
Allah’a dost olmak
Birgun Cebrail (A.S.) Rabbu’l-Alemîn’den soruyor: “Ey Rabbimiz, diyor, şu anda senin yanında en makbul kulun kimdir acaba? Lutfen bana haber ver, onu gorup tanımak istiyorum” Rabbu’l-Âlemîn de Cebrail’e: “Falan şehre git, filÂn yerde bir kopru vardır, şafaktan evvelki bir saatte orada bulun. İlk once o kopruden gecen bu zamanda en makbul kulum o dur.”
Cebrail (A.S.) emredilen memlekete gidip şafaktan evvel koprunun başında bekler. Bakar ki; fakir, kendi halinde bir adam, omuzunda bir ip olduğu halde cıkıp gelir. Doğruca kopruden gecip su başına giderek abdest alır. Seccadesini yayıp sabah namazının sunnetini kılar. Şafak atınca farz namazını da kılar. Sonra oturup da guneş doğuncaya kadar virdini ceker. Guneş doğunca kalkıp odun toplar. Topladığı odunları ‘sırtlayıp şehre doğru gitmeye başlar. Tam koprunun ustune gelince karşıdan bir atlı belirir. Ayağında cizme, elinde kamcısı olduğu halde o da kopruye gelir. O sırada atı birden urkerek uzerindeki suvariyi yere atar. Yerden kalkan suvari sofiye, sen benim atımı urkuttun, diye elindeki kamcıyla vurmaya başlar. Fena halde dover. Sofî’den İse hic ses cıkmaz. Suvari dayağını bitirip atına binmeye gidince, sofi ondan evvel koşup atının başını tutarak suvarinin binmesine yardım eder. Suvariye, “benim yuzumden attan duştun, ustun hep toz toprak oldu, ozur dilerim, beni affet” diyerek helÂllık ister ve “eğer hakkını helÂl etmezsen, vallahi atının başını bırakmam” der. Atın dizginlerini tutup durur. Suvari nihayet bırak, git, İşte, helal ettim. Allah belÂnı versin” deyince sofi atı bırakır Suvari yoluna devam ederken sofi de odunlarını sırtlamak uzere odunlarının yanına gelir. Tam odunlarını sırtlayıp gideceği zaman Cebrail (A.S.) oradan cıkıp sofiyi durdurur.
-“Vallahi seni bırakmam. Eğer bana Cibril-i Emin’in yerini soylemezsen giden suvariden yuz defa daha fazla seni dover, ondan sonra da kopruden aşağıya atarım” der. Sofi feryad u figan ederek: “Aman ben fakir, ben bicare, ben yuzukara bir kimseyim, nereden, Cibril-i Emin’in yerini bilebilirim, onu nerden gormuşum ki tanıyayım” diye yakınır ise de Cebrail (A.S.), “Hayır elimden kurtulamazsın, vallahilazîm, eğer Cebrail’in yerini soylemezsen seni fena halde dover, sonra da kopruden aşağıya atarım.” diyerek ısrarına devam eder.
Sofîye kanaat gelir ki bu adam dediğini yapacak kendini dovup kopruden atacak. Caresiz olduğu yerde oturur, gozlerini yumar, oylece bir muddet rabıtada kalır, sonra gozlerini acıp Cebrail’e (A.S.) Allah’a kasem ederim ki, butun gok tabakalarını aradım, Cibril-i Emîn gokte değildi. Yer tabakalarını aradım, orada da bulamadım. Butun dunyayı dolaştım, yine yoktu. Geriye yalnız biz ikimiz kaldık, ya sen Cebrail’sin yahutta ben. Kendimin Cebrail olmadığını biliyorum, geriye sen kalıyorsun, oyleyse Cebrail senden başkası değildir” diyor. Bunun uzerine Cebrail (A.S.) elini beline vurup, “Allah dostluğu sana mubarek olsun.” diyerek oradan ayrılıyor.
İşte Allah yolu boyledir. Sofinin hic kabahati olmamasına rağmen suvariden o kadar dayak yediği, kamcılandığı, tokatlandığı halde sabretti, tahammul etti, ustelik ondan ozur diledi. İşte boyle, insan sabırlı olmalı, işlerini Allah’a bırakmalı. Kendisine zulum eden olursa onu Allah’a havale etmesi daha makbuldur. Allah’ın kuvveti insanınki gibi değildir.
