Bilal-i Habeşî, insanların boyunlarına tasmalar takılıp carşı-pazarda kole niyetine satıldığı talihsiz bir donemde Mekke'de dunyaya gelmişti. Aslen Habeşli idi. Anne babası da kole olan Bilal'in, ne yaşadığı gununde bir hakkı, ne de geleceği ile ilgili plÂnları vardı. Olamazdı da..! Zira, onun hayatı, efendisinin lutfundan ibaretti..! Guttuğu hayvanlarıyla eş tutulduğu anlar, adam yerine konulup lutufta bulunulduğu en kıymetli zamanlarıydı O'nun..!
Bulunduğu evde Rasûlullah'a karşı bitmek tukenmek bilmeyen bir kin, her defasında acığa cıkan bir nefret vardı. Surekli komplolar kurulur, davasından vazgecirmek icin akla hayale gelmedik tuzaklardan bahsedilirdi. Hoşuna gitmese de Bilal'in, akışı değiştirmeye ne gucu, ne de yetkisi vardı. Kendisi icin cizilen cizginin dışına cıkamaz, genelde efendisinin deve ve koyunlarını otlatır, kendi halinde, cileli bir hayat yaşardı. İslÂm gelip elinden tutmasaydı, oyle de devam edecek ve bir kole olarak noktaladığı hayatı unutulup gidecekti.

Kim ne derse desin Bilal, gercek sahibini, gonlunun sultanını bulmuştu ve bir daha da O'ndan hic ayrılmayacaktı. Zira Bilal, artık Hakka uyanmıştı. Hem de nice hurlerden once..! Kullara kulluktan kurtulmuş, O'nun elcisine de gonlunu kaptırmıştı. Birinci, ikinci, ucuncu gun derken, Ebû Cehil, durumun farkına varmış ve boylelikle Bilal icin daha zor, daha da cetin gunler başlamıştı.

Nurun perde altında yayıldığı sırlı bu ilk gunlerde, imanını ilÂn etmek bir cesaret isterdi ve bu cesareti gosteren yedi kişiden biri de Bilal'di. KÂbe'deki putlara soz soyleyip hakaret ettiği gorulunce bir gun, hakkında soylentiler yayılmış ve amansız bir takip başlamıştı. Sahibini sıkıştırdılar. Efendisinin bir kole icin riske girmeye hic niyeti yoku. Zaten Bilal de, kolelerinden bir koleydi. Minnetsizdi ve, 'Alın sizin olsun. Ne yaparsanız yapın' deyiverdi. Bilal, Umeyye İbn Halef'in ellerinde, Ebû Cehil'in insafına(!) kalmıştı.

Aldılar ve Bilal'i sahraya goturduler. Colun kızgın kumları uzerinde yatırıyor, omuzlarına taşlar koyup, bir taraftan işkence yaparken, diğer yandan da gonlunun gulu Muhammed'i ve dinini inkÂr etmesini istiyorlardı.

Bilhassa Ebû Cehil'de, bitip tukenmek bilmeyen bir kin vardı; salyalar dokulen ağzından bu kinini her fırsatta kusuyordu. Bir efendi olarak aklına sığıştıramıyordu; kendi iradesi dışında bir başka guc nasıl kabul edilebilirdi? Hele bir kole.. konumuna bakmadan boyle bir kabule nasıl cur'et edebilirdi? Yuzustu kızgın kumlara yatırıyor ve guneşte kızarıncaya kadar işkence yapıyordu. Bir taraftan da, 'Muhammed'in Rabbini inkÂr et!' diye surekli telkinde bulunuyor, hakaret ustune hakaretler yağdırıyordu. Zaten takati tukenen Bilal'in, soz soylemeye mecali kalmıyor, dudaklarından sadece bir kelime dokuluyordu: 'Ehad.. Ehad..!'

Bilal, o dunyayı da bilen birisiydi. Bugune kadar hep onlarla beraberdi. Dediklerini kabullenip tekrar yanlarına gitse ne değişecekti? Hayat boyu işkence altında yaşamaktansa, bu işkenceye katlanıp ebedî huzuru yakalamak vardı işin aslında. Onun icin dişini sıkmış ve zilletle yaşamaktansa izzetle olumu coktan goze almıştı. O gun Bilal'e kimse guc yetirip isteklerini kabul ettiremedi. Bulduğu yolda sabit kadem kalmaya kararlıydı ve her turlu işkenceye rağmen bu kararlılığından zerre kadar taviz vermedi.

