Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde “İnsanlar imtihandan gecirilmeden sadece iman ettik demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar?” (Ankebut, 2) ayetiyle bizleri uyarıyor. İmtihanın şeklini ise, tıpkı gecmiş ummetleri “bazen nimetlerle, bazen musibetlerle imtihana cektiği” (Araf, 168) gibi, “Sizi bir imtihan olarak iyilikle de kotulukle de deneyeceğiz.” (Enbiya, 35) buyurarak haber veriyor. Şu halde hepimiz dunya yolculuğumuzda az veya cok, nimetle de kulfetle de karşılaşacağız. Bu yolculuğun sonunda felaha ulaşmamız, karşılaştığımız genişlik veya darlığın yuruyuşumuze engel olup olmamasıyla ilgili. Her halukÂrda dik durup istikamet uzere yol almak ise ancak imanla, ama amel halinde tezahur eden kÂmil bir imanla mumkun. İmanın hayat icindeki gorunumune, darlık zamanında ise “sabır”, bolluk zamanında ise “şukur” diyoruz.
Ashabıyla sukut halinde otururlarken Rasul-i Ekrem s.a.v.’in mubarek simalarında bir tebessum beliriverir bir defasında. Sahabenin soran bakışlarını fark edince şoyle buyurur Efendimiz:
“Muminin durumu ne kadar şaşırtıcıdır! Zira her işi onun icin bir hayırdır. Ustelik bu başkasına değil, sadece mumine has bir durumdur. Ona memnun olacağı bir şey gelse şukreder; bu hayırdır. Hoşlanmadığı bir zarar gelse sabreder; bu da onun icin hayır olur.”
Sabır ve şukur, muminin şiarı olan iki haldir demek ki. Yahut yine bir hadis-i şerifte buyurulduğu gibi, “Sabır ve şukur, imanın iki yarısıdır.” İman edenlere ozgu bu iki halin hem “hayır” diye nitelenmesi hem de Efendimiz s.a.v.’i tebessum ettirecek kadar sevindirmesi, muminin bunlarla felah bulacağına, ebedî saadete erişeceğine işaret olmalıdır. Oyleyse sabır ve şukur mumini cennete vardıran iki kanat gibidir. Bu iki kanat, iman edenleri dunya hayatında da “aşağıların aşağısı”ndan kurtarıp yukseklerde tutarak, onların izzetini muhafazaya vesiledir.
Peki, mumin sabır ve şukurle nasıl kanatlanacaktır? Bu mazhariyet neden sadece mumine ozgudur? Yukseklerde pervaz vurabilmek, cennete doğru ucabilmek icin bu bir cift kanat nerede, nasıl cırpılacaktır?
Dunya imtihan dunyası
İman dil ile ikrardan, sadece bir soylemden ibaret değil. Kalp ile tasdik edilmesi ve bu tasdikin davranışlarımızı belirlemesi, hayatımıza yon vermesi gerekiyor. Hepimiz bir imtihandan geciriliyoruz dunya hayatında. Bazen yoklukla, bazen varlıkla sınanıyoruz. Bugun varlık icinde yaşayanların yarın fakr u zaruret icine duşmeyeceğinin garantisi yok. Bolluk ve rahatlıkta şımarıp kulluğumuzu unutuyor, darlık ve sıkıntıda umitsizliğe kapılıyorsak, biz muslumanız, iman edenlerdeniz demek bir anlam taşımıyor.
Bu nedenle Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde “İnsanlar imtihandan gecirilmeden sadece iman ettik demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar?” (Ankebut, 2) ayetiyle bizleri uyarıyor. İmtihanın şeklini ise, tıpkı gecmiş ummetleri “bazen nimetlerle, bazen musibetlerle imtihana cektiği” (Araf, 168) gibi, “Sizi bir imtihan olarak iyilikle de kotulukle de deneyeceğiz.” (Enbiya, 35) buyurarak haber veriyor.