Her zaman sabır ve tahammul ehli olmaya calışmalıdır. Herhangi bir ummet-i Muhammed kendisine hakaret ederse ummet-i Pey*gamber (A.S.V.) olmanın hatırı icin onu hoş gorup helÂl etmesi daha uygundur.
Emiru’l-mu’minîn Hazret-i Omer’in oğluna birisi hakarette bulunmuş, ona sovmuştu. O da gelip babası mu’minlerin emiri butun islÂm Âleminin hukumdarı olan Hazret-i Omer’e şikÂyet ederek falanca bana hakaret etti, diyor. Hazret-i Omer cevaben, “Onu affet evlÂdım” buyuruyor. Oğlu ise “Hayır, babacığım, yaptığı hakaretlere kar*şı onu affedecek gucu kendimde bulamıyorum, affedemem, affetmeye tahammulum yoktur.” cevabını verince, Hazret-i Omer: “Oyleyse git sana soylediklerinin aynısıyla mukabelede bulun, dikkat et, sakın fazla bir şey demeyesin onun soylediğinden ki, Peygamberin (A. . S.V.) şeriatına muhalif bir durum doğmuş olmasın.” İşte İnsan boyle hareket etmeli, şeriata muhalefet etmemeye cok dikkat gostermelidir. Bu da daima sabır ve tahammul ehli olmakla mumkun olur.
Şeriata muhalif bir durumla karşılaşıp zarar gormemesi icin in*sanın cok dikkatli olması icab eder. Herhangi bir kimsenin zulum ve hakaretine uğrarsa onu hoş gorup affetmelidir. Cunku affetmek cok buyuk bir meziyyettir. Bakın Rabbu’l-Alemîn Âyetinde ne buyu*ruyor:
(Gayzını yutanlar ve insanları affedenler.) (Âli İmran: 134)
Allah’ın bir kulu kendine hakaret ettiği zaman onu affeden kimseyi Rabbu’l Âlemîn de kıyamet gununde hatalarından dolayı affeder ve şoyle buyurur: “Mademki bu kulum merhametli idi, affedici idi, ben Âlemlerin Rabbi’nin affı onunkinden daha coktur. Madem ki o dunyada affediyordu, ben de bugun Âhirette onun hatalarını affederim.”
Gavs (K.S.A.) bir seferinde sohbet edip şoyıe buyurdu: “MevlÂn Halid (K.S.) Şam’da bulunduğu bir sırada etrafında dort – beş yuz kişi kadar bir topluluk olduğu halde sohbet ederken iceriye bir kadın girip “Evet Halid, evet, eskiden beni sevdiğini unutmuş gibi şimdi oturmuş vaaz ve nasihatta bulunuyorsun” diyor. MevlÂn Halid hic sinirlenmeden sabır ve sukûnetle, eğer boyle bir şey,yapmış isem tovbe etmişimdir. Tovbe kapısı her zaman acıktır, kapanmamıştır cevabını veriyor, işte MevlÂn Halid sabır ve tahammulu.
Bir seferinde de İmam-ı Şafiî (R.A.) iki-uc bin kişilik muazzam bir cemaata vaaz ve nasihat ederken iceriye bir kÂfir girip elini mubareğin yuzune goturup, hÂşÃ‚ sakalın kopeğimin kuyruğuna benziyor, diye hakarette bulunuyor. Hemen cemaatte kÂfirin, haddini bildirmek icin bir kıpırdanma oluyorsa da İmam-ı Şafiî derhal mani olarak “Kat’iyyen mudahale etmeyin, taciz olmayın”, diyor ve yuzunu kÂfire cevirerek kemali sukûnetle şoyle cevap veriyor. Diyor kî:
-“Eğer yuzum, sakalım Cennet hurilerinin eline gececekse senin kopeğinin kuyruğundan cok daha kıymetlidir. Yok şayet Cehennem zebanilerinin eline gececekse o zaman senin kopeğinin kuyruğu sakalımdan daha kıymetlidir.”