Guneşin yakıp kavurduğu bedeninde ayrı bir parıltı, kemiklerine yapışmış teninde de farklı bir ışıltı vardı. Kararmış bedeni Âdeta nur kesilmişti. Umeyye ve Ebû Cehillerin, bitip tukenmek bilmeyen kinini sinesinde sondururken Âdeta melekleşiyor ve bir başka keyfiyet kazanıyordu..! Bu ne kindi ki, maksadına nail olabilmek icin her şeyi mubah goruyor ve kuralsız bastırıyordu. Boynuna ipler bağlıyor ve onu cocukların eline verip sokaklarda, Mekke dağlarının arasında surukletiyorlardı. Allah Rasulu'nun 'ummetim' dediği Bilal'i, coluk cocuğun oyuncağı haline getirmişlerdi. Colde yalınayak yuruyup yanmadan Bilal'i anlamaya, cilesini gorup bilmeden mihnetlerin ortaya cıkardığı kadr u kıymetini idrake imkÂn olabilir mi!?

Onun cektiği cileyi duyup gordukce, sıkıntıların cenderesinde yanıp kavrulan Allah Rasulu de cok uzuluyordu. Onu hurriyetine kavuşturmakla Ebû Bekir, her zamanki ferasetini konuşturuyor, aynı zamanda Efendimiz'i de sıkıntı ve uzuntulerinden bir nebze kurtarmış oluyordu. Zira, başında değirmen taşlarının dondurulup kavuran guneşin altında inim inim inletildiği bir sırada, Hz. Ebû Bekir onu sahibinden satın almış ve arkasından da hurriyetine kavuşturmuştu. Hz. Omer'in dediği gibi, Ebû Bekir efendimiz, Bilal efendimizi hurriyetine kavuşturuyordu.

Boylelikle Bilal, hem Umeyye ve Ebû Cehil'in hiddetinden, hem de Kureyş'in işkencesinden kurtulmuştu. Doğruca Allah Rasulu'nun yanına gitti. Teslim oldu O'na ve o gunden sonra da hic ayrılmadı. Her gecen gun Bilal, Efendimiz'e biraz daha yaklaşıyor, muhabbeti bir kat daha artıyordu. Bir zamanlar insan yerine bile konulmayan Bilal icin artık sıkıntılı gunler geride kalmış, yeni bir hayat başlamıştı. Oyle bir mesafe katetti ki, dunku siyahî kole bugun, kendisinden cok şey oğreneceğimiz bir muallim, hem de insanlığın muallimi haline gelmişti.

Derken gun geldi Mekke, kapılarını tamamen kapattı imana... Mukaddes bir goc yaşanacaktı Medine'ye ve artık Mekke, arkasından ağıtların yakılacağı, dÂussılalarla methiyelerin dizileceği bir beldeydi. Her inanan gonul gibi artık, Bilal de Medine'deydi.

Nihayet namaz farz kılınmış, insanları ona davet icin ezan okunması gerekiyordu. Efendiler Efendisi, cennetteki kameti ulaşılmaz kılan boyle bir vazife icin Bilal'i secmişti. Kalktı ve o yanık sesiyle ezan okumaya başladı. Allah'ın adını, Rasûlu'nun yÂdını Mekke'de bu denli haykıramamıştı. Bir zamanlar Mekke'yi 'Ehad.. Ehad..!" diye inleten ses, şimdi; 'Allahu Ekber.. Allahu Ekber..!' diye Medine'de yankılanıyor, insanları Rasûlullah'la birlikte namaza davet ediyordu.

Derken Bedir geldi cattı. Ne tevafuk ki, oradaki parola da; 'Ehad.. Ehad..!' idi. Kureyş, buraya olumune gelmişti. Mekke'de elinden kacırdığı fırsatı burada kaybetme niyetinde değildi. Ona gore hazırlanmış ve başka bir ihtimali akıllarına bile getirmiyorlardı.

Mekke'nin sokak ve dağlarında Bilal'i inim inim inleten Umeyye de Bedir'e gelenler arasındaydı. Bulutlar guneşin onunde ebedi kalamazdı ya..! Gunler değişmiş, cehreler de başkalaşmıştı. Umeyye de ettiğini bulacak, ektiğini bicecekti. Hem de adam yerine koymadığı kolesi Bilal'in eliyle..! Bir ara Umeyye'yi gordu Bilal, haykırdı; 'Kufrun başı Umeyye! İşte şurada..!' Umeyye ise, Bilal'i hÂl kucumsuyor, tepeden bakıyordu. 'Bilal! Kolem! Sen mi?' diyor ve aldırış bile etmiyordu. Bulundukları yerden bir tekbir sesi yukseldi. Artık Umeyye nefes alamıyordu.

