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed BĂ‚kî-billah'ın talebelerinden olan MevlĂ‚nĂ‚ Hasan Keşmîrî ile goruştu. MevlĂ‚nĂ‚ Hasan Keşmîrî, onu hocasının huzûruna goturup, tanıştırmak istedi ve; "Bugun AhrĂ‚riyye yolunda bu ulkede başka boyle buyuk bir zĂ‚t yoktur. TĂ‚liblerin onun bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları mĂ‚nevî derecelere gunlerce cekilen cileler ve ceşitli riyĂ‚zetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mumkun değildir." dedi.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî , daha once babası Abdulehad'dan da AhrĂ‚riyye yolunun ve bu yolda bulunanların ustunluklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun buyuklerinin kitaplarını okuyup onların guzel hĂ‚llerini bildiği icin; "Bu HicĂ‚z yolunda, boyle buyuk bir Ă‚limden, bu buyukler yolunun zikr ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed BĂ‚kî-billah'ın huzûruna gitti. Huzûruna girince kalbi şimdiye kadar hic duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifĂ‚de etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gun huzûruna gelip, AhrĂ‚riyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Boylece KĂ‚be'ye gitmekten vazgecip, KĂ‚be sĂ‚hibini istedi. UstĂ‚dının da lutuf ve himmeti ile iki ay icinde kimsede gorulmeyen hĂ‚llere kavuştu.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî , Muhammed BĂ‚kî-billah'ı tanıdıktan sonra, murşidinin sozlerine ve hĂ‚llerine bağlandı. Birkac ay sonra, hocası Muhammed BĂ‚kî-billah ona icĂ‚zet verdi. Boylece tasavvuf ilminde ve hĂ‚llerinde de yuksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e donmesi emrolundu. Hocası, talebesinden coğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gonderdi.Şeyhi onun icin şoyle buyurdu: "Kalblere devĂ‚, rûhlara şifĂ‚ olan bu tohumu, Semerkand ve BuhĂ‚rĂ‚'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. TĂ‚liblerin yetişip kemĂ‚le gelmesi icin uğraştım. O (İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî

İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî , memleketine gelince ilim ve edep oğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yukseltmeğe başladı. Şohreti her yere yayılıp, her taraftan Ă‚şıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine BeydĂ‚vî Tefsîrî, SĂ‚hîh-i BuhĂ‚rî, MişkĂ‚t-i MesĂ‚bîh, AvĂ‚rif-ul-Ma'Ă‚rif, Usûl-i Pezdevî, HidĂ‚ye ve Şerh-i MevĂ‚kıf gibi bĂ‚zı din kitaplarını ders olarak mukemmel bir şekilde okuturdu. Omrunun son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsîlini sıkı sıkı emreder, buna cok onem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselĂ‚mın dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının pĂ‚dişĂ‚hlarını, vĂ‚li, kumandan, Ă‚lim ve hĂ‚kimlerini, cok tesirli mektupları ile, dîne, sunnet-i seniyyeye teşvik ediyordu. Allah ona oyle mĂ‚nevi ilimler ihsĂ‚n etmişti ki murşidi BĂ‚kî-billah da huzûruna gelir, hurmetle otururdu. HattĂ‚ bir gun geldiği zaman, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'yi kalbi ile meşgûl gorup, odaya girmedi, hizmetciye de haber verip; "Rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir muddet sonra İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî kalkıp; "Kapıda kim var?" deyince ustĂ‚dı; "Fakîr Muhammed BĂ‚ki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevĂ‚zu ile karşıladı.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bir muddet Serhend'de talebe yetiştirmekle meşgûl olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocası Muhammed BĂ‚kî-billah'ı ziyĂ‚ret icin Delhi'ye gitti. Bir muddet hizmetinde kaldı ve hocası ile cok hoş sohbetleri oldu. Butun bu lutufları ile cok yuksek hĂ‚llere, fazîletlere kavuşmasına rağmen, murşidi Muhammed BĂ‚kî-billah'a yapılması mumkun olmayan bir edeble davranıyordu. Muhammed HĂ‚şim-i Keşmî şoyle anlatmıştır: "HĂ‚ce HusĂ‚meddîn Ahmed'den işittim. Hocam İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'yi medhedip ovdukten sonra; "Mertebesi yuksek, fazîleti cok olmakla berĂ‚ber, edebe riĂ‚yette, hocamız Muhammed BĂ‚kî-billah'ın talebelerinden hicbiri, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî gibi değildi." buyurdu.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî şoyle buyurmuştur. "Biz dort kişi, hocamız Muhammed BĂ‚kî-billah'a hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir duşuncesi vardı.Bu fakîr yakînen biliyorum ki, boyle bir sohbet ve cem'iyyet, terbiye ve irşĂ‚d kaynağı, Rasûlullah efendimizin zamĂ‚nından sonra dunyĂ‚da cok az gorulmuştur. Gerci insanların en hayırlısı olan Resûlullah efendimiz zamĂ‚nında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed BĂ‚kî-billah nin saĂ‚detli sohbetinden de mahrûm kalmadık. Bunun icin bu buyuk nîmetin şukrunu yerine getirmek lĂ‚zımdır. Onun huzûrunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine gore bir şeylere kavuştu."
