Hafız Mehmet Akkoyunlu sarayının mescidine bakan kendi halinde bir muezzindir. Ancak onda oyle bir ses vardır ki, bulbuller bile imrenir. KÂh volkanlar gibi coşar, kÂh akar sular gibi. O yanık Kahire aksanı ile okumaya başladı mı, dinleyenler bir hoş olur. Cemaatin gozleri dolar, yanaklardan sıcak damlalar kayar.

Şah İsmail’in fitne kaynattığı gunlerde doğu Anadolu’da cinayetler, baskınlar birbirini izler, halk canından bezer. Geceleri kapı surguler, camlara kepenk cekerler. Havada tarifi zor bir ağırlık vardır. Hani sıkıntı, kasvet karışımı bir şey. Kargaşa gitgide buyur ve gun gelir Akkoyunluları da sarar. Oyle cok cami yıkılır ve oylesine mÂsum katledilir ki, gorenler haclı gecti sanır.

İşte Yavuz’un “İslam Âlemine birlik” parolasıyla yola cıktığı demlerde Hafız Mehmet Tebriz’e gider. Buyuk Veli KemÂleddin Erdebili’nin hizmetine girer.

Caldıran zaferinden sonra Erdebili Hazretleri’nin ziyaretine gelen Sultan’ın gozu onca insan arasında Hafız Mehmed ile oğlu Hasan’a takılır. Bunlar isimsiz insanlardır, ancak yuzlerinde ic ferahlatan bir samimiyet vardır. Birden kanı kaynar ve niye oyle yapar bilemez, onları İstanbul’a davet eder. Hafız Mehmed’in işi bellidir: Muezzinlik! Hasan Can’ı ise yanına alır, nedim edinir. İlerliyen gunlerde yanılmadığını gorur. Bu genc sıradan biri değil, hem gonul ehli, hem Âlimdir. Bir cok lisan bilir. İkisi arasında tarifsiz bir yakınlık başlar. Sırdaş, yoldaş olurlar. Hani o, beyninden gecenleri kafatasından saklayan Selim sadece ona acılır.

BEKLENEN RUYA
Yavuz’un Mısır seferine niyetlendiği gunlerdir. Evet Son Abbasi Halifesi Mutevekkilallah’ın gucu yoktur, ancak yine de onu incitmekten cekinir. İbn-i KemÂl Paşa ve Zembilli Ali Efendi, Sultanı iknaya calışırlar. Evet bu seferin luzumuna herkesten cok o inanır, ama yine de huzursuzdur. Yemekten icmekten kesilir, uykuyu dağıtır. Sabahlara kadar ibadet eder, buruşuk kağıtlara karışık şekiller cizer. “Ah!” der, “Ah bir işaret gelse.”

İşte uykusuz gecen bir gecenin ardından Hasan Cana sorar:
-Nerelerdeydin?
-Azıcık dalmışım efendim.
-Oyleyse ruyanı anlat.
-Dikkate değer bir ruya gorduğumu hatırlamıyorum.
-Olacak iş mi yani, bir insan uyusun da ruya gormesin. İyi duşun gormen lÂzımdı!

Hasan Can cıkar. “Tuhaf” der, “Sultan bir işaret bekliyor ama ne?” Tam o sırada bir başka Hasan (Kapıcıbaşı Hasan Efendi) yaklaşır. “Ben” der “garip bir ruya gordum, ama şimdi bunu nasıl anlatmalı sultana?”

Hasan Can onu adeta aparır, koparır, cıkarır Yavuz’a. Sultan “buyur!” der, o başlar anlatmaya:
-HunkÂrım akşam cadırınızın onunde nobetteydim. Bir ara icim gecti. Ya da oyle olduğunu sanıyorum. Zira mekÂn aynıydı ve ben ayaktaydım. Baktım dort atlı cadıra yaklaşıyor. Hemen davrandım, onlerine cıktım. Guya “Kimsiniz, necisiniz?” diye sorgulayıp cevirecektim onları. Ancak vuruldum sanki. Dondum kaldım. Atlar cok asildi ve yere basmıyorlardı. Suvariler hem cok heybetli, hem cok sevimliydiler. Bırakın hesap sormayı, eteklerine kapanmak, ellerini opmek icin yanıp tutuşmaya başladım. Esrarengiz ziyaretciler hunkÂrımızı sordular. Cadırdan ışık sızıyordu. “Meşgul olmalı” dedim. Ondeki “İyi” dedi, “Rahatsız etme. Sabahleyin geldiğimizi soylersin. Biz Server-i KÂinatın eshabındanız. Efendimiz Selim Han’a selÂm soyledi ve buyurdular ki: Haremeynin hizmeti kendisine verildi!” Ve geldikleri gibi uzaklaştılar. Bir anda ufukta kayboldular. Sancakları ışıklı izler bıraktı. Tam “bunlar kim ola?” diye duşunuyordum ki bir ses “Nasıl tanımazsın” dedi. “Ondeki Hazreti Ebubekir, yanındakiler, Omer, Osman ve Ali! Radıyallahuanhum ecmain.

Yavuz heyecanlıdır. Ruyayı tek kelimesini kacırmadan dinler ve nedimine doner. “Bilir misin Hasan, biz emir olunmadıkca kıpırdamayız. İşte şimdi tamam. Artık cıkabiliriz yola.”