Şu halde hepimiz dunya yolculuğumuzda az veya cok, nimetle de kulfetle de karşılaşacağız. Bu yolculuğun sonunda felaha ulaşmamız, karşılaştığımız genişlik veya darlığın yuruyuşumuze engel olup olmamasıyla ilgili. Her halukÂrda dik durup istikamet uzere yol almak ise ancak imanla, ama amel halinde tezahur eden kÂmil bir imanla mumkun. İmanın hayat icindeki gorunumune, darlık zamanında ise “sabır”, bolluk zamanında ise “şukur” diyoruz. Bunun icin hadis-i şeriflerde sabır ve şukrun sadece muminlere mahsus iki hal olduğu yahut sabır ile şukrun imanın varlığına delil teşkil ettiği ifade buyuruluyor.
Once iman
Sabır ve şukur, tıpkı iki kanat gibi karşıt taraflarda mumine destek olduğu icin zahiren farklı gorunse de aslında birdir. İkisi de imanın, yani Allah’ın varlığını ve birliğini idrakin tezahurudur. Coğu zaman ic icedirler. Sabırda şukur, şukurde sabır vardır. Kur’an-ı Kerim’de bircok ayette olaylardan ibret alıp hakikati gorebilme imkanı olarak sabır ve şukur birlikte anılır. Hz. Peygamber s.a.v., “Yemek yiyip şukreden, oruc tutup sabreden gibidir.” buyurmuştur. Hz. Omer r.a.’ın da, “Sabır ile şukur iki binek olsa, hangisine binersem bineyim aldırmam; ikisi de aynı derecede makbulumdur.” dediği rivayet edilir. Gerci Hz. Omer r.a.’ın sozunde sabır veya şukru gerektiren haller arasında fark gorulmediği anlamı da vardır ve bu yaklaşım “Kahrın da hoş, lutfun da hoş” dedirten yuksek bir mertebeye nailiyetin işaretidir ama sonucta o mertebe de imanın mukafatıdır.
Sabır ve şukrun “bir”liği mademki ikisinin de “iman”dan kaynaklanması hasebiyledir, sabreden ve şukreden bir kul olabilmek icin kÂmil bir imanın varlığını zaruri kılar. Bu durum, sabır ve şukur hususunda acz gosterenlerden isek, oncelikle imanımızı sağlamlaştırmamız gerektiğini soyler bize. Boyle bir hakikati hep hatırda tutmak kaydıyla biz yine sabır ve şukru ayrı ayrı ele almaya calışalım.
Sabır nedir?
Sabır, coğu kimsenin zannettiği gibi bir eylemsizlik, tepkisizlik, edilgenlik yahut acizlik hali değildir. Bir direniştir, kararlılıktır, dik durma cabasıdır, surekli bir mucahededir. Yiğitliği gerektirir. Maruz kalınan turlu zorluklara, şeytanın, dunyanın, nefsin yonlendirmelerine karşı dinin; dinin muhayyer bıraktığı durumlarda ise akl-ı selimin olculerini korumak icin gosterilen gayrettir sabır. Bu gayret, karşılaşılan zorluğun niteliğine gore bazen kararlılık ve sebat, bazen tahammul yahut katlanma, bazen de sakınma veya kendini dizginleme şeklinde olur. Aynı sebepledir ki kaynaklarımızda sabır, “itaat ve ibadete sabır”, “musibete sabır”, “masiyete sabır” diye uc başlık altında anlatılır. Fakat butun sabır ceşitlerinde ortak zemin, “şartlar ne olursa olsun, dinin olculerinde ısrar ve kulluk edebini muhafaza”dır.
Kalbî bir eylem olan sabır, birtakım davranışlar halinde dışa vurulur ve bazen zahire yansıyan bu davranışlarla da tarif edilir. Feryat ve şikayetten kacınmak, paniğe kapılmamak, tedirginlikten, acelecilikten, hırcınlık ve huysuzluktan uzak olmak, umit ve cesaretini kaybetmemek, yumuşaklık ile, teenni ile sukûnetini korumak, istikametini bozmamak sabrın tezahurlerindendir.
Bu davranışlar insanın iradesi dışında bir mecburiyetin, gonulsuz bir direnişin, sabırlı gorunme cabasının eseri de olabilir. Buna “zoraki sabır” anlamına “tasabbur” denir. Sabra alıştırması sebebiyle reddedilmemekle birlikte, asıl sabır “sabr-ı cemil”, yani “guzel sabır” denilen gonullu sabırdır. Sabr-ı cemil, kalbî bir tasdik ve itminanın eseri olduğundan sahibine huzursuzluk vermez.