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî , murşidi Muhammed BĂ‚kî-billah'ın ikinci defĂ‚ huzûruna gidip bir muddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine dondu. Bir muddet daha tĂ‚liblere, isteklilere feyz vermekle meşgûl oldu. Bundan sonra ucuncu defĂ‚ hocasını ziyĂ‚rete gitti. Bu ziyĂ‚retinden sonra Delhi'den Serhend'e donup birkac gun kaldı ve LĂ‚hor'a gitti. LĂ‚hor şehrinde herkes, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin teşrîfini buyuk bir ganîmet bildi. Talebelerinin en meşhûrlarından olan; MevlĂ‚nĂ‚ MuhammedTĂ‚hir, HĂ‚ce Muhammed, MevlĂ‚nĂ‚ Esgar Ahmed ve MevlĂ‚nĂ‚ Ravh Huseyin gibi zĂ‚tlar bu sırada muridi olup, sohbetinde pişip yuksek derecelere kavuştular. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî LĂ‚hor'da bulunduğu sırada, oranın Ă‚limleri kendisine cok hurmet ve edep gosterdiler.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin LĂ‚hor'daki sohbetleri devĂ‚m ederken, hocası Muhammed BĂ‚kî-billah'ın vefĂ‚t haberi geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haber uzerine, hemen Delhi'ye gidip mubĂ‚rek mezarlarını ziyĂ‚ret etti. Oğullarına ve talebelerinin buyuklerine tĂ‚ziyede bulundu. Muhammed BĂ‚kî-billah nin talebeleri, uzuntulerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek icin, huzûrlarına gelip, Muhammed BĂ‚kî-billah'a gosterdikleri gibi, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'ye de; muhabbet, hurmet ve teslimiyet gosterdiler ve onu kabûl edip bağlandılar.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî , murşidi Muhammed BĂ‚kî-billah'ın her sene, vefĂ‚t ettiği ay olan CemĂ‚zil-Ă‚hir ayında Serhend'den Delhi'ye kabrini ziyĂ‚rete gider ve geri donerdi. İki uc defĂ‚ da Akra'yı teşrif etti. Bundan başka Serhend'den ayrılıp başka bir yere gitmedi. Ancak, hayĂ‚tının sonuna doğru, zamĂ‚nın sultĂ‚nının ısrĂ‚rı uzerine, iki-uc sene kadar bĂ‚zı beldelerde askerlerin arasında bulundu.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî , Serhend'e dondukten sonra, KĂ‚dirî tarîkatının buyuklerinden olan ŞĂ‚h KemĂ‚l KĂ‚dirî'nin rûhĂ‚niyetinden de icĂ‚zet almakla şereflendi. Bu icĂ‚zeti şoyle olmuştur: Bir sabah İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî talebeleri ile murĂ‚kabe hĂ‚linde iken, ŞĂ‚h KemĂ‚l'in torunu ve onun butun kemĂ‚lĂ‚tının vekîli olan ŞĂ‚h İskender, Kehtel'den gelip, ŞĂ‚h KemĂ‚l'in bereketli hırkasını İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin mubĂ‚rek omuzuna koydu. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî gozlerini acınca, ŞĂ‚h İskender'i gordu. Tam bir tevĂ‚zu ile boyunlarına sarıldı. ŞĂ‚h şoyle dedi: "Birkac zamandır, hĂ‚l ve ruyĂ‚mda dedem ŞĂ‚h KemĂ‚l'i goruyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden cıkarıp, bir başkasına vermek bana cok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lĂ‚zım oldu." İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî, o hırkayı giyip odasına gitti. Bir muddet sonra odasından cıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şoyle soyledi: "Hazret-i ŞĂ‚h KemĂ‚l'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak cok garip hĂ‚l zĂ‚hir oldu. Şoyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi AbdulkĂ‚dir-i GeylĂ‚nî'yi, hazret-i ŞĂ‚h KemĂ‚l'e kadar devĂ‚m eden butun halîfeleriyle yanımda gordum. Hazret-i Gavs-i A'zĂ‚m AbdulkĂ‚dir-i GeylĂ‚nî kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve yollarının nûrları ve esrĂ‚rı beni kapladı. Bir muddet bu hĂ‚lde kaldım. O hĂ‚llerin beni kapladığı zamanda kalbime; "BeniAhrĂ‚riyye buyukleri terbiye ettiler ve işimin esĂ‚sı bu buyuklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor." diye geldi. Boyle duşunurken, AhrĂ‚riyye yolunun buyuklerinin, HĂ‚ceAbdulhĂ‚lık Gucduvanî'den murşidim HĂ‚ceBĂ‚kî-billah'a kadar butun halîfelerinin geldiğini gordum. Benim işim ve icrĂ‚atım hakkında konuşmaya başladılar. AhrĂ‚riyye buyukleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hĂ‚le ve kemĂ‚le erişti. Siz ona ne hakla karışabilirsiniz?" dediler. KĂ‚dirî buyukleri (Rahimehumullah) da; "Daha cocukluğunda bizim ona teveccuhumuz vardır. Bizim nîmet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir." dediler.
Onlar boyle konuşurken Kubreviyye, Ceştiyye yollarından da birer cemĂ‚at geldi. Boylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde pay, tam bir şevk buldum." İmĂ‚m-ıRabbĂ‚nî tasavvufda, bu yolların hepsinde murid yetiştirip feyz verdi.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî , benzeri az yetişen, mustesnĂ‚ bir İslĂ‚m Ă‚limi ve buyuk bir murşid-i kĂ‚mildir. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin vĂ‚sıtasıyla Allah hakkı bĂ‚tıldan ayırıp, cok kalblerden bĂ‚tılı kaldırdı. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. DunyĂ‚ya ışık saldı. Allah'ın onu, Rasûlullah efendimizden bin sene sonra, İslĂ‚mı tecdid icin gorevlendirdiği kabul edilir.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin dîne yıllarca yaptığı bu buyuk hizmetleri, Ehl-i sunnet îtikĂ‚dının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid'atlerin kalktığını goren bĂ‚zı sapık kimselerin cefĂ‚ oklarına, eziyet ve iftirĂ‚larına hedef oldu. Nice Ă‚limlerin, fĂ‚dılların, kĂ‚millerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, O'nun etrĂ‚fına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚ni'yi gozden duşurmek icin hîlelere baş vurdular. MeselĂ‚, Cuneyd-i BağdĂ‚dî, BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî gibi buyuk meşĂ‚yihi aşağı goruyor diyerek, cĂ‚hil tabakayı aldattılar. MeşĂ‚yihin bildirdiği vahdet-i vucûdu inkĂ‚r ediyor, diyerek, insanları ondan soğutmaya calıştılar. Onu sevenlere de; "MeşĂ‚yih-i izĂ‚mı inkĂ‚r ediyor, Allah'ın mĂ‚rifetine vĂ‚sıtasız olarak kavuştum diyor." dediler. Ceşit ceşit iftirĂ‚larda bulundular.
O zamĂ‚nın sultĂ‚nı Selim Cihangir HĂ‚nın devlet adamları, hattĂ‚ buyuk vezîri, baş muftîsi ve etrĂ‚fındakiler Ehl-i sunnet duşmanı idiler. HĂ‚lbuki İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin bircok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i RevĂ‚fıd RisĂ‚lesi, AshĂ‚b-ı kirĂ‚m duşmanlarını red etmekte, boylelerinin cĂ‚hil, ahmak ve alcak olduklarını anlatmaktaydı. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bu risĂ‚lesini BuhĂ‚rĂ‚'da bulunan en buyuk Ozbek hĂ‚nı Abdullah Hana yollamıştı. "Bunu İran'da, ŞĂ‚h AbbĂ‚s-ı Safevî'ye gosterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harb cĂ‚iz olur." demişti. Kabûl etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, HerĂ‚t'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı.
Bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar, AshĂ‚b-ı kirĂ‚m duşmanları elele verdiler. SultĂ‚na gidip İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî hakkında ceşitli iftirĂ‚larda bulunarak şikĂ‚yet ettiler. Sultan, oğlu ŞĂ‚h CihĂ‚n'ı gonderip, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'yi, evlĂ‚dlarını ve yetiştirdiği muridlerini cağırıp, hepsini oldurmeğe karar verdi. Bunun uzerine ŞĂ‚h CihĂ‚n, bir muftî ile yanına gitti. SultĂ‚na secdenin cĂ‚iz olduğunu gosteren bir fetvĂ‚yı da yanında goturdu. "Babama secde edersen seni kurtarabilirim." deyince, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bu fetvĂ‚nın zarûret zamĂ‚nında izin olduğunu, azîmet ve din butunluğunun secde etmemek olduğunu, ecel gelince, olumden hicbir şeyin kurtaramayacağını soyledi ve secde etmeği kabûl etmedi. Cocuklarını ve muridlerini bırakıp sultĂ‚na yalnız gitti. Kendisine yapılan iftirĂ‚lara karşı sultĂ‚na guzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan hakîkatleri anlıyabilecek birisi olmadığı hĂ‚lde, neşelendi ve serbest bırakıp ozur diledi. HattĂ‚, sultĂ‚na kendisine yapılan iftirĂ‚ların asılsız olduğunu acık delîllerle anlatırken, orada bulunan Hindûların bir kumandanı, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin sozlerini duyarak orada musluman oldu.
SultĂ‚nın iknĂ‚ olduğunu goren iftirĂ‚cı sapıklar; "Bunun adamları coktur. Sozleri butun memlekette yururluktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık cıkabilir." diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultĂ‚nı aldattılar. Sultan, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin, memleketin en sağlam ve korkunc kalesi olan Guwalyar Kalesi'ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hĂ‚diseye cok uzulen talebeleri sultĂ‚nĂ‚ isyĂ‚n etmek istediler. Bunu yapabilecek gucte idiler. Fakat İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî onları bundan men etti. SultĂ‚na hayır duĂ‚ etmelerini emredip; "SultĂ‚nı incitmek butun insanlara zarar verir." buyurdu. Kendisi de sultĂ‚na hep hayır duĂ‚ ediyordu. SultĂ‚nın vezîri, koyu bir muhĂ‚lif olduğundan, zindanda, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin başına kardeşini tĂ‚yin etmiş ve cok şiddetli davranmasını emretmişti.Bu gorevli ise ondan ceşitli kerĂ‚metler, uzulmek yerine heybet, sabır ve hattĂ‚ neşe gorerek tovbe etti. Bozuk îtikĂ‚dını terkedip Ehl-i sunneti secti ve hĂ‚lis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kĂ‚fir, onun bereketi ve sohbetleri ile musluman olmakla şereflendi. Bircok gunahkĂ‚r tovbe etti. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî hapiste uc sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişmĂ‚n oldu. Hapisten cıkarıp ikrĂ‚m ve ihsĂ‚n eyledi. Bir muddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hurmetle vatanına gonderdi. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hĂ‚llerin ve makĂ‚mların binlerce ustunde derecelere yukselmiş olarak memleketine dondu. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî onceleri; "Yetiştiğim derecelerin ustunde, daha cok makĂ‚mlar vardır. Onlara yukselmek celĂ‚l sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim." demişti. Talebesinden bir kısmına; "Elli ile altmış arasında uzerime dertler, belĂ‚lar yağacak." buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî ni hapsettiren SelimCihangîr Hanın oğlu ŞĂ‚h CihĂ‚n, pĂ‚dişĂ‚h olmak icin babasına karşı geldi. Askeri cok ve babası tarafındaki kumandanların coğu kalbden kendisine bağlı olduğu hĂ‚lde zafer kazanamadı. O zamĂ‚nın velîlerinden birine hĂ‚lini anlatıp duĂ‚ istedi. O velî dedi ki: "Senin zafer kazanman icin vaktin dort velisinin sana duĂ‚ etmesi lĂ‚zımdır. Bunlardan ucu seninle berĂ‚ber ise de, en buyukleri olan dorduncusu bu işe rĂ‚zı değildir. O da İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî Muceddîd-i elf-i sĂ‚nî dir. ŞĂ‚h CihĂ‚n, İmĂ‚m'ın huzûruna gelip duĂ‚ etmesi icin yalvardı. Fakat, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî onun babasına karşı gelmesine mĂ‚ni olup nasîhat etti. "Babana git, elini op, gonlunu al, yakında vefĂ‚t edecek, saltanat sana kalacaktır." diye mujde verdi. ŞĂ‚h CihĂ‚n emirlerini dinleyip arzûsundan vazgecti. Bir zaman sonra 1627 (H.1037) de babası vefĂ‚t edince saltanata kavuştu.
Muslumanların zayıf duştuğu, kufrun, sapıklığın, zulmetin, ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kĂ‚fir, cok sayıda fĂ‚sık ve fĂ‚cir onun guzel hĂ‚llerini gorup, sohbetini işitip tovbe ederek sĂ‚lih musluman oldu. Uzaktan yakından pek cok kimse, ruyĂ‚da ve uyanık iken onu gorerek yanına koşmuşlardır. Âlim, sĂ‚lih, genc, ihtiyĂ‚r binlerce kimse onu gorup, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzûrundaki pek cok talebeyi hĂ‚llere, yuksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerĂ‚metleri gorulur; feyz ve bereket yayardı.
ZamĂ‚nının Ă‚limleri, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî ne "Sıla" ismi ile hitĂ‚b ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Cunku, o, tasavvufun İslĂ‚miyetten ayrı bir şey olmadığını İslĂ‚miyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkĂ‚m-ı İslĂ‚miye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; "Ummetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefĂ‚ati ile cok kimseler Cennet'e girer." buyrularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmĂ‚m-ı Suyûtî'nin Cem'ul-CevĂ‚mi kitabında vardır. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bir mektubunda; "Beni iki deryĂ‚ arasında "Sıla" yapan Allah'a hamd olsun." diye duĂ‚ etmiştir. Muridleri ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte mujdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hic kimse almamıştır.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî , Muceddîd-i elf-i sĂ‚nîdir. YĂ‚ni hicrî ikinci binin muceddididir. Hadîs-i şerîfde, bu ummete ise, her yuz yıl başında İslĂ‚m dînini kuvvetlendiren bir Ă‚lim geleceği haber verilmektedir. Rasûlullah efendimizden sonra Rasûlullah gelmeyeceğine gore, kendisinden bin sene sonra, İslĂ‚m dînini her bakımdan ihyĂ‚ edecek, dîne sokulan bid'atleri temizleyip, asr-ı saĂ‚detteki temiz hĂ‚line getirecek, zĂ‚hirî ve bĂ‚tınî ilimlerde tam vĂ‚ris, Ă‚lim ve Ă‚rif bir zĂ‚tın olması lĂ‚zımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu muhim hizmeti İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî yapmıştır.Butun İslĂ‚m Ă‚limleri, bu zĂ‚tın İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî olduğunda ittifĂ‚k etmişlerdir.