Bilal, mukemmel bir insan olmuştu. Ezanı, namazı, kulluğundaki derinlik ve hassasiyetiyle; Hz. Peygamber'in de dikkatini cekiyor ve zaman zaman, 'Hangi amelin sebebiyle bu noktaya ulaştın?' anlamında kendisiyle ilgili sorular soruyordu.

Bir defasında Efendimiz, cennete girdiğini ve onunde bir ses işittiğini anlatıyordu. Cebrail'e bu sesin ne olduğunu sorunca; 'Onunuzde Bilal yuruyor' cevabını almıştı.

Efendimiz'in, cennetin kendisine muştak olduğu uc kişiden biri olarak anlattığı Bilal, aynı zamanda cok mutevazı idi. Bir kısım insanlar, gelip Bilal'in faziletlerinden bahsettiklerinde cok utanmış ve, 'Ben bir Habeşliyim. Daha dun bir koleydim.' demişti.

İnsanların kendisini Ebû Bekir'e tafdil edip ondan ustun tuttukları kulağına gelmişti. Cok şaşırmış, utancından kıpkırmızı kesilmişti ve hemen mudahale etti: 'Nasıl olur?' dedi. 'Ben, onun hasenatından sadece bir haseneyim.'

Efendimiz, onun izdivacıyla bizzat meşgul olmuştu. Evine ziyarete geldiği bir sırada hanımının Bilal'i bir nebze uzduğunu hissetmiş, 'Sakın Bilal'i gucendirme!' diyerek onu ikaz etmişti. Zira onu uzenin hasenatı tehlikeye girebilir, iyilikleri kabul gormezdi.

Medine guzeldi... İşkenceler mazide kalmıştı... Rasûsullah'la beraberdi... Artık Bilal de bir insandı.. hem de rehber bir insan.. Ama Bilal'in gozunde hÂl Mekke tutuyor, yana yakıla Mekke'ye methiyeler diziyordu. Bir yuce mefkûreye koşarken nefes nefese, Rabbinin adını orada da haykırmak en buyuk hayaliydi. Aynı zamanda her yer vatan değildi.. olamazdı da..!

Aslına bakılırsa Bilal, aslen Mekkeli değildi. Ama Mekke'de cilesi vardı. Colun kumlarına karışmış teri vardı.. Mekke'de onun yeri vardı... Taşı toprağı hatıralarıyla doluydu. Ezan okurken oraya yoneliyor, sesini daha bir gur cıkarıyordu. Belki de Medine'de bulduğu rahatlığı Mekke'de de yaşayabilmenin ozlemiydi bu. Taşına toprağına nağmeler yakıyor, pınarlarının suyundan icebilme ozlemiyle yanıp tutuşuyordu.

Hastalanmıştı bir gun... Ateşler icinde yanıyor ve şiddetli bir acı cekiyordu. Halini sorduklarında, belki de ilk gunlerdeki cileli gunlerini hatırlamış ve unutmuştu herşeyi... Zira Mekke duşmuştu yÂdına; ağrıları bir bir gitmiş, oraya olan ozlemini, hem de Mekke'nin otuna, dağ ve taşına olan hasretini seslendiriyordu. 'Bilmem ki!' diyordu. 'Mekke vadisinde etrafımı izhir ve celil otları sarmış olarak bir gece daha gecirebilecek miyim? Mecenne suyuna ulaşacağım bir gun daha gelecek mi? ŞÃ‚me ve Tafîl dağları bana bir kere daha gorunecek mi?'

Karıncanın duasına muttali olup ihtiyacını gideren yuce Kudret, elbette Bilal'in yakarışını da duyuyordu. Olacaktı; bunlar da olacak, Bilal'in, Bilaller'in de hasreti dinecekti. Ama zamanı vardı...

Aradan yıllar gecti. Gecen yıllar ile birlikte sılaya olan hasret, onu alınmaz bir talebe donuşmuştu. Ziyaret icin yola dokulduler. Kureyş cok tahammulsuzdu.. Hudeybiye'de durup yoldan geri donmek zorunda kaldılar... Bir anlaşma vardı, ama Kureyş şimdiye kadar neye sadık kalmıştı ki!? Bir koye saldırıp kan dokerek anlaşmayı ihlÂl ederken, yolun sonuna geldiklerinin farkında değillerdi. Artık vakit tamamdı.