Sabr-ı cemil
Guzel sabırda mumin icin sayısız hayırlar vardır. O hayırlardan bir kısmı Kur’an-ı Kerim’de zikredilir. Mesela sabır “felaha ermenin şartı”dır (Âl-i İmran, 200). “Mağfiret, rahmet ve hidayet”e vesiledir (Bakara, 157). Sabredenlere “hesapsız mukafat” vaat edilmiştir (Zumer, 10). Ve Bakara suresinin 153. ayetinde buyurulduğu gibi “Şuphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir.” Oyle olduğu icindir ki sabır, Cenab-ı Hakk’ın yardımını celp eder. Zaferler ancak O’nun yardımıyla kazanılabildiği icin de “Sabrın sonu zaferdir.” yahut “Sabrın sonu selamettir.” denilmiştir.
Guzel sabır, muminin olgunluğuna da işarettir. Onu bu dunyada da aziz eyler. Sabırsızlık bir ceşit cocukluktur cunku. Nitekim coğu insan, cocukken elinden alınan basit bir oyuncaktan dolayı ağlayıp sızlayarak kıyametler kopardığını hatırlar da bunu cocukluğuna verip guler. Artık buyuyup olgunlaştığını duşunmektedir. Fakat kendisi farkında olmasa dahi hÂl oyuncağı elinden alındığında ağlayıp sızlamayı surdurmektedir. Boylelerine “cocukluk” yaptığını fark ettirmeyen şey, elinden alınanların “oyuncak” olmadığına inanmasıdır. Buyumuşlerdir ama dunya hayatının “bir oyun ve eğlence” olduğunu, sonunda ahirete uyanacağımız bir ruya gorduklerini anlayamamışlardır.
İbadet ve taatte sabır
Allah’a kulluk etmekle, bu kulluğun ve bize verilen nimetlere şukrun gereği olarak birtakım ibadetleri, belirli vazifeleri yapmakla mukellefiz. Taat ve ibadetteki sureklilik ile bunların erkÂnına riayet sabır gerektirir. Halbuki nefsin tabiatında Allah’a kulluğumuzu unutturan benlik vardır, ibadetler karşısında tembelliği ve rahatlığı tercih vardır. Mesela insanı ya namazdan uzaklaştırır ya da namazı aceleyle, zorlanarak, adeta bir engeli bir an evvel “aradan cıkarmak” duygusuyla kıldırır. Nefs, hazza odaklıdır; aclığa ve susuzluğa, kalbi haz veren kotuluklerden koruyup oruc tutmaya yanaşmaz. Nefsin tabiatında cimrilik vardır; zekÂt vermemek, tasadduk etmemek, hacca gitmemek, cihattan kacmak icin bin turlu bahane uretir. Farz olan ilimleri oğrenmek ve oğrendikleriyle amel etmek, rızkını calışarak helalinden aramak işine gelmez.
İşte nefsin taat ve ibadetimizi engelleyen bu tasallutu karşısında sabır şarttır. Bunun icin ibadetlerde niyetin sahih olmasına, gosterişten uzak durmaya, usul ve erkÂnına harfiyen riayete, acele etmemeye ozen gosterilmeli, bu hususlarda ısrarcı olunmalıdır. İbadetleri edadan sonra da yapılan ameli boşa cıkaracak davranışlardan, mesela bu vesileyle kendini beğenmekten, ovunmekten, yalan soylemekten, haksızlıktan… uzak durulmalıdır.
Ozellikle dinin emrettiklerini yapmak icin gosterilecek sabırdaki samimiyet ve ısrar, bir muddet sonra Allah’ın yardımıyla o sabrı kulfet olmaktan cıkarıp zevke donuşturerek kolaylaştıracaktır. İbadetlerde sabır, sabrı kazanmanın, alışkanlık haline getirmenin en pratik yontemidir aynı zamanda.
Ancak sabredip hayır kazanacağım diye bir kimsenin kendi bedenine zarar verecek yahut aile fertlerinin meşru haklarını ihlal edecek derecede yemeyi, icmeyi bırakmasına, nafile ibadetleri coğaltmasına cevaz yoktur.