Bid'atleri temizleyip İslĂ‚m dînini ihyĂ‚ etti. Onun zamĂ‚nında Hindistan'da bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, buyuk fitneler cıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vucûdu anlatan sozler, muslumanlar arasında ceşit ceşit şekillere sokuldu.Bircok cĂ‚hil, buyuklerin sozlerinin mĂ‚nĂ‚larını anlamayarak zamanla dinden cıktı. Boylece tasavvuf bilgileri ile İslĂ‚miyetin hukumleri arasında ayrılık ve catışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gosterilerek, muslumanlar ceşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine duşman edilmeye calışıldı. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî başta vahdet-i vucûd bilgileri olmak uzere, yanlış anlaşılan daha bircok meseleyi gĂ‚yet acık bir şekilde îzĂ‚h ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid'atlerden temizledi. Hakkı batıldan ayırıp, Rasûlullah'ın hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sunnet îtikĂ‚dını her yere yaydı. Kendisine ilk defĂ‚ (Muceddîd-i elf-i sĂ‚nî

HĂ‚ce Muhammed BĂ‚kî-billah'ın talebesinin en buyuklerinden ve en yuksek Ă‚limlerden olan Seyyid Mîr Muhammed NumĂ‚n diyor ki: "İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'ye tĂ‚bi olmağı hocam bana soyleyince, buna luzum olmadığını anlatmak icin; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duruyor." dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmed'i ne sanıyorsun? Onun, guneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı ortmektedir." buyurdu.
Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mu'min Kubrevî, talebesinden birini, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin huzûruna gonderdi. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin huzûruna varınca; ustĂ‚dından, Seyyid MîrekşĂ‚h' dan, Hasan-ı KubĂ‚dĂ‚nî ve KĂ‚dı'l-kudĂ‚t Tulek'den selĂ‚m getirdi ve; "UstĂ‚dım Mîr Muhammed Mu' min buyurdu ki: "İhtiyĂ‚rlığım mĂ‚ni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifĂ‚de eder, olunceye kadar hizmetcilik ederdim. Kimseye nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa calışırdım. Bedenim uzakta, gonlum ise, onunla oradadır. Bu fakîri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim icin de mubĂ‚rek elini op!" dedi." deyip, bir daha İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin elini optu. VedĂ‚ edip ayrılırken de; "Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yuksek hakîkatleri bildiren mektuplarınızdan gondermenizi istirhĂ‚m ettiler." dedi. Bunun uzerine İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bir mektup yazıp verdi.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin fıkıh meselelerinde ilmi her meseleye Ă‚nında cevap verebilecek derecedeydi. Usûl-i fıkıhta da tam bir mahĂ‚ret sĂ‚hibiydi. Fakat ihtiyĂ‚tının cokluğundan, coğu zaman fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bĂ‚zı fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. BĂ‚zı fıkıh Ă‚limlerinin cĂ‚iz dediği, bĂ‚zılarının mekrûh dediği bir işte, o kerĂ‚het tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helĂ‚l ve haram olmasında ihtilĂ‚f olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mumkun olduğu kadar elden kacırmamalıdır." buyururdu.
Bir muridi İsfehan'dan gelirken yolculukta atından heybesini duşurmuştu. Farkına varınca, heybeyi aramak icin kĂ‚fileden ayrıldı. Şuraya da, buraya da bakayım diyerek ararken aradan cok zaman gecti. KĂ‚file gozden kayboldu. Yolu kaybedip şaşkın, perişĂ‚n bir hĂ‚lde, cĂ‚resizlik icinde ağlayarak etrafta koşuyordu."Buralarda olup gideceğim, yolumu şaşırdım." diye duşunuyordu. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldı. Tam bir yalvarışla duĂ‚ edip, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin imdĂ‚dına yetişmesini istedi. O anda İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bir at uzerinde karşısına cıkıverdi. Yanına yaklaşıp "Elini ver!" buyurarak elinden tutup onu atın terkisine bindirdi. Sonra atı suratle surup, aradığı kĂ‚fileyi gorunce attan indirip; "Hadi git!" buyurdu. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî gozden kayboluverdi.
Serhend kĂ‚dılarından birinin oğlu, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin sohbetinde bulunanlardan ve sevenlerindendi. Bu genc bir defĂ‚sında cok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına devĂ‚ bulamadılar. Bunun uzerine İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'ye bir mektup yazıp, yalvararak, icinde bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması icin duĂ‚ istedi. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî mektubuna cevap yazıp; "Biz seni himĂ‚yemize aldık, bu hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut." buyurdu. O genc İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin teveccuhu ve duĂ‚sı bereketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin eski talebelerinden biri şoyle anlatmıştır: "Kucukluğumde Kur'Ă‚n-ı kerîmi ezberleyip hĂ‚fız olmuştum. Sonra Serhend'den İlĂ‚hĂ‚bĂ‚d'a gittim. Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hĂ‚fızlık kalmadı ve bu hal uzere aradan birkac yıl gecti. Sonra memleketim Serhend'e dondum. Bu sırada RamazĂ‚n-ı şerîf ayı idi. Serhend'e geldiğimde İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'yle goruşunce bana; "HĂ‚fız! TerĂ‚vih namazını, hatim ile kıldır!" buyurdu. Kur'Ă‚n-ı kerîmin ezberimde kalmadığını, hĂ‚fızlığımı kaybettiğimi soyledim. Fakat; "Okuyacaksın!" buyurdu. Uc defĂ‚ hĂ‚limi arzedip; "Bende hĂ‚fızlık kalmadı." dedimse de kabûl etmediler. CĂ‚resiz emre uydum. TerĂ‚vih namazını kıldırmak uzere imĂ‚m oldum. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin himmeti ile, hıfzımı unuttuğum hĂ‚lde ilk 21 cuzu ezberden okumak sûretiyle terĂ‚vihi kıldırdım. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî kıyamda dinledi. İkinci gun terĂ‚vihde hatmi tamamladım..."