İmam-ı Şafiî Hazretlerinin sukûnetle, kızmadan hatta rengi bile değişmeden verdiği bu cevap karşısında o kimse derhal Kelime-i Tevhid getirerek Musluman oluyor ve şoyle diyor:
-“Eğer bir kimse, benim sozlerimi bizim buyuklerimizden birine soylemiş olsaydı, onu parca parca ederlerdi. Halbuki sende hicbir değişiklik olmadı hic kızmadın, hic değişmedin. Anladım ki hak din sizin dininizdir ve ben de Musluman oluyorum”, diye “Kelime-i Şehadet” getiriyor, îşte boyle sabır ve tahammulden daha guzel bir şey yoktur. Onun icin insan daima sabır ve tahammul sahibi olmalı, gonlu her daim geniş olmalı, uğrayacağı hakaretlere tahammul etmeli, daima Peygamber (A.S.V) şeriatına itaatlı olmalı, onun yolundan gitmelidir. Dunyada bunlardan daha guzel, daha iyi hicbir şey yoktur.
İnsan ne kadar hilim sahibi, ne kadar sabırlı olursa Allah’ın yanında o kadar makbul olur. Cunku sabır, tahammul ve ilim Peygamber (A.S.V.) in meşreplerindendir. Peygamber (A.S.V) hep sabır ve tahammul sahibiydi. Hilmi coktu.
Sabır Allah’tan, acele ise şeytandandır. İnsan işlerinde sabır ve tahammul ederse Rabbu’l-Âlemîn de onun işlerini duzeltir, işlerini ÂsÂn eder, yok eğer acele ederse o icinde muvaffak olamaz.
Gavs (K.S.A.) bir sohbetlerinde şoyle anlatmıştı, Şah-ı Hazne irşada başlayıp şohreti etrafa yayılınca bircok kimseler Şeyhlerini bırakıp akın akın Şah-ı Hazne’nin etrafında toplanmaya başladılar. O sıralarda Suriye’de cok şeyh vardı. Bir de Yeşil Şeyh diye anılan bir şeyh vardı. Butun elbisesi, cubbesi, sangı, entarisi, hulÂsa baştan aşağı butun giydikleri yeşil renkten olduğu icin herkes ona Yeşil Şeyh derdi ve oyle tanınırdı. İşte bu Yeşil Şeyh’in de muridleri kendisini terk edip Şah-ı. Hazne’nin kapısına gittiler. Onun yanında hic kimse kalmadı, o da kalkıp o civarda ne kadar makul, aklı başında kimseler, ağalar varsa hepsini topladı. Şah-ı Hazne’ye de haber gonderip toplantıya cağırdı. Topladığı ağalara guvenip bir şeyler yapmaya calışıyordu.
Şah-ı Hazne daveti Kabul edip gitmeye kalkınca muridleri: “Kurban, musaade ederseniz, biz de otuz – kırk kişi sizinle beraber gelelim,” dediklerinde, “Neye geleceksiniz? Biz aşiret davasına mı gidiyoruz?” diyerek kabul etmedi. “Madem davet etmiş, icabet edelim, ne sozu varsa soylesin, yalnız iki kişi bana refakat etse kÂfidir.” buyurdu. Yola cıktı. Yeşil Şeyh’in koyune vardı. Evine gidip kapısını caldı. Baktı ki o civarda bulunan aklı başında, makul kimseler, ağa!ar kırk – elli ki*şi kadar hepsi oradalar. İceri girerek selÂm verdi. Şeyh hic iltifat etmedi, Şah-ı Hazne aldırmadı, gidip onu ziyaret edip oturdu. O, oturunca Yeşil Şeyh başladı konuşmaya: “Yetmez mi bize yaptığın hakaret ve zulum, butun muridlerimizî elimizden aldın, etrafımızda hic murid bırakmadın, nedir bu senin yaptığın? Ne kadar benim muridini, babamdan, dedemden kalan murid varsa hepsini etrafına topladın. olur mu boyle şey?” diye iki saatten fazla konuştu. Şah-ı Hazne İse sabır ve tahammulle t yoruluncaya kadar sozunu kesmeden dinledi. Yeşil Şeyh nihayet onun sukûtuna dayanamadı: “Sen niye konuşmuyorsun?” deyince, Şah-ı Hazne: “Benimki sadece iki kelimedir, dinle; eğer işim Allah icin, niyetim Allah icinse, Vallahi değil sen, senin gibi yuz kişi daha olsa İşim battal edemez, bozamaz. Yok eğer işim Allah icin değilse sabret altı aya kalmaz, darmadağın olur, giderim.” dedi. Yeşil Şeyh, “Cok doğru dedin, hakikaten oyle, eğer Allah icinse yuz tane benim gibi gelse hicbir zarar veremez. Cunku Allah icin olana kimse dokunamaz. Yok eğer Allah icin değilse muridlerimiz haliyle geri gelirler.” diyerek hakkı teslim ediyor.