Musibetlere sabır
Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de bizleri “biraz korku, biraz aclık, biraz da mallardan, canlardan, urunlerden eksiltme ile imtihan edeceğini” (Bakara, 155) haber veriyor. Bu ilahî kanun her an her yerde, afetler, kazalar, olumler, hastalıklar, işlerin bozulması gibi musibetlerle hukmunu yurutuyor. Boyle durumlarda bağırıp cağırarak şikayetten, kendimizi kaybedecek kadar sarsılmaktan, umitsizlikten kacınmamız, sabr-ı cemil ile dayanmamız isteniyor bizden. Musibetler karşısındaki guzel sabır, vurgunun hissedildiği ilk andaki sabırdır. Daha sonra zaten caresizlikle ve alışmak suretiyle sergilediğimiz sukûnet hali ovulen bir sabır değildir.
Musibetler karşısındaki sabr-ı cemilin belirtisi, kişinin ilk andan itibaren edep ve ciddiyetini muhafaza etmesi, halini diğer insanlara şikayet konusu yapmamasıdır. Ozellikle yakınlarımızın olumunden dolayı kalbimizin mahzun olması, sessizce gozyaşı dokmemiz şikayet veya sabırsızlık sayılmaz. Bağırıp cağırarak ağlamak, dovunmek, birilerini suclamak, uğradığı musibet sebebiyle her zaman yaptığı meşru işi veya her zamanki kıyafetini giymeyi terk etmek şikayet sayılmıştır. Boyle davranışlar muslumanın vakarını zedelediği gibi, yaşanılan acıyı daha da artırır. Ustelik kişiyi ilahî takdire itiraza veya isyana sevk ederek daha kotu ve daha buyuk bir musibete yol acma ihtimalini barındırır. Bu tehlikelerden korunmamız icin musibetle karşılaşılan ilk anda ayaktaysak oturmamız, oturuyorsak uzanmamız, yaptığımız işi değiştirmemiz, mumkunse bir nebze uyumamız, abdest almamız veya namaza durmamız tavsiye edilmişse de sabr-ı cemil ile mukabelenin şartı, yaşananların hikmetini anlayabilecek bir kalbe sahip olmaktır, denilmiştir.
Musibetlerdeki hikmetlerden biri, bircok hadis-i şerifte belirtildiği gibi, bunların gunahlarımıza kefaret sayılmasıdır. İkincisi, bizim şer bildiğimizde hayır olabileceği ihtimalidir. Ucuncusu de “Bir musibet bin nasihatten evlÂdır” sozuyle anlatıldığı gibi sıkıntı ve mahrumiyetlerin bize ahireti, dunyanın faniliğini, cehennem azabını hatırlatmasıdır.
Sabır ne değildir?
Fakat hem bunlar, hem sabrın ovulmesi, musibetleri talep anlamına gelmemelidir. Aksine musluman, canını, malını, şerefini korumakla mukelleftir. Sabır, musibet geldikten sonraki caresizlik halinde olur. Yoksa sabrediyorum diye dikkatten, tedbirden, tedaviden, tehlikelere karşı kendimizi savunmaktan kacınmak; uğranılan bir felaketten sonra meşru telafi imkanlarına başvurmamak asla caiz değildir.
Ote yandan maruz kaldığımız musibetlerin bir kısmı insanlardan kaynaklanmış olabilir. Zalimlerin tasallutu altında kalabilir, iftiraya uğrayabilir, fitneye taraf olmaya zorlanabiliriz mesela. İffetimize, şerefimize, mukaddesatımıza saldırılarla karşılaşabiliriz. Bir kısım cevreler alenen gunah işleyerek toplumu ifsat ediyor olabilir. Boyle durumlarda pasif kalmanın, kotulukleri sineye cekmenin sabırla alakası yoktur. Sabır, her halukÂrda Kur’an ve Sunnet’in hukumlerine uyma kararlılığıdır ve bu ahkÂm, yerine gore karşı koymayı, mudahaleyi, risk almayı da emreder. Cunku esas olan ahireti kazanmaktır. Bunun icin cihatta olduğu gibi bazen dunyayı vermek gerekebilir. Dunyayı veya dunya hayatını elde tutmak uğruna şerre ve kufre rıza sabır değildir. Şerre rıza şer, kufre rıza kufurdur. İyiliği emretmek, kotulukten sakındırmak hepimizin boynunun borcudur. Kotuluğe, kufre, şerre, gucumuz nispetinde elimizle veya dilimizle mudahale imanımızın gereğidir. Efendimiz s.a.v., bunları yapamıyorsak, hic değilse kalben buğz etmemizi tavsiye buyurmuş, ama bunun zayıf bir imanın mudahalesi olduğunu da ozellikle belirtmiştir.
