1. Anlamın Tanımı
Anlam, dilbilim bağlamında soylemlerin ve yazılı metinlerin zihindeki cağrışımları olarak tanımlanabilir. Ancak bu tanım coğunlukla eksiktir. Cunku bircok kaynakta değişik tanımlamalar mevcuttur. Anlam bir bakıma niyet, değer, bilgi vb. pekcok kavramı karşılayan bir terim olarak karşımıza cıkmaktadır. Aşağıdaki cumle ornekleri bu durumu acıklamaktadır:
a) Bu kelimenin anlamı nedir?
b) Bu davranışının anlamı nedir?
c) Hayatın anlamı nedir?
d) Metnin anlamı nedir?
e) Bunu soylemenin ne anlamı var?
f) Bu soylediklerin anlamsız değil mi?
g) Dunya’nın Guneş etrafında donmesinin anlamı nedir?
Bu soru cumlelerinden (a) cumlesinde “sozluk anlam”dan, (b) cumlesinde “niyet”ten, (c) cumlesinde “felsefî-psikolojik bir anlam”dan, (d) cumlesinde “metinsel anlam”dan, (e) cumlesinde “soylenen sozun gerekli olup olmadığı”ndan, (f) cumlesinde “belirgin olmayan bir ileti”den ve (g) cumlesinde “ gozleme dayalı bir bilgi”den soz edilmektedir. “Anlamın anlamı nedir?” sorusunun cevabı da burada yatmaktadır. Bir kelime olarak kendini tanımlayamayacak kadar belirgin olmayan bir alandır anlam. Ancak yine de belirginleştirilebilecek yonleri vardır. Bu konuda anlambilimciler oldukca mesafe kaydetmiştir.
2. Anlamın Tarihcesi
2.1. İslam Dunyasında Anlama Bakış
İslam dunyasında dile bakış, Kur’Ân’ın doğru anlaşılması sorunuyla kendini gostermiştir. Yeni bir kultur ve medeniyetin temellendirilmesi, başka kulturleri tanıma, bilimlerin doğuşu, dilbilim, mantık ve tercume calışmaları, dilin bir problematik olarak ortaya cıkmasına yol acmıştır.
Ozcan Başkan’ın ifadesine gore “Arapca dil calışmaları, Hintlilerin ve ozellikle Greklerin etkisinde kalmış sayılmaktadır. Gercekten Greklerdeki “tabiat-anlaşma” tartışması Arap gramercilerde de gorulmektedir. X. yuzyıl gramercilerinden İbni Cinni insan dilinin, karşılıklı anlaşma ve uyuşma yolu ile yerleştiği fikrini savunmakta ve dilin, Tanrı’dan “vahiy” yolu ile gelmiş olduğu fikrini reddetmektedir.” (Başkan, 1967:6)
“İskenderiye ve Bergama okulları arasındaki “duzenlilik-aykırılık” catışması aynı şekilde Basra ve Kûfe okulları arasında da gorulmektedir. Basra okulu, İskenderiye okulu gibi dildeki kurallara onem vermekte, dildeki duzenliliklere dayanmaktadır. Buna karşılık Kûfe okulu, Bergama okulu gibi, verilmiş olan dil kuralları yerine, konuşulan dil uzerinde yapılan gozlemleri olcu olarak kabul etmektedir. Bu yuzden Kûfe okulunun calışmaları Arapcanın hic bozulmamış halini konuştukları kabul edilen col bedevilerinin ağzından yapılan derlemelere dayatılmıştır.”(Başkan, 1967:6-7)
Kur’Ân’ı anlama surecinin bedevîlere donuk araştırmalarda elbette etkisi vardı. Kur’Ân'ı doğrudan doğruya anlamlandırmaya calışmak “te’vil”e yol acacağı endişesiyle, şehirde başka toplulukların diliyle karışmış Arapcanın yerine ozellikle bedevîlerin dillerine yoneldiler. Ancak bedevîlere yonelik bu calışmalar o kadar ileri dereceye varmıştı ki, bu işin farkına varan bedevîlerden bir kısım, şehirlere giderek dilini pazarlamaya başlamış, bazı şehirli araştırmacılar da, bedevîler arasında belli sureler kalıp topladıkları bilgiyi şehirde satmaya kalkışmışlardı. Bu arada farklı bedevî topluluklarından derlenen kelimeler, dilde eşanlamlıların coğalmasına sebep olmuştur. Cunku her bedevî topluluğu aynı şeye farklı isimler vermektedir. [1]