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin yakın talebelerinden, ŞehzĂ‚de Veliahd'ın hocası Mîrek Şeyh şoyle anlatmıştır: "Ben onceleri İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî ni sevenlerden değildim. Cunku, "Kendini hazret-i Ebû Bekr'den ustun goruyor." diye bir iftirĂ‚ yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan'a gitmiştim. Serhend şehrine varınca eski dostlarımdan onceden cok kotu bir insan olan biriyle karşılaştım. Fakat bu defĂ‚ onu cok iyi ve ustun bir hĂ‚lde, takvĂ‚ sĂ‚hibi gordum. Yuzunde bir nûr vardı. "Sen boyle değildin bu hĂ‚l nedir?" dedim. Cevap olarak; "Ben İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin hizmetine ve sohbetine girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu nîmete kavuştum." dedi. Bunun uzerine ben ona; "Senin bahsettiğin zĂ‚t kendinin hazret-i Ebû Bekr'den ustun olduğunu yazmış. Onun sohbetinin tesir ve faydası olur mu?" dedim. Arkadaşım ben boyle deyince; "AslĂ‚! Binlerce aslĂ‚! Bilmeden, anlamadan inkĂ‚r etme! O yeryuzunun kutbudur. Eğer sen onu gorup sohbetine kavuşsaydın, hakkında soylenilen bu iftirĂ‚nın asılsız olduğunu anlardın." dedi. Fakat bendeki şuphenin cokluğu sebebiyle; "Gormek istemiyorum." dedim. Arkadaşım bana İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin huzûruna gidip onu gormem icin cok ısrar etti. MutlakĂ‚ gormemi ve bu yanlış duşunceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar uzerine İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin huzûruna gitmeye karar verip kendi kendime; "Eğer şu uc şeyden bahsedip beni iknĂ‚ ederse onu sevenlerden olurum." dedim. Kendi kendime cevĂ‚bını almak uzere hazırladığım uc suĂ‚lden birincisi, hakkında kendini hazret-i Ebû Bekr'den ustun goruyor diye soylenilen iftirĂ‚ya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu acıp bu hususta benim şuphelerimi giderip tam iknĂ‚ etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, ucuncusu de HĂ‚ceHĂ‚vend Mahmûd'dan anlatması idi. Bu karardan sonra arkadaşımla berĂ‚ber, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin huzûruna gittik. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastığının altından bir mektup cıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektubu okuyup oyle bir îzĂ‚h yaptı ki, hakkında yapılan ve kendini hazret-i Ebû Bekr'den ustun goruyor diyenlerin iftirĂ‚larına cevap verip acıkladı. Benim bu hususta artık hic şuphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci meseleye gecip; "MevlĂ‚nĂ‚ Mîrek! Senin baban şoyle şoyle bir zĂ‚t, deden de şoyle şoyle bir zĂ‚t ve senin ecdĂ‚dının şerefi şoyledir." diyerek medhetti. Ayrılmak uzere kalktığımızda vedĂ‚ ederken, ucuncu olarak tuttuğum HĂ‚ce HĂ‚vend Mahmûd'dan bahsetmedi diye gecti. Tam bu sırada yuzunu bana donup; "HĂ‚ce HĂ‚vend bizim PîrzĂ‚demizdir ve cezbe sĂ‚hibidir." buyurdu."
CĂ‚n Muhammed Celenderî anlatmıştır: "İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin yanında talebe iken, bir gun akşama doğru İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bana; "Sana bir iş soylesem yapar mısın?" buyurdu. "Canım fedĂ‚ olsun yapmaz olur muyum!" dedim. Bunun uzerine benim elime yazılı bir kĂ‚ğıt verdi ve buyurdu ki: "Hafız Rahne'nin bahcesine git, orada bir grup derviş oturuyor. Onların yanına var. Aralarından guzel yuzlu bir dervişin onlardan geride bulunduğunu goreceksin. Bu dervişin yanına git, ona bizim duĂ‚ ettiğimizi soyle. Bu kĂ‚ğıdı ona ver ve buraya gelmesini bildir." Emri uzerine derhĂ‚l soylediği yere gittim. TĂ‚rif ettiği şekilde dervişlerden bir cemĂ‚at ve bu cemĂ‚atten biraz geride oturan guzel yuzlu bir derviş gordum. O da beni gordu ve gorur gormez bana; "Seni İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî mi gonderdi?" dedi. Evet deyip elimdeki kĂ‚ğıdı verdim. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin duĂ‚ ettiğini ve cağırdığını soyledim. Ben boyle deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin huzûruna girdiğimizde bir koşede oturuyordu. Cağırıp geldiğim zĂ‚t da başka yere oturdu. Bu sırada İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî kahve getirmemi soyledi. Hemen koşarak dergĂ‚htaki kahve pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim. Once İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'ye sundum. "Ona gotur." buyurarak misĂ‚fire vermemi istedi. Ona goturmek uzere yuzumu o tarafa dondum. Onu da İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin sûretinde gordum. Bu sefer o, once İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'ye goturmemi soyledi. Donup baktım, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî yerinde oturuyordu. Huzûruna cağırıp geldiğim derviş, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'den beni sordu. O da; "Bu Celender'dendir. İsmi, CĂ‚n Muhammed'dir" dedi. Bunun uzerine o derviş; "Babası bizim tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarîkatta yetiştiriyorsunuz?" deyince; "KĂ‚diriyye silsilesinden" buyurdu. Bunun uzerine o zĂ‚t; "Allah'a hamd olsun. Onu Seyyid AbdulkĂ‚dir-i GeylĂ‚nî'ye kavuştururuz." dedi. Bu sırada İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî dışarı cıkmak uzere kalktı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen hazırladım. Dışarı cıktığında bana kutup yıldızını gostererek; "CĂ‚n Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun?Bu mudur değil midir? Dikkatli bak!" buyurdu. Dikkatli baktım kutup yıldızından, uzerinde siyah hırka bulunan bir zĂ‚t cıktı ve bir anda yanımıza geldi. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bana, "Huzûruna yaklaş! O, AbdulkĂ‚dir-i GeylĂ‚nî'dir! Ona intisĂ‚b et, bağlan." dedi. Bu emre uyarak hemen huzûruna yaklaştım, benim kendisine intisĂ‚bımı kabûl etti. Sonra tekrar kayboldu. Bu sırada İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî , abdest aldıktan sonra mescide girdi. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin beni gondererek cağırdığı derviş de yanımdaydı. Bana gulumseyerek ; "AbdulkĂ‚dir-i GeylĂ‚nî'yi gordun mu?" dedi.