Nihayet, mujdesi verilmiş bir fetihle Mekke'ye girdiklerinde, orada artık ne Lat, ne de Uzza kalmıştı.. ne Ebû Cehil'den eser vardı, ne de Ebû Leheb'in hukmu geciyordu. Hak gelince batılın mumu sonmuş ve işkenceler de bitmişti..! Mekke, gercek sahibine kavuşmanın bayramını yaşıyordu.

O gune kadar mazlumların iniltisine şahit olan Mekke, ilk kez Muhammedî sad duyacaktı. İşaret buyurmuştu Rasûlullah ve cıkmıştı Bilal KÂbe'nin damına... Mekke'nin dort bir ufkunda artık, 'Allahu Ekber.. Allahu Ekber!' hakikatı yankılanıyordu. Mekke'nin yuzu gulmuş, kasvet kaplı atmosferini buyulu bir huzur burumuştu. Âdeta hayat durmuştu Mekke'de..! Mu'minlerde sevinc gozyaşları, muşriklerde ise korkulu bakışlar hÂkimdi. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyenler, utancından huzura gelemeyenler vardı. Kendi zaviyelerinden bakıyor ve hayatlarından endişe duyuyorlardı. Halbuki Allah Rasûlu, insanları insanca yaşatmak icin gelmişti. Yine enginliğini konuşturacak, her turlu hakaret ve şiddeti reva goren kin tacirlerine bile, 'Haydi gidin, hursunuz..!' deyiverecekti.

Rasûlullah'la birlikte butun savaşlara katıldı Bilal..! Veda Haccı'nda bulundu. Ummetiyle vedalaşırken Allah Rasulu, Bilal'in icine de bir kor duşmuştu. O'nun olmadığı bir mekÂnı hayal edemiyor, aklına bile getirmek istemiyordu. Ancak O da bir beşerdi ve herkese olan O'na da olacak, bir gun O da, fena ve faniyi bırakıp; ebedi dostluğa, Refik-i A'la'ya ulaşacaktı.

Son ezanını, guneşin gurup ettiği Rasûlullah'ın yuce dostluğa kavuştuğu gun okumuştu. Bu hicrana gonlu dayanacak gibi değildi. Sabah-akşam beraber olduğu Allah Rasûlu'yle artık oturup kalkamayacak, ezanı okuyup arkasında namazını kılamayacaktı. Cok uzgundu. Bağrına taş basıp, yureğindeki ateşi sondurmeyi defalarca denedi, ama buna imkÂn yoktu. Deli-divane olmuştu. Gecenin sessizliği cokunce Medine'ye, Bilal de susmuş, bir turlu ezan okuyamıyordu.

Belki de Medine'yi, eski haliyle yÂd etmeyi arzuluyor, Rasûlullah olmadan zihnine oradan bir karenin girmesine gonlu razı olmuyordu. Zira o gune kadar okuduğu her ezanın namazını Rasûlullah kıldırmış, attığı her adımda O'nunla hemdem olmuştu. Hatıralarındaki Medine'yi yaşamak, olunceye kadar butunluğune halel getirmemek icin oradan ayrılmak istiyordu.

Aklına koymuştu: O'nun olmadığı yerde Bilal de olmamalıydı. Halife Ebû Bekir'in yanına geldi ve Efendiler Efendisi'nin bir sozunu nakletti ona. Zira Efendimiz, bir gun karşısına almış ve ona:

'YÂ Bilal! Allah yolunda cihaddan daha faziletli bir başka amel yoktur.' demişti.

Ebû Bekir, anlamıştı Bilal'in maksadını. Ortalığı sessizlik burudu bir muddet ve arkasından endişe dolu bir sesle,

'Ne demek istiyorsun ya Bilal!' dedi. Bilal'in cevabı hazırdı:

'Olunceye kadar kendimi Allah icin vakfetmek.'

Aynı hicran, Hz. Ebu Bekir'i de yakmıyor muydu? Gozyaşlarına hÂkim olamadı ve narin bir ses tonuyla Bilal'e tekrar dondu; 'Ezanımızı kim okuyacak?' dedi.