SİNA DENEN BELA
Sina Colu kelimenin tam mÂnÂsı ile belÂdır. Yer sarıdır, gok sarı. Guneş tepsi kadar iri, hava toz yukludur. Kum dağları biteviye yer değiştirir ve klavuzlar donektir. Sonra colun tek vahası yoktur. Molalar ayrı derttir. Sıcak kum vucudu kuşatır ama, kumun az altı yılan, ciyan kaynar. Kunduralardan akrepler cıkar. Kaypak zemin yorucudur. Dahası toplar, cadırlar, hasırlar Yerinden kıpırdamayan ağırlıklar.

İşte askerin tÂkÂtını zorladığı anlardan birinde Yavuz Selim atından atlar, yurumeye başlar. Eh sultanın yuruduğu yerde, hayvanına binmek kimin haddine? Bu işe mana veremeyen vezirler onceleri susmayı dener, yutkunup dururlar. Yavuz’a tek kelime soyleyemezler ama, gucleri Hasan Can’a yeter. Fırsatını bulup cevirirler. “Yetti gayri!” derler, “Astırırsanız astırın, kestirirseniz kestirin! Ama itirazımız var!”
-Neye?
-Askeri yurutmenize!
Hasan Can mÂnÂlı mÂnÂlı guler. Once boynu bukuk, gozleri yarı kapalı yuruyen sultanı gosterir, sonra vezirlerin kulağına eğilir “Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem yaya olarak yol gosteriyor” der, “eğer yakışır diyorsanız, binelim atlarımıza”

İnanın imdad-ı İlahi ortadadır. Nitekim hic olmadık şeyler olur. Orduya kara kara bulutlar golge yapar, sahraya gorulmedik yağmurlar yağar. Bu colu 13 gunde gecen ikinci bir ordu yoktur. Anlaşılan o ki, halifelik İslam’ın zinde gucune bahş olmaktadır. Turk’e!

CEZA MI, CAİZE Mİ?
Bir gun Yavuz, Hasan Can’a “Biliyor musun?” der, “Bu gece Muhammed Bedahşi Hazretlerini gordum. Beyaz bir elbise giymiş, yolculuğa hazırlanıyordu.” Hasan Can gayri ihtiyari “Ahiret yolculuğu olsa gerek” der. Yavuz’un bu cevaba canı sıkılır. “Sen bilmez misin?” der, “Ruyalar tabire bağlıdır. Eğer Şeyh’e bir hal olursa gozume gozukme!”

Cok gecmez. Muhammed Bedahşi hazretlerinin vefat haberi gelir. Sultan Halimi Celebi’ye doner: “Şimdi ben bu Hasan’ı cezalandırmaz mıyım?” der. Halimi Celebi “A be cocuk niye ağzını tutmazsın” gibilerden teessurle bakar. LÂkin Hasan Can hÂl ehlidir, rahattır. “Araştıralım efendim” der, “Eğer benim tabirimden sonra vefat ettiyse, cezaya hazırım, ama once vefat ettiyse sultanımız bu fakire bir caize (hediye) verse gerek”

Araştırırlar. Hasan Can haklı cıkar. Sultan cıkarır kaftanını, ona bağışlar. Dahası keseler dolusu altın verir. Hasan Can kaftanı sırtına alır, ama altınları fakir fukaraya dağıtır. Sevabını bağışlar Bedahşi Hazretlerinin nurlu ruhuna.

AKIBET HAYR
Biliyorsunuz hayatı muhteşem zaferlerle dolu olan Yavuz, genc yaşında kucucuk bir cıbana boyun eğer. Son nefesini verirken Hasan Can yanındadır.
Yavuz sorar:
-Hasan bu ne hal?
-Şimdi Allah ile olacak zamandır sultanım.
-Ah be Hasan. Sen bunca zamandır, bizi kimle bilirdin?

Yavuz’un konuşmaya mecÂli yoktur. Mushaf-ı şerifi işaret eder. Hasan Can o berrak sesiyle Yasin-i Şerif’e başlar. Yine volkanlar coşar, sular akar. Sultanın yuzunde huzurun izleri hÂlelenir. Sonra latif bir tebessum yayılır. Koca sultan ayan beyan guler, belki de ilk kez boyle guler...

“Nasıl bre?”
Mısır seferine cıkacakları gun kayıkla Uskudar’a gecerler. Nedendir bilinmez Sultan, yoldaşına takılır. “Hasan Can kahvaltı yaptın mı?”
Hasan Can cevap verir “Beli (evet) sultanım!”
-Yumurta seversin değil mi?
-Beli sultanım!

Aradan yıllar gecer. Yollar, muharebeler, insanlar, şehirler... Nihayet Mısır seferi biter, İstanbul’a gelirler. Şimdi yine sandaldadırlar. Ama bu kez yonleri Sarayburnu’nadır. Sultan ansızın Hasan Can’a doner “Nasıl bre?”
Cevap ışık hızıyla gelir: “Rafadan sultanım!”
Birlikte duşunmek, beraber hissetmek... “HemhÂl olmak” denilen şey bu olsa gerek.

Hasan Can Hazretleri Bursa Yeşil Turbe haziresinde medfûndur.
__________________