Bu hĂ‚diseyi CĂ‚n Muhammed Celenderî'den naklen anlatan seyyid zĂ‚t şoyle diyor: "Ben bunları CĂ‚n Muhammed Celenderî'den dinledikten sonra ona dedim ki: "Bu kadar kıymetli şeylere kavuştuktan sonra neden ticĂ‚rete dalıp da dergĂ‚htan uzak kaldın?" O da bana; "AcĂ‚ib bir hikĂ‚yedir. Ben, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin huzûrunda talebe iken akrabĂ‚larım gelip, beni goturmek istediler. "Buna musĂ‚ade et, biz bunu carşıya cavuş yapacağız" diye ısrar ettiler. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bana; "Git cavuş ol" buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tekrar gelip, ısrarla beni istediler. "Git" buyurdu. Ben yine gidemedim. AkrabĂ‚larım kalabalık bir hĂ‚lde tekrar gelerek, beni goturmek icin ısrar ettiler. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bu hĂ‚lden rahatsız oldu. Bir gun bir şey yiyordu. Kendi yediği şeyin bir parcasını koparıp bana verdi. Onu ağzıma alır almaz hĂ‚lim değişdi. DunyĂ‚ işlerini duşunur hĂ‚le donmuştum. Bu sefer cĂ‚resiz beni goturmek icin gelip ısrar eden akrabĂ‚larımla gittim. TicĂ‚rete başlayıp, cavuş oldum. Bundan sonra ticĂ‚retle uğraştım. Fakat murşidim İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'yi hic unutamadım. Ona bağlılığımı kesmedim. " dedi."
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin talebelerindenMevlĂ‚nĂ‚ Muhammed Emîn, bir gun, hocasına şoyle arzetti: "NevĂ‚bşîr HĂ‚ce, asîl ve şerefli bir Ă‚ileye mensubtur. Babası ve dedeleri evliyĂ‚dandı. Fakat NevĂ‚bşîr HĂ‚ce cok icki iciyor ve haram işlerle meşgûl oluyor. IslĂ‚hı icin bir teveccuh buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tovbe etmek nasîb olursa onun sebebiyle askerlerden pekcok kimse de kurtulur, sĂ‚lih kimselerden olurlar." Bunu arzedince İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî sukût etti. Yine bir defĂ‚ aynı şey arzedilince İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî buyurdu ki: "Ey MevlĂ‚nĂ‚ Muhammed! NevĂ‚bşîr HĂ‚ce'nin hĂ‚line teveccuh ettim. Onu haramlar ve gunahlar icinde gordum. Onu bu kotu hĂ‚lden kurtarmak icin cok teveccuh ettim, uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize cekeceğiz." buyurdu. Aradan uzun zaman gecti. Hakkında boyle buyurduğu o kimse, haramları terkedip tovbe etti.
Birgun İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî hastalanmıştı. Hastalığı sırasında yemek icin on bir tĂ‚ne uzum istedi. Hizmetci uzumleri getirince, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî murĂ‚kabeye daldı.Bir muddet sonra başını kaldırıp; "Cok garib bir hĂ‚l gordum. Bu uzumleri onume koydukları zaman, hepsinin, Allah'a munĂ‚caat ettiklerini, yalvardıklarını işittim. Allah uzumlerin munĂ‚caatını kabûl etti ve hastalıktan kurtulmağı bunları yemeğe bağlı kıldı." buyurdu. Bu uzumlerden birkac tĂ‚ne yeyince hastalıktan eser kalmadı. "
Muhammed HĂ‚şim-i Keşmî şoyle anlatmıştır: "Seyyidlerden bir genc, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gun ağlayarak yanıma geldi ve başından gecen bir hĂ‚diseyi anlattı. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin buyuk bir kerĂ‚metini gormuştu. Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele hazret-i MuĂ‚viye'yi sevmezdim. Bir gece senin ustĂ‚dın İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin MektûbĂ‚t'ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmĂ‚m-ı Enes bin MĂ‚lik buyurdu ki: "Hazret-i MuĂ‚viye'yi, sevmemek onu kotulemek, hazret-i Ebû Bekr'i ve hazret-i Omer'i sevmemek bunları kotulemek gibidir. Ona soğene, bunlara soğene verilen cezĂ‚yı vermek lĂ‚zımdır." yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. MektûbĂ‚t'ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. RuyĂ‚mda, senin murşidin ofkeli ve kızgın bir hĂ‚lde yanıma geldi. İki mubĂ‚rek elleri ile kulaklarımı cekti ve; "Ey cĂ‚hil cocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zĂ‚ta gotureyim de gor! Resûlullah efendimizin eshĂ‚bını sevmediğin icin, aldandığını ondan işit." buyurdu. Beni cekerek, bir bahceye goturdu ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzak'ta gorunen buyuk bir odaya doğru yurudu. Orada nûr yuzlu, bir zĂ‚t oturuyordu. Cekinerek ve saygı ile o zĂ‚ta selĂ‚m verdi. Onunde diz cokup oturdu. Ona bir şeyler soyluyor, beni gosteriyordu." Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yuksek ustĂ‚dın İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî, kalktı. Beni cağırdı. "Bu oturan zĂ‚t, hazret-i Ali'dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor." dedi. Yanlarına gidip, selĂ‚m verdim. "Sakın, sakın! Resûlullah efendimizin ashĂ‚bına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O buyuklerden hicbirini, aslĂ‚ kotuleme. Aramızda muhĂ‚rebe şeklinde gorunen işlerimizin, hangi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin hocanın adını soyleyerek; "Bu zĂ‚tın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasîhatı dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu hususdaki tereddudun ve soğukluğun, kalbimden cıkmadığını gordum. Bu hĂ‚limi hemen anladı. Ofkelendi. Senin hocana bakarak; "Bunun gonlu daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!" dedi. Şeyh , yuzume kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim icin onlara duşmanlık etmiştim. HĂ‚lbuki kendisi onlara duşmanlığımdan bu kadar cok incinmektedir. Bu hĂ‚lden vazgecmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Duşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. O ruyĂ‚nın, o sozlerin tadı, beni başka hĂ‚le soktu. Kalbimde Allah'tan başka hicbir şeyin sevgisi kalmadı."