Zira, Bilal bir Âlem olmuştu. Cileli gunlerin bir hatırasıydı. Medine 'Allahu Ekber'i ilk onunla duymuş, aynı sadÂyı Mekke'ye o taşımıştı. Rasûlullah'ın muezziniydi. Mukadder beşer yolculuğu devam etse de, gunde beş vakit ezan ve namaz arkada kalanlara birer borctu. Bilal de giderse, ezanları kim okuyacaktı..? Her ikisi de hıckıra hıckıra ağlıyordu. Bir ara kendini toparladı Bilal ve inleyen bir sesle; 'Rasûlul-lahtan sonra ben ezan okuyamam!' diyebildi.

Belli ki, Ebû Bekir'in ısrarı bir netice vermeyecekti. Bilal'i durdurmak mumkun değildi. Oylesine kararlıydı ki, bir adım daha attı ve Halife'ye:

'Sen' dedi. 'Beni, Allah icin mi satın alıp hurriyete kavuşturdun, kendin icin mi?'

Ebû Bekir gibi varlığının tamamını Allah yolunda seferber eden birisi, kendisi icin bir adım atar mıydı hic? 'Elbette Allah icin' cevabın verdi. Bunun uzerine boynu bukuk Bilal'in ağzından şu cumleler dokulmeye başladı:

'Şayet beni kendin icin satın alıp hurriyete kavuşturmuşsan, yanında tutabilirsin. Hakkın var buna.. o zaman dediğini yaparım. Ancak bunu, Allah icin yapmışsan bırak da bugun ben, Allah icin cihad edeyim.'

Yureğe bir taş daha basmak gerekiyordu ve artık Bilal icin Medine uzaktan bakılan bir şehirdi. En cok sevdiği, arkasından ağıtlar yaktığı Mekke de artık yarasına merhem olamazdı ve oraya donmeyi de duşunmuyordu. O sıralarda Şam tarafına gitme hazırlığında olan bir seriyye vardı.. katıldı aralarına ve sonrasında hic durmadan Allah icin koşturdu durdu. Zira, yarasına ancak Allah icin attığı adımlar merhem olabiliyordu.

Zaman ilerliyordu. Ebû Bekir de gurub etmiş, bayrağı artık Omer taşıyordu. Bilal'i ozleyen, Bilal'in ezanına hasret kalanlardan biri de şuphesiz Omer'di. Aynı hasreti yaşayan binlerce insan vardı Hicaz'da. Dindirilmesi mumkun olan bir hasretti bu. Konuştular aralarında ve bir nebze de olsa dindirmeye karar verdiler. Halife Omer gidecek ve getirecekti Bilal'i tekrar Medine'ye...

Omer duştu yola ve Şam'a geldi bir gun. Aradı ve buldu Bilal'i. Aradan yıllar gecmişti. Oturup hasret giderdiler saatlerce... Mekke'den bu yana kopup gelen iki dostun dertleşmesiydi bu... Hicranı, sadece Bilal yaşamıyordu ki..! Hicaz'ın yası, bitip tukenme bilmiyordu... Bir anlık teneffus bile olsa, yureklere bir nebze su serpilmeliydi... Sonra sozu ezana getirdi Omer... 'Ne olur, bir defa' dedi ve ısrar etti: 'Medineliler seni.. ezanını bekliyor ya Bilal..!'

Yumuşamıştı Bilal. Zira, onunde sadece bir fert değil, sosyal bir talep duruyordu. Belki de dualar kulliyet kesbetmiş ve kabul vakti gelmişti.

Bir de ruya gormuştu Bilal! Yıllarca hasretiyle yanıp tutuştuğu Efendisi, Efendimiz gecesine teşrif etmiş, 'Bu kadar ayrılık niye ya Bilal! Bizi ziyaret vakti gelmedi mi?' demişti.

Bir iktirandı bu... Doğruca Medine'nin yolunu tuttu. Oraya gelinceye kadar, butun hatıralarını yeniden canlandırdı zihninde. Medine'de okuduğu her ezanın imamı Rasûlullah'tı ve Bilal de Medine'ye gidiyordu. Sanki yeniden karşılaşacakmış gibi heyecanlanıyor, yuruduğunun bile farkına varmıyordu. Ucuyordu Âdeta...