İşte Şah-ı Hazne boyleydi. O kadar sabırlı ve halimdi. Muhatabı o kadar konuştu, o kadar lÂf soyledi, o ise cevap vermedi. Taciz de olmadı o, kendisine eziyet edenlerden de nisbetini eksik etmezdi.
Eğer insan Allah yolunu tutar, bırakmaz da, Allah onunla dost olursa, o zaman hic kimseye minneti kalmaz, Allah dost olduktan sonra kim ona duşmanlık yapabilir? Allah’a karşı kim gelebilir ki? Butun kuvvet ve kudret O’nun elindedir.
Peygamber (A.S.V.) tek başına değil miydi? Ustelik yetimdi de, babası yoktu. Fakat Rabbu’l-Âlemîn O’na dosttu, kendisiyle uğraşan Mekke’nin buyuk ve kuvvetli kabileleri, sonunda husrana uğradılar, kendisini mağlûb edemediler, hileleri tersine dondu. Neticede Rab-bu’1-Âlemîn’in verdiği kuvvetle hepsini îmana getirdi. Mekke-i Mukerremedekiler, Medine-i Munevveredekiler akın akın gelip Musluman oldular. Milyonlarca kişi ona itaat eder oldu.
İşte Rabbu’l-Âlemîn insanla dost olursa boyledir. Herkes ona itaat etmek mecburiyetinde kalır. İnsan sabır ve sebatlı olup butun işlerini, efalini Rabbu’l Âlemin’den bilmeli. Butun istekleri Allah’ın rahmetinden talep etmeli, daima unsiyeti Âlemlerin Rabbi’ne olmalı ki Allah ona dost olsun. Dostluğu, dunyada, sekeratta, kabirde, haşirde devam etsin. Bunları elde etmek icin daima Rabbu’l Âlemîn’e unsiyet ve sebat uzere olmalı. Allah dostluğunu kazanmaya calışmalı, eğer Allah dostluğu kazanılmazsa kabirde kim insanın yardımına gelebilir, kim imdadına yetişebilir, orada yapayalnız tek başına kalır.
Bilinmelidir ki Allah’tan başka ne varsa hepsi tamamen boştur, bÂtıldır, pişmanlıktır. Maksud Allah’ın zatıdır, cunku onun zÂtından başka her şey yok mesabesindedir. Dunyada olsun, Âhirette olsun, kabirde olsun, haşirde olsun, Allah’ın Zatı’ndan başka hicbir şey yoktur, hepsi boştur. Maksud Allah’ın, ZÂtı’dır, herkes icin boyledir. İster şeyh olsun, ister alîm olsun, ister ne olursa olsun, Allah’a olan bunca vasıtaların hepsinde tek gaye Allah’ın ZÂtı’dır, calışmaları ZÂt-ı İlÂhî icindir Zatı’ndan ayrı hicbir şey yoktur.
Gerektir ki insan pişmanlıkla Allah’a yonele. İnsan yalnız Allah’a muhtactır. Mal, devlet, evlÂt bunların hicbirisi maksûd değildir, bunlar ancak maslahattır (vasıtadır). Maksud (gaye) Rabbu’l-Âlemîn’in ZÂtı’dır, O’ndan başka hicbir şey olamaz.
Gerek tÂÂt, gerek ibadet, gerek namaz, gerek dunya işi her ne olursa olsun hicbir zaman maksûd olamazlar. Ancak ve ancak maslahattırlar. Maksûd yalnız Rabbu’l-Âlemîn’in ZÂtı’dır, O’nun dostluğudur.