Allah TealÂ, “İzzet Allah’a, O’nun Rasulune ve muminlere mahsustur.” (Munafikun, 8) buyuruyor. Zillete, tembelliğe, duşkunluğe mahkûm eden bir katlanmanın sabır olamayacağı cok acık. Tabii bu arada kotuluklere mudahaleyi mutlaka hiddet gostermek gibi anlamamak; bu işin telaş etmeden, basiretle, nezaketli bir uslupla yapılmasının daha guzel olduğunu unutmamak da gerekir.
Masiyete duşmemek icin sabır
Nefsin hevasına, dunyanın cazibesine, şeytanın hilelerine kanmadan, gunaha ve haramlara yonelmemek icin kişinin kendine hakim olması, sabrın en faziletlisidir. Surekli bir mucahedeyi gerektirmesi, karşı tarafın cok guclu olması sebebiyle de sabrın en zorudur. Rasul-i Ekrem s.a.v.’in “buyuk cihat” diye nitelediği, buyuklerin “takva” saydığı ahlÂkî bir tutumdur bu. Her turlu şehveti dizginlemek, ofkeyi yutabilmek, kotuluğe iyilikle mukabele etmek, bağışlamayı sevmek, cahil kimselerin kabalığını hoş gormek, kibir ve ovulme yerine tevazuyu secmek, tokgozlu ve kanaatkÂr olmak, istikametini bozmamak bu sabırla mumkundur. Gunahlara ve haramlara tahammulun, sonunda gelecek azaba tahammulden daha kolay olduğunu akledenlerin, her dem Allah’ı ve ahireti hatırlayanların harcıdır.
Masiyete duşmemek icin sabır, en cok bolluk ve afiyet halinde lazımdır insana. Cunku ac bir kimsenin yanında yiyecek varken gosterdiği iradî sabır, yanında yiyecek yokken gosterdiği mecburî sabırdan daha zordur. Varlık, rahatlık, konfor, insanı kolaylıkla sefahate surukleyebildiği icindir ki, varlıkla imtihanın yoklukla imtihandan şiddetli olduğu soylenmiştir. Allah’tan isterken mal mulk, mevki makam değil, “hayırlısı” istenmelidir bu yuzden.
Kur’an-ı Kerim’de mallarımıza, cocuklarımıza ve zevcelerimize, Allah’ın zikrinden alıkoyacak şekilde duşkun olmaktan sakınmamız, biraz da bu cercevede emredilmiştir. Bu ayetlerin (Munafikun, 9) ve (Teğabun, 4)’te olduğu gibi muminlere hitaben gelmesi ise hepimizi duşundurmelidir.
Şukur nedir?
Nimetle imtihan edildiğinde muminden beklenen şukurdur. Bir minnettarlığın ifadesi olan şukur, bircok ayet ve hadiste belirtildiği uzere, nimetlerin artırılmasına, doğru yola iletilmeye, cehennem azabından kurtulmaya vesiledir. Az veya cok, ikram edilen bir nimete, bir iyiliğe teşekkur, ahlÂkî bir borc, bir nezaket kuralıdır bilindiği gibi. Oyleyse araya vesileler girse de gercekte butun hayır ve nimetleri bize ihsan eden Allah TealÂ’ya teşekkur, bir nezaket kuralı olmaktan ote kulluk vazifemizdir, kacınılmaz bir mukellefiyettir. Hem bu kulluk vazifesini yerine getirmek hem de vesile olduğu hayırlardan istifade icin, butun şartlarına uymak suretiyle Allah’a cokca şukretmemiz gerekmektedir.