Derken ulaşmıştı Medine'ye. Doğruca Efendimiz'in kabrinin başına geldi. Cok duyguluydu. Yıllar sonra pÂk yuzunu goremese de O'nun, kendi halini gorduğunden emindi. Bir hasbihaldi bu..! Hıckıra hıckıra ağlıyordu. Orada, iki yÂdigar; Hasan ve Huseyin'le karşılaştı. Gorup karşılaştığı herşey Efendisini, gonlunun sultanını hatırlatıyordu. Kendini kaybetmişti Bilal! Onları kucaklıyor, opup opup sarılıyor ve kokularında Rasûlullah'ı duymaya calışıyordu.

Sevinen sadece Bilal değildi ki! Geldiğini duyan herkes, ayrı bir sevinc yaşıyordu. Hz. Hasan ve Huseyin, bir fırsat yakalamışlardı. Bırakmadılar onu, değerlendirmek istediler. Bilal'in olduğu yerde, ezanı da Bilal okumalıydı ve sabah ezanını okuması icin boynuna sarılıp yalvardılar Âdeta. Belli ki istek, Omer'den değil, butun Medine'den geliyordu.

Gecenin karanlığı veda edip Medine aydınlanmaya durunca, o gece mescitten bir nida yukselmeye başladı: 'Allahu Ekber.. Allahu Ekber..!'

Ezan okunuyordu. Ama bu ezan, bu ses, tanıdık bir sesti... Evet.. evet, Bilal'in sesiydi bu..! Onun sesi kulaktan girince gonullere, Rasûlullah tahtını kurmaz mıydı hic..?

Ruya değil, gercekti bu..! Bilal.. ezan.. Rasûlullah ve Medine... O kadar butunleşmişlerdi ki, dÂussılayla yanıp tutuştukları Mekke'ye bir fetihle girdiklerinde bile geri donmuş, Medine'yi şenlendirmeye devam etmişlerdi..!

Medine sarsılmıştı Âdeta. Dalga dalga yankılanan Bilal'in sesini duyan herkes, evinden fırlıyor ve heyecanla mescide doğru koşmaya başlıyordu. Kadın-erkek, coluk-cocuk, aynı sarsıntıyla doğruluyor, Medine'de bayram yaşanıyordu. Sanki Rasûlullah hayata geri donmuş, Bilal de mescidde, Allah Rasûlu'nun kıldıracağı namazın ezanını okuyordu.

Daha Bilal'ın ezanı bitmeden, yığılmıştı Medine mescidin onune..! Heyecan doruk noktaya ulaşmıştı. Duyup gorduklerinin, ruya değil gercek olduğunda şupheleri kalmamıştı artık..! Goz pınarları ceyhun olup cağlamaya durmuş, o gune kadar gorulmeyen bir gozyaşı dokuyordu Medine..! Hıckıra hıckıra ağlıyorlardı. En cok ağlayan ise, şuphesiz Halife Omer'di.

Bilal'in ise, bu heyecanı kaldıracak takati yoktu, tekrar vedalaştı Medinelilerle, attı yine kendini Şam cephelerine..!

Hayata veda zamanı gelip olume el sallarken Bilal, 'Yarın dostlara kavuşacağız! Muhammed ve yanındakilere..!' diyordu. Bunu duyan hanımı bir taraftan ağlıyor, diğer yandan da dovunup cırpınıyordu. Teselli yine Bilal'e duşmuştu:

'Bir vuslat bu. Ne mutlu bize!'

Hicretin uzerinden 20 yıl gecmişti. Bilal, 60 kusur yılı geride bırakırken, fena ve faniye de veda ediyor, ebedi dostlukla bitmeyecek bir vuslat yaşıyordu.

Bilal..! Muezzinimiz..!

Medine, Mekke, Hicaz derken, bugun ezanın dunyaya yayıldı, ey Bilal! Sadece dunku Medine değil, butun dunya bekliyor ezanını bugun..! Belki sesimiz kısık, sosyal talebimizi seslendirecek bir Omer yok aramızda, hatırı sayılan..! Seninle hasbihal edebilecek kametten yoksunuz... Boynuna sarılıp yalvaracak bir Hasan ve Huseyin'den de mahrumuz bugun..! Bir fetret yaşıyoruz ki sorma..! 'Gel artık!' diyebilecek ne dudaklarımızda fer, ne de dizlerimizde derman kaldı. Bir bukuk boynumuz var; akışı değiştireceğine inandığımız bu acziyetimizle, halimiz bir lisan, gozlerimiz rahmet kapısında ve ezanımızın okunacağı gunu, bayram yaşayacağımız anı bekliyoruz..!
__________________