“Arap dilbilim calışmalarının dil sorunundaki onemi, dilbilimcilerin İslÂmî ilimlerde uzun sure otorite kalmaları şeklinde yaygın bir goruşte dile getirildiği gibi, muslumanların ilmî bir formasyon kazanmalarında ve diğer ilimlerin gelişmesinde dil calışmalarının, rehber bir disiplin olarak iş gormesinden kaynaklanmaktadır. Fakat zamanla Arap dilbilim calışmaları, sadece duzgun ifade, etimoloji yahut kelimelerin bicimi gibi konularla sınırlı kalmamış; kimi dilbilimciler, dilbilimin, bicimsel duşunme disiplini olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Şuphesiz bunda kelamcı, tefsirci yahut hadiscilerin aynı zamanda iyi birer dilbilimci olmalarının buyuk payı vardır. Onlar nahivle, yalnız doğru ve yanlış ifadelerin değil, duşuncelerin de ayırt edildiğini; dile ilişkin kuralların duşunceyi de bağladığını savunuyorlardı. Zir duşuncenin bir yansımasından ibaret olan lafızlar ile ifadeler, duşuncede bulunmayan bir şeyi dile getiremezlerdi. (Turker, 2002/1: 139)
“Teşekkul doneminde oldukca yaygınlaşan sorunlar, gelişme devrindeki calışmalara yon vermiş ve olgunlaşma doneminde ortaya cıkan bir cok eserin konusunu oluşturmuştur. Her iki donemin fikir seyri arasındaki bağlantıyı gostermek icin verilebilecek bir cok misalin yanında GazzÂlî’nin Tehafute’l-felÂsife adlı eserinde, filozofların kendi aralarında ve İslamî ilimlerle duştukleri ayrılığın sebeplerinden biri olarak, dil sorununa yer vermesi, son derece anlamlıdır. Ona gore, filozofların dil sorunu, onların, Âlemin yaratıcısı olan Allah’ı Arap dilinin ve Kur’Ân’ın ozelliklerini dikkate almaksızın “cevher” diye isimlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Sorunu lafız ve adlandırmayla ilgili olan tarafı yanı sıra etimoloji, soz dizimi ve anlam arasında belli bir kural bulunduğu gerceği nahiv ile lugatin kuruluşuyla birlikte fark edilmişti. Buna gore bir lafzın, belli kullanım şekilleri vardır; diğer ifadeyle her lafız, etimolojik yapısı gereği, ancak belirli bir soz dizisi icinde bulunmağa imkÂn verir. Bu sınırın aşılması halinde ortaya cıkan ifade, anlamsız cumledir. Sozgelişi, her ne kadar İslÂm filozofları tarafından kabul edilmiş olsa da; dilbilimci, fakih ve kelamcılara gore Arapcada “aklın kendini akletmesi” şeklinde bir ifade, sozdizim ve etimoloji bakımından Arap dilinin yapısıyla bağdaşmayan anlamsız bir cumledir. Cunku etimolojisi gereği akıl, lambaya benzer; lambanın kendini aydınlatmağa ihtiyacı olmadığı gibi, aklın da kendini akletmesi soz konusu olamaz. Bu lafızlarla anlamlı bir cumle kurulacaksa, ancak “aklın, duşunduğu şeyi akılla duşunmesi” şeklinde dile getirilebilir.(Turker, 2002/2:141-142)
Bu noktada Sadık Turker’in FarÂbî’ye dair makalesinden hareketle onun goruşlerini dile getirmek uygun duşecektir.