Şukrun birinci şartı nimeti fark etmek, verilenin “nimet” olduğunu bilmektir. İkincisi, bize o nimeti vereni gormek, ikramından dolayı ona minnet, hurmet ve muhabbet duymaktır. Ucuncusu de bahşedilen nimeti, o nimeti verenin rızası istikametinde kullanmaktır. Bu demektir ki şukur sadece sozle olmaz, ameli de gerektirir. Nitekim ibadetlerimizin hepsi, Allah’a karşı şukur vazifemizin, minnettarlığımızın amel halinde ifasıdır.
Şunu da hatırlatalım ki ister sozle, ister ibadetle, ister başka hayır hasenatla ifade edilmiş olsun, şukur nimetin bedeli değildir. Cunku bir insan hayatı boyunca şukretse, gece gunduz hic durmadan namaz kılsa, herhangi bir organının, bir tek nimetin bedelini bile odemiş olmaz. Kaldı ki Cenab-ı Hakk’ın, kullarının teşekkurune ihtiyacı da yoktur. Şukur, Allah’ın azameti karşısında kulun aczini fark ve itiraf etmesi, haddini bilmesidir. Minnettarlığını gostermek suretiyle Allah katındaki derecesini yukseltme cabasıdır. Bu nedenle Kur’an’da (Neml, 40) Hz. Suleyman a.s.’a soyletildiği gibi, “Her kim şukrederse, kendi iyiliği icin şukretmiş olur.”
Nimeti fark etmeyince
Buna rağmen Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği gibi Allah’a “şukreden kullar pek azdır” (Sebe, 13), istediği her şeyden sayısız nimete nail olduğu halde “insan cok nankordur” (İbrahim, 34). Bu şukursuzluk veya nankorluğun sebeplerinden biri, nimeti fark edemeyişimizdir.
“Nimet” deyince coğumuzun aklına bu dunyada sonradan ele gecen ve herkeste olmayan imkanlar gelir. Yaradılıştan gelen, Allah’ın bize hicbir dahlimiz olmadan bahşettiği imkan ve yeteneklerin de, belki herkese verilmesine aldanarak, birer nimet olduğunu unuturuz. Halbuki yaratılmış olmak nimettir, sağlık nimettir, zaman nimettir, aldığımız hava, ictiğimiz su nimettir, akıl nimettir, el, ayak, goz, kulak gibi uzuvlarımız, ustelik paha bicilemeyecek kadar kıymetli birer nimettir. Hasılı, insana ikram edilen nimetler Kur’an’ın ifadesiyle “saymakla bitirilemeyecek” kadar cok ve ceşitlidir. Bunların kıymeti ancak kaybedildikten sonra anlaşılıyorsa, ortada “nimeti bilmemek” gibi bir gaflet var demektir. Şukursuzluğun ilk sebebi işte bu gaflettir.
Nimeti fark edememe gafleti bazen de yanlış tarafa bakmaktan dolayı Ârız olur insana. Hadis-i Şerif’te “Dunyalık nimetler hususunda bizden daha aşağıda bulunanlara; ahiret işlerinde, ibadet, taat ve ahlÂkta ise bizden daha yuksekte olanlara bakmamız” emredilmişken, bunun tersini yapmak hem şukursuzluğe yahut nankorluğe, hem de kulluk vazifelerimizde gevşemeye yol acmaktadır. Gozunu daha iyi dunyalık imkanlar icinde yaşayanlara dikip onlara imrenenler sadece nankorluk etmiş olmakla kalmaz, haset, kıskanclık ve gonul darlığıyla dunyalarını zindana cevirirler.
Arada bir de olsa hastaneleri, hapishaneleri, aşevlerini, cocuk yuvalarını, huzurevlerini ziyaret edip boyle bir gafletten kurtulmanın caresine bakmalıdır.
Kime şukretmeliyiz?