Muhammed HĂ‚şim-i Keşmî şoyle anlatmıştır: "İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin makbûl talebelerinden olan, yuksek yaradılışlı bir azîzden işittim, şoyle buyurdu: "Muhim bir iş icin LĂ‚hor şehrinden, BurhĂ‚npûr'a gitmiştim. Serhend'e gelip, hazret-i İmĂ‚m'ın ellerini opmekle şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddud ediyorum. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî ; "Cok muhim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşĂ‚allah hayırlısı olur." buyurdu. Emirlerine uyarak yola cıktım. İki uc konak gidince hastalığım arttı. Bir gece boyle devĂ‚m etti. Bu hastalığın şiddetli zamĂ‚nında kendi kendime; "Onlar bana; "Gidin bunda hayır vardır" buyurdu dedim."HĂ‚lbuki hastalığım cok arttı. Bu duşunceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnĂ‚sında, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'yi ruyĂ‚da gordum. "Hic uzulme, şifĂ‚ bulacaksın yola devĂ‚m et." buyurdu. Sabah olunca, hastalık tamĂ‚men gecti. Delhi'ye gelince, orada bir dostum bana HĂ‚re helvası ikrĂ‚m etti. Bunu yiyince, yeniden hastalandım. Yatağa duştum ve İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'nin kerem ve teveccuhune kavuşmak icin yalvarmağa başladım. İki gun gecmeden, hazret-i İmĂ‚m'ın huzûrunda bulunan, eski ve samîmi dostlarımdan biri, Ă‚niden kapıdan iceri girdi. "Hayırdır inşĂ‚allah." dedim. Dedi ki: "Beni İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî gonderdi. "Git, filĂ‚n dostunun yanında bulun, şimdi ağır hastadır, senin gibi işten, hĂ‚lden anlayana cok ihtiyĂ‚cı olup, berĂ‚ber bulunursunuz." buyurdu. "Senin yanına gelmek uzere yola cıkacağım sırada bir torba şifĂ‚lı ot isteyip sana getirmem icin bana verdi. İşte getirdim." Ben dedim ki: "Bu otları İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî benim hastalığımın iyileşmesi icin ilĂ‚c olarak gondermiştir. Bu otları ezip, suyunu icmeliyim." Doktorlar; beni bundan men etmek istediler. Ben onlara; "İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî bunları benim icin gonderdi iceceğim." dedim. İster istemez o otları ezip şerbet yaptılar. İcer icmez, hastalığımın hafiflediğini anladım. Ertesi gun kalan otların da suyunu cıkarıp icince busbutun kurtuldum. "
O zamĂ‚nın sultĂ‚nının ucuncu oğlu, diğer kardeşlerinden cok daha olgun ve aralarında seckin bir durumdaydı. Babasına isyĂ‚n etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hucûm ettiler. Şiddetli bir harb başladı. Babasının tarafında bulunup, en muhim işleri yuruten buyuk bir kumandan, bu harb sırasında sultĂ‚nın oğlunun tarafına gecti. Bu şehzĂ‚de, velîlerin ve Ă‚limlerin sevgisini kazanmıştı. İslĂ‚miyetin yayılmasına gayret ve muslumanları himĂ‚ye ediyordu. ZamĂ‚nın evliyĂ‚sının buyuklerinden bir kısmı, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'ye mektup yazıp; "Delhi'de bulunan velîler keşf ve vĂ‚kıalarla gĂ‚libiyetin ve nusretin şehzĂ‚de tarafında olduğunu goruyorlar. Hazretiniz bu hususda ne buyururlar" dediler: İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî cevĂ‚bında; "Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi olduğunu anlıyorum, fakat sonunda şehzĂ‚denin kazanacağını tamĂ‚men goruyorum." buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir muddet kadar diğerleri devleti idĂ‚re edip, sonra Allah kardeşler arasında sultanlığı ona (ŞĂ‚h CihĂ‚n bin CihĂ‚ngir'e) nasîb etti. Babasının vekîli olarak onun makĂ‚mına gecti. SĂ‚yesinde memleket nizĂ‚ma girdi. Ârifler ve Ă‚limler hurmet gorduler. Dîne ustun hizmetler yapıldı.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî 1615 (H.1024) senesinde, elli uc yaşlarında iken, talebelerinden cok sevdiklerine; "Benim omrum ve hayatım hakkındaki kazĂ‚-yı mubremin altmış uc sene olduğunu ilhĂ‚m ile bana bildirdiler." buyurdu. Ve buna cok sevindi. Cunku Rasûlullah efendimize tĂ‚bi olmasının cokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta hazret-i Ebû Bekr'e, hazret-i Omer'e ve hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.
1623 (H.1032) senesinde Ecmîr'de iken; "VefĂ‚t etmemin yakın olduğuna dĂ‚ir işĂ‚retler, alĂ‚metler gorulmeğe başladı." buyurdu. Serhend'de bulunan oğullarına mektup yazıp; "Omrumuzun sona ermesi yakındır." buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzûruna kavuşunca, oğullarını ozel odasına cağırdı. Buyurdu ki: " Oğullarım, bu dunyĂ‚ya hicbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Obur dunyĂ‚ya gitmek îcĂ‚b ediyor, gitme ve yolculuk alĂ‚metleri gorunmeğe başladı."
Muhammed HĂ‚şim-i Keşmî demiştir ki: "Oğulları odadan cıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve olculemeyen uzuntuyu, bu fakîr gordum. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu. Boyle olduklarını gorunce, kendilerine ne icin bu kadar ağladıklarını sordum. Babaları İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin vefĂ‚tının yakın olduğunu acıklaması uzerine sebebini oğrendim. Fakat İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî , bu haberden oğullarının cok uzgun olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve darlığı gorunce, daha bir yıldan cok yaşayacaklarını hissederek , tekrar oğullarını cağırdılar ve; "Bir takım işleri tamamlamak icin daha bir muddet yaşayacağımızı bildirdiler." buyurdu. Bunun uzerine iki kardeşler cok sevindi... Bu mujdelerinden, oğulları ve bu fakir uzun yıllar yaşayacaklarını umid ettik."
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî o gunlerde, HĂ‚ce Muînuddîn Ceştî'nin mezĂ‚rını ziyĂ‚rete gitti. Bir muddet kalblerine murĂ‚kabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki: "Hazret-i HĂ‚ce cok iltifĂ‚t edip, cok şefkat gosterdiler. Kendi husûsî bereketlerinden ziyĂ‚fetler verdiler. Konuştuk ve cok sırlar acıklandı. Konuşulanlardan biri şudur: Buyurdu ki: "Bu asker arasında bulunmaktan kurtulmağa calışmayınız. Kendinizi Allah'ın rızĂ‚sına bırakınız." Bu arada o mezarda hizmet goren turbedĂ‚rlar gelip, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nînin elini opmekle şereflendiler.