“FarÂbî’nin anlam teorisi, zihin ile dış dunya ilişkisine dayanmaktadır. Anlam; kavram, onerme, kıyÂs gibi bir cok mantıkî deyim ile doğruluk ve gecerlilik gibi değerlendirmelerin temelini oluşturur. Anlamı ceşitli yonleriyle inceleyen filozof, onu, zihin ile dış dunyadaki varlıklar arasındaki orantılar ile izÂfetler olarak tarif eder. [2] Ancak bu izÂfeler, yani anlamlar zihinde bulunmaktadır. Anlam, duyu algıları sonucunda zihinde meydana geldiğinden o, zaman zaman duyu algılarının ideaları, zihnî şekiller ve mÂhiyet diye de isimlendirilir. Boylece iki tur anlam bulunmaktadır; bunlardan birincisi duyu algıları sonucunda zihinde meydana gelen varlıklara ait izlerdir. İkincisi de zihnin bu izler uzerinde yaptığı hayÂl, kavrama, yansıma, birleştirme ve ayırma gibi işlemler sonucunda ortaya cıkan anlamlardır.” (Turker, 2002/1:154)
Gorulduğu uzere anlam konusu, İslÂm dunyasında onemli bir yere sahiptir. Bu bağlamda ozellikle gunumuzde “anlam”ın sadece Batı’da ciddiyetle ele alındığı iddiasına bir cevap da verilmiş olmaktadır. Cunku genel olarak Batı’da ve ondan esinlenerek Turkiye’de boyle bir izlenim yaratılmaktadır. Biz, madalyonun iki yuzu olduğundan hareketle, her iki yuzunu de gostermeye calıştık.
2.2. Batı Dunyasında Anlama Bakış
Batı’daki dilbilim calışmaları tarihî surec icinde cok değişik aşamalardan gecmiştir. Ozcan Başkan bu aşamaları, 4 doneme ayırmıştır: 1. Soylenceler donemi, 2. Klasik diller donemi, 3.Dunya dilleri donemi, 4. Bilimsellik donemi. (Başkan, 1988: 79)
İlk donemde daha cok dinî, efsanevî anlatılar soz konusudur. İkinci donemde felsefe odaklı calışmalara rastlanır. Eski Yunan’da Doğalcılık-Uzlaşmacılık tartışmaları on plana cıkar. Ucuncu donemde, Grekce ve Latincenin boyunduruğundan kurtulmak ve Kutsal Kitap’ın (İncil’in) hemen her kesim tarafından okunmasını sağlamak amacıyla yerel dillerin araştırılması girişimleri goze carpar. İtalyan şairi Dante, 1303’te yazdığı eseriyle İtalyancanın halk arasındaki canlılığını ortaya koyarak, kuru ve yapmacıklı Klasik Latinceye olan ustunluğunu dile getirmiştir. Dorduncu donem bugunku anlamda, bilimsel calışmaların gercekleştiği bir donemdir. Karşılaştırmalı dilbilim calışmaları sonucunda, ozellikle Bopp ve Grimm’in incelemeleriyle, bir Hint-Avrupa dil ailesinin varlığı ortaya cıkmıştır. Grimm bu diller arasındaki benzerlik ve farklılıkları bir takım kurallara bağlamıştır.
XX. yuzyılın başlarında Saussure’le başlayan surec, bilimsel donemde onemli bir donum noktasını oluşturur. Saussure, dili butun diğer bağlamlardan kopararak, onu sistemli bir bilimsel alan olarak tanımlamış ve cağdaş dil biliminin onculuğunu yapmıştır. Saussure'e gore dilin amacı “kendisi icinde ve kendisi icin incelenmesidir.” Dili, dil (langue) ve soz (parole) olarak iki ayrı kategoriye ayırmış, gosteren, gosterilen gibi, kelime duzeyindeki incelemeler icin yeni kavramlar ortaya koymuştur. Saussure’den sonra Kopenhag Okulu, Prag Okulu ve Amerikan Okulu olmak uzere değişik dil bilimi cevreleri dile dair yeni goruşler one surmuşlerdir.