Şukursuzluğun bir diğer sebebi, insanın nimeti vereni, nimetin asıl sahibini gorememesidir. Bu yuzden coğu kişi elde ettiği bir hasılayı kendinden, kendi gayretinden bilir. Elbette bir kısım nimet ve imkanlara ulaşmak icin calışmamız, gayret gostermemiz şarttır. Ama tevfik Allah’tandır. Yani başarıya, istenilen sonuca, arzulanan nimete ancak Allah’ın dilemesiyle ulaşılabilir. Bizim gayretimiz, Allah’ın takdir eylediği başarının sebeplerinden biri olabilir belki. Boyle olsa dahi sebepleri yaratan da, bir maksat uğrunda gayretimiz icin isteği, iradeyi, sağlığı, enerjiyi, kısaca gerekli butun imkanları veren de, ulaştığımız nimeti oraya koyan da Allah TealÂ’dır. Kul, işte butun bunları hesaba katmadığı icindir ki “Ben calıştım, ben kazandım!” diyerek Allah’a şukretme ihtiyacı duymaz, nankorlerden olur. Bazen de nimetle o nimeti veren Cenab-ı Hak arasına kulun kendisi ve cabası değil ama Allah’ın vesile kıldığı başka insanlar perde olur. Mesela birisi sizin bir muşkulunuzu cozmuş, size bir yardımda, bir iyilikte bulunmuştur. Ona minnettar kalır, teşekkur edersiniz. Bu guzel bir davranıştır, ovulen bir tutumdur. Mutlaka insanlara teşekkur edilmelidir. Fakat size ulaşan bir iyilik, ikram, yardım icin o insanları vesile kılan, o insanlara imkan veren Allah TealÂ’ya şukur de unutulmamalıdır.
Zahiren kimden veya nasıl gelmiş olursa olsun her hayrın, her nimetin Allah’tan, Allah’ın yardımıyla ihsan edildiğini bilmek şukurdur. Ve kulun bu bilincle şukredebilmesi de ayrıca şukru gerektiren bir buyuk nimettir.
Her nimet bir davettir
Biz yukardan beri şukursuzluğun, nankorluğun sebebi diye sayıp geliyoruz ama aslında bunlar birbirine bağlı. Nimeti fark etmeyince onu vereni de hatırlamıyorsunuz. Nimeti vereni gozetmemek, o nimetin nicin verildiğini duşunmeyi de engelliyor ve nihayet Allah’ın bahşettiği nimetleri O’nun rızası hilafına kullanıp nankorluğun en kotusune duşebiliyor insan. Halbuki Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği her nimet bizi hakka ve hayra davettir. O davete icabet şukurle olur. Bu anlamda şukur, kulun nail olduğu nimetleri Allah’ın istediği şekilde kullanıp O’na yonelmesi, butun yeteneklerini, butun imkanlarını Allah’ın rızasını kazanmak icin seferber etmesidir. Dolayısıyla farzları yerine getirmek, ibadetleri aksatmamak, Sunnet’e uymak, haramlardan ve mekruhlardan kacınmak, gunahları terk etmek şukurdur. Yahut dil ile “Allah’a şukurler olsun” deyip, “Elhamdulillah” deyip gunah işlemeye devam etmek, haramlardan sakınmamak şukur değildir.
Kaynaklarımızda, şukrun dil ile ifadeden başka amel ile de yapılması gerektiğini anlatmak uzere, sahip olduğumuz butun uzuv ve yeteneklerin, butun imkanların şukru tek tek sayılır bu yuzden. Mesela denir ki, dilin şukru yalan, gıybet, iftira, mÂlÂyani sayılabilecek sozlerden sakınıp zikretmesidir. Gozun şukru harama bakmamak, musluman kardeşinin ayıbını gormemek, olaylara ibretle nazar eylemektir. İlmin şukru bildiğiyle amel etmek, emr-i bi’l-maruf yapmaktır. Malın veya servetin şukru zekÂttır, sadakadır. Bu boyle uzar gider. Allah TealÂ’nın insana ikram ettiği sayısız nimetlerin en buyuğu, en kıymetlisi “iman”dır. Oyleyse en cok imanı muhafazaya ozen gostermeli, en cok imanın şukrunu edaya calışmalıdır insan.
İman, ancak sabır ve şukurle muhafaza edilir, sabır ve şukurle canlı tutulur.