Muînuddîn Ceştî nin kabrinin ortusunu her sene değiştirip, eskisini evliyĂ‚nın buyuklerinden birine gonderirlerdi. YĂ‚hud da zamĂ‚nın pĂ‚dişĂ‚hına verirler, o da , bir sandıkta, teberruken saklardı. O gun, o mezarın ortusunu değiştirdiler ve eskisini İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin huzûruna getirip, takdîm ettiler. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî tam bir edeble kabûl etti. Ortuyu hizmetcilerine verip, kalbden bir ah cekdi ve; "Hazret-i HĂ‚ce'ye bundan daha yakın bir libĂ‚s, bir ortu yoktur. Bunu saklayın, bana kefen olsun" buyurdu.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî Ecmîr seferinden Serhend'e donunce, artık evinde inzivĂ‚ya cekildi. Bir muddet, beş vakit namaz ve CumĂ‚ namazı hĂ‚ric, evden dışarı cıkmadı. Nûr ve esrĂ‚r menbaı olan ozel odasına; Muhammed HĂ‚şim-i Keşmî'den, oğullarından, talebelerinden ve hizmetcilerinden iki uc kişi hĂ‚ric, başkalarının girmesi cok nĂ‚dir oluyordu. Halveti sectiği gunlerden bir gun, bir nefes cekip; "Ebû Ali DekkĂ‚k'ın meşrebi cok yukselince, meclisinde insan kalmadı." sozunu soyledi. Burada olduğu gibi, omrunun sonuna doğru, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin meşrebi de o kadar yuce oldu ki, muridlerden en ileri gelenler bile mektebe yeni başlayan kucuk cocuklar gibi kalıyorlardı.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin talebelerinden biri şoyle anlatmıştır: "İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî nin omrunun son gunlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna cıkıp, birkac gunluğune memleketime gidip gelmek icin izin istedim. "Birkac gun dur!" buyurdu. Sonra tekrar arzedip; "Hemen gidip, doneceğim." dedim. "Birkac gun sabret!" buyurdu. Fakat; "Gidip en kısa zamanda huzûrunuza doneceğim." deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısra'ını okudu. Bu sozunden birkac gun sonra vefĂ‚t etti.
Bunun gibi, husûsî mahremleri ve onlara cok yakın olanlar; bu gunlerde İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'ye inzivĂ‚ ve insanlardan uzak kalmalarına temasla; "Coluk-cocuğunuzdan ve butun insanlardan ayrılmanızın, uzlete cekilmenizin sebebi nedir?" diye sorunca, cevĂ‚bında; "Bu dunyĂ‚dan gocmemi cok yakın goruyorum. İş boyle olunca, tamĂ‚men inzivĂ‚ ve ayrılığı tercih edip, dĂ‚imĂ‚ istigfĂ‚r ediyorum, af diliyorum. Bunları zarûrî goruyorum. Butun vakitlerimi ve nefeslerimi, zĂ‚hirî ve bĂ‚tınî ibĂ‚detlerle gecirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele gecer. Bunun icin beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allah'a ısmarlayınız." buyurdu.
Yine son gunlerinde, evinin sofasında istirahat ederken, Ă‚niden; "İki uc ay sonra biz bu evde olmayız" buyurdu. Orada bulunanlar; "Ozel odanızda mı bulunacaksınız?" diye arzettiler. Buyurdu ki: "Orada da olmayacağım." "Ya nerede olacaksınız?" diye sordular. "Bu yerlerden hicbirinde olmam. Bakalım ne olur?" buyurup, yollarının îcĂ‚bı acık soylemedi.
Bu arada cok sadaka verdi ve buyuk hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının cokluğunu gorunce; "Butun bu hayratlar, belĂ‚ların giderilmesi icin midir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gozlerinden sevinc gozyaşları dokuldu:
"Vuslat gunudur sırdaşım Ă‚leme kucak acayım,
Bu devletin, bu nîmetin sevinclerini sacayım."
Muharrem ayının on ikinci gunu buyurdu ki: "Bana bu dunyĂ‚dan obur dunyĂ‚ya gitmeme kırk veya elli gun kaldığını bildirdiler. MezĂ‚rımı da gosterdiler." Bu sozleri dinleyenler uzulduler ve şaşırdılar. O gunlerde, oğlu Muhammed Saîd birgun, İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî'yi ağlarken gordu. Sebebini sordu. CevĂ‚bında; "Allah'a kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum." buyurdu. Yine oğlu; "Allah , bu işi, bu dunyĂ‚da cok sevdiklerinin isteğine bırakır. MĂ‚dem ki, siz bu kadar cok istiyorsunuz, elbette gidersiniz." diye arz etti. Bu sozu soyleyen oğullarında bir değişme gordu ve buyurdu ki: "Muhammed Sa'îd! Allah'ın gayretine dokunuyorsun." Oğlu; "Kendi hĂ‚lime uzuluyorum." dedi ve gĂ‚yet samîmî bir beyĂ‚nla, "Ey babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsızlık ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun uzerine; "Allah sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefĂ‚t ettikten sonra, bu dunyĂ‚dakinden daha cok olacaktır. Cunku bu dunyĂ‚da, insanlık îcĂ‚bı bĂ‚zan ister istemez yardım ve teveccuh tam olmuyor. HĂ‚lbuki oldukten sonra, beşerî sıfatlardan tamĂ‚men ayrılma vardır." buyurdu. Bunu soylediği gunden îtibĂ‚ren, o gunleri saymağa başladılar. Şoyle ki, Safer ayının yirmi ikinci gecesi dostlarına ; "Bugun soylediğim gunlerin kırkıncı gunu gecmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz gunde ne zuhûr eder" buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hĂ‚sıl olan birkac gunluk sağlıkta, Allah Habîbine tĂ‚bi olan bir insanda bulunabilecek butun kemĂ‚lĂ‚tı bana ihsĂ‚n eyledi." Oğullarının bu sozlerden kalbleri parcalandı. Cunku, bu sozlerde hazret-i Ebû Bekr Sıddîk-i Ekber'in; "Bu gun dîninizi tamam eyledim." Ă‚yet-i kerîmesi gelince kalblerine gelen, yĂ‚ni 'Rasûlullah efendimiz vefĂ‚t edecektir', ilhĂ‚mından bir işĂ‚ret bulunduğunu anladılar.
"Senin misk zulfunden, ayrılık gecesinin kokusu geliyor."
Safer ayının yirmi ucu Perşembe gunu, dervişlere, kendi mubĂ‚rek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi uzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı icin, havanın soğukluğu tesir edip, titremeğe başladı ve tekrar yatağa duştu. Rasûlullah efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefĂ‚t eylemişlerdi. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî , bu hususta da ittibĂ‚'ı kacırmadı. Bu hastalık zamĂ‚nında, ledun sırlarını, daha cok oğullarına anlattı. Bir gun ledunni hakîkatleri beyĂ‚nda o kadar uğraşıyordu ki, oğlu HĂ‚ce Muhammed Saîd; "Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu mĂ‚rifetlerin beyĂ‚nını bir başka zamĂ‚na bıraksanız nasıl olur babam?" diye arzetti. Bunun uzerine: "Ey oğul! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını soylemeye de kuvvet ve kudret bulamayaca&