Batı’da anlam konusunu iceren, bilinen ilk calışma Platon’un Kratilos (Cratylos) adlı diyalogudur. Bu diyalogda konuşanlardan Kratilos, daha onceki filozoflardan Herakletios’un fikirlerini tutmakta, karşısındaki Hermogenes ise, Demokritos’un fikirlerini yansıtmaktadır. Kratilos’a gore insan dilindeki kelimeler, anlamlarını doğuştan kazanmışlardır. Bu bakımdan kelimeler ile, bunların gosterdikleri nesneler ve kavramlar arasında doğuştan gelen bir bağ vardır. Onun icin her nesne veya kavramın ancak bir tane doğru kelimesi olmalıdır. Hermogenes’e gore ise, kelimelerin ses yapısı ile, gosterdikleri nesne veya kavramların yapısı arasında ayrılıklar bulunmakta, ve kelimelerin anlamları, gosterdikleri şeylerle ilgili olmamaktadır. Kelimeler anlamlarını, insanlar arasındaki karşılıklı bir anlaşmadan bir uyuşmadan sonra kazanmışlardır. Bu bakımdan kelimeler ile, gosterdikleri şeyler arasındaki bağ, insanlar tarafından meydana getirilmiş olan rastlantılı bir bağdır. Onun icin, bir nesne veya kavramın yalnız bir tek doğru kelimesi yoktur. İnsanlar karşılıklı olarak uyuşup anlaştıktan sonra herhangi bir kelimeyi kullanabilirler (Başkan, 1967:10)
John Lyons’a gore Sokrates donemi Yunan felsefecileri ve daha sonra Plato, sorunu o gunden bu yana ele alınan bicimde duzenlemişti. Bu felsefeciler icin ‘sozcuklerle’ ‘nesneler’ arasındaki ilişki ‘adlandırma’ ilişkisiydi; bunun ardından ‘nesnelere’ verdiğimiz adların doğal mı yoksa saymaca mı olduğu sorunu ortaya cıktı (Lyons, 1983:361).
Anlam incelemelerinde cağdaş yaklaşımların temeli Michel Bréal tarafından atılmıştır. Yunanca sêma- (gosterge) kelimesinden gelen semantik terimini ilk defa o kullanmış ve yeni bir bilim olarak tanıttığı calışmalarına bu adı vermiştir. Daha sonraları Carnap başta olmak uzere Viyana Okulu cevresi matematiğinkine benzer bir dil formullerine varmak icin anlam incelemelerine girişir. 1923’te Ogden ve Richard’ın yayınladıkları The Meaning of Meaning adlı klÂsik kitabıyla anlam konusu kuramsal zeminini bulmuş olur. 1933’te Polonyalı Korzybski, Science and Sanity adlı kitabıyla bunu takip eder. 1931’te Trier, 1951’te Ullmann Yapısalcı dilbilim yaklaşımlarına uygun anlam anlayışları yansıtan eserler kaleme alırlar. Fransız P. Guiraud morfo-semantik alanları adıyla anlam alanı uzerine eğilir. Greimas ve Pottier ise anlamı sozlukten kurtaran, onu cumleye bağlı kılan bir anlam anlayışını benimserler. Chomsky ve onun uretici-donuşumcu kuramıyla hareket eden Katz-Fodor temel kategorilere ayrılmış bir anlam cozumlemesi onerir.
__________________
Edebiyat / Dil Bilimi Anlam Bilimi
Üniversite Ders Notları0 Mesaj
●122 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- Üniversiteler
- Üniversite Ders Notları
- Edebiyat / Dil Bilimi Anlam Bilimi