En buyuk nimet iman
Kuşeyrî’nin “Risale”sinde gecer: Adamın biri, tasavvuf yolunun buyuklerinden Sehl b. Abdullah k.s. hazretlerine gelir, evine bir hırsız girdiğini, nesi var nesi yoksa alıp gittiğini anlatarak, bu durumda ne yapması gerektiğini sorar. Hazret, “Şukretmelisin!” buyurur. Adamın şaşırdığını gorunce de şoyle der: “Evet, Allah TealÂ’ya şukretmelisin. Bunlar dunyevî musibetlerdir. Ya musibet malına değil de dinine gelse, şeytan kalbine girse, vesveseyle aklını karıştırıp imanını calsaydı ne yapacaktın?”
Cenab-ı Hakk’ın insana ihsan ettiği en buyuk nimet imandır. Oyleyse en cok imanı muhafazaya itina gosterilmeli, iman nimeti icin her zaman şukretmeliyiz. Bir muminin bu dunyada en fazla korkup sakınacağı musibet de, imanını, İslÂm’ı yaşama şevkini kaybetmesidir.
Taşın Oğrettiği Sabır
Buyuk Şafiî fakihi İbn Hacer el-Heytemî’nin asıl adı Ahmed b. Muhammed’dir. Onun “taşın oğlu” anlamına gelen “İbn Hacer” lakabıyla anılması bazı kaynaklarda şoyle bir olaya dayandırılır:
Rivayete gore cok kucuk yaşlarda iken ilim tahsiline başlayan İbn Hacer, dersleri anlamakta gucluk cekmekte, arkadaşlarından geri kalmaktadır. Bu durum onun oğrenme arzusunu giderek koreltir, kafasının kalın olduğuna hukmederek tarla işleriyle uğraşmak uzere koyune donmeye karar verir.
Sıcak bir yaz gunu yola koyulmuştur. İyice yorulduğu bir demde karşısına cıkan bir mağaranın serinliğinde dinlenmek ister. Sığındığı mağaranın tavanında belli belirsiz bir su sızmakta, bu sızıntı cıktığı noktada birikip dakikalar sonra artık tutunamayacak kadar buyuduğunde kucuk bir damla olarak yerdeki taşın uzerine duşmektedir. İbn Hacer’in gozu damlanın duştuğu taşa takılır. Taş oyulmuştur. Oysa taş sert, su damlası ipek kadar yumuşaktır. Buna rağmen bu zayıf gibi gorunen damla kim bilir kac senedir surdurduğu ısrarla, sebatla bu kadar sert bir taşı delmiştir. İbn Hacer kendi kendine “Benim kafam şu taştan daha sert değil ya!” der; “Ustelik ben şu bir damla sudan daha gucluyum”.
Doner, ilim tahsiline sabırla devam edip yılmadan calışarak buyuk bir alim olur. Ve o gun bugun, onu hal dili ile ilme yonlendirenin bir taş olması sebebiyle İbn Hacer diye anılır.
Şikayet Etmeden Once
Bir adam, Tabiîn’in buyuklerinden Yunus b. Ubeyd’in Basra’daki dukkanına gelmiş, yoksulluktan yakınıyordu. Son derece mutsuz bir adamdı bu. Bazıları gibi parası pulu, malı mulku olmadığı icin kendisini fakir sayıyordu ve bu durumdan hoşnut değildi. Yunus b. Ubeyd ona şoyle dedi:
– Gormeni sağlayan şu gozlerin olmasaydı da yuz bin dirhem paran olsaydı, bu seni mutlu eder miydi?
Adam, tereddutsuz “Hayır!” diye cevap verdi.
– Peki ellerin olmasaydı da yuz bin dirhem paran olsaydı, bunu ister miydin?
Adam yine kesin bir dille “Hayır!” dedi.
Yunus b. Ubeyd, insanın sahip olduğu uzuvların bir kısmını daha tek tek sayıp adama bunların yerine parayı tercih edip etmeyeceğini sordu ve her defasında da aynı cevabı aldı. Nihayet şunları soyledi ona:
– Bakıyorum uzerinde yuz binlerce dirheme değişmeye razı olmadığın nimetler var ve sen hÂl yoksulluktan yakınıyorsun!
Bugun de dilimizle ve kalbimizle şikayete yeltenmeden once nelere sahip olduğumuzu şoyle bir duşunmekte fayda var.
__________________
Cennete Ucuran Kanat : Sabır ve Şukur
Dini Bilgiler0 Mesaj
●33 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- İslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Cennete Ucuran Kanat : Sabır ve Şukur