Evrad-ı Nakşibendîye’nin her teşbih başında:
Şoyle deniliyor. Yani: ilÂhi Ente maksûdî, benim maksûdum, gayem ZÂtın’dır Allah’ım, bu virdim, bu ibadetim gaye değil, olamaz da, butun maksûdum gayet ZÂtın’dır ve rızanı talep etmektir, butun ahval bun*dan ibarettir. Bu cumlenin icindedir. İnsanın yegÂne maksûdu, gayesi Rabbu’l-Âlemîn, talebi de iste*diği de O’nun rızasıdır.
Butun dunya işinde, dunya ahvalinde tek gaye O’nun ZÂtı ol*malıdır. Eğer boyle olmasa hepsi boş olur.
İnsan dunyada bu kadar omur surdu, yaşadı, yedi, icti, ceşitli elbiseler giydi, bazan, zahmetle, bazan da rahatla hayat surdu. Sonunda ne oldu? Ne oluyor? Hepsi geciyor. Elde kalan ne? insana ne menfaat temin edebiliyor? Bir hic. Oyleyse maksûd ancak Rabbu’l Âlemîn’in ZÂtı olmalıdır.
Bir kimse ki Allah dostluğuna erer o dostluğu kazanırsa, butun dunya mağribden maşrika kadar malı olsa artık onun gozunde bir hictir, kıymetsizdir. Butun dunyanın keyfi ve zevki bir araya gelse Allah dostluğundan meydana gelen keyf ve lezzetle mukayese edilemez.
Butun dunya lezzetleri bir araya gelse Allah dostluğundan doğan lezzetin bir saniyesi kadar bile olamaz. İnsanda muhabbetullah hasıl olur, Cemalullaha kavuşursa o zevk bambaşkadır. Butun dunya ve Âhiret tamamen bir araya gelse o huzurullahtan almış olduğu lezzetin bir dakikasıyla bile mukayese edilemez, Olculemez, ondan daha hoş, daha guzel hicbir şey tasavvur edilemez.
Dunyanın insanı bozmaması icin cok dikkat, edilmelidir. Dunya icin Allah dostluğu terk edilmemelidir. Bilinmelidir ki dunya temelinden boştur, hepsi maslahat icindir, insana zerre-i miskal faydası olmaz. Allah icin olanlar mustesna. Dunyada olanların hepsi İnsanın zararına ve azabına sebep olur; onun icin dunya yuzunden Rabbu’1-Âlemîn’in dostluğunu terketmemeli. Butun maksûdu Allah dostluğu olmalı. Madem ki Muslumanız, maksûdumuz da Allah dostluğudur, Allah dostluğu olmalıdır. Dunya işine de calışacağız. Onu da terk etmemeli, fakat dunyanın Âhirete zarar vermemesine dikkat etmeli, dunya muhabbeti Allah muhabbetinden fazla olmamalıdır. Şayet dunya muhabbeti fazla olursa insan tehlikeyle karşı karşıya gelmiş olur. Oyleyse Allah muhabbetinin daha fazla olmasına dikkat etmeli, daima Allah dostluğu İnsanın kalbinde bulunmalı, daima insan Allah rızasını gozetmeli ve daima yaptığı İşlerde tek masûdu Allah rızası olmalı, kalbindeki duşuncesi bu olmalı, maksud ne Cennet ve ne de herhangi bir başka şey olmalı, yalnız Allah rızası olmalı ki, Allah insandan razı olsun. İşte bunu kalbinden cıkarmamaya dikkat etmeli.
Dunya işleri maslahat olarak kabul edilmeli, zaten sadece maslahat İcindir, sevmek icin değil, menfaat icin değil, keyf ve zevk icin değildir. Sadece ve sadece maslahat (vasıta) icin dunyaya calışmalı, dunya insanın kalbine girmemeli, insanın talebi isteği yalnız ve yalnız Allah rızası olmalı. Bu istek her yerde devam etmeli, virdde, tovbede, zikirde, tÂÂt ve ibadette hep Allah rızasını gozetmeli. Şoyle tefekkur etmeli: Ben yaptıklarımı yalnız ve yalnız Allah rızasını kazanmak icin yapıyorum. Rabbu’l-Âlemîn benden razı olsun bana kÂfi.
Şayet Rabbu’l-Âlemîn insandan razı olursa ister butun dunya kendisine duşman olsun hicbir zarar vermez, hicbir şey yapamaz.
Gavs-ı Kasrevi Seyyid Abdulhakim El Huseyni
__________________