Tarihte "bilgi hazinesi" buyuk insanlar vardır. Eskiler, bunlara "hezarfen" ya da "ayaklı kutuphane" derler. Bunlardan bazıları bilgilerini olumleriyle birlikte goturur, kısa surede unutulurlar. Bazıları da duşunce ve bilgilerini olumsuzler defterine yazdırırlar. İşte, XVII. yuzyılın yetiştirdiği, tarih, coğrafya, idarî hukuk, maliye ve denizcilik konularında unlu eserler yazan, buyuk Turk bilgini KÂtip Celebi de bu olumsuz kişiler arasında seckin bir yer alır.
KÂtip Celebi'nin asıl adı Mustafa'dır. Devrinde, KÂtip Celebi, ya da Hacı Halife diye tanındığı icin asıl adı unutulmuş, sadece okuyup yazan, kendi halinde efendi bir insan anlamındaki "KÂtip Celebi" takma adı yaşamıştır. Batılılar onu "Hacı Kalfa" adıyla tanırlar.
KÂtip Celebi, 1609 yılında İstanbul'da doğdu. Babası, Osmanlı Sarayında, "SilÂhdarlık zumresi"ne bağlı bir gorevde bulunan Abdullah Efendidir. Yaşlı baba, cocukluğundan beri her şeyi soran, arayan ve araştıran bu parlak zekÂyı, en iyi bicimde yetiştirebilmek icin cabalar harcar. Mustafa'yı devrin tanınmış bilginlerine teslim eder. Mustafa kiminden dinî bilgiler alır, kiminden Arapca, Farsca oğrenir. Bununla da yetinmez LÂtince ve Fransızca'ya merak sardırır. Felsefe, mantık, matematik, tarih, coğrafya bilgileri icin kimde ne varsa, onun onunde diz coker.
Halep carşılarında kÂtip kavuklu, ince, yirmi dort yaşlarında bir genc, cubbesinin eteklerini savurarak, dolaşıp duruyordu. Hacca gidecekti ama, once yapılması gereken işlerini bitirmesi gerekiyordu.
Talebe-i ulûmdandı kendisi, yani medrese mollasıydı. İlim oğreniyordu. Hoş, aslında Yeniceri kÂtibiydi ama, bu, gecimini sağlamak icindi. Oteki mollalar gibi koy koy, kasaba kasaba dolaşıp on bir ayın bir sultanı Ramazanda kışlık gıdasını, erzakını toplayacak kadar vakti yoktu. Celebi Mustafa, gercekten ilim istiyordu.
Elindeki uc beş kuruşu kitaplara yatırması bundandı zaten. Halep carşısı esnafı, bu tuysuz genci tanımışlardı artık. "Gene geliyor" dedikleri zaman hicbir yazma eserin gercek değerine gitmeyeceğini bilirlerdi. Celebi Mustafa, bazen o kitapları, bir gecede okumak şartıyla kiralardı. Gercekten, koskoca ciltleri okurdu da bir gecede... Butun masrafı, iki akceye aldığı bir mumdan ibaretti. Onun ilim oğrenmeye karşı bu isteği ve bu denli ateşli calışması, esnafta kÂr isteği bile bırakmamıştı.
Molla Mustafa, Halep Medresesi'ne donduğu zaman kolu, koltuğu kitap dolu olurdu. Hemen yere coker, pencere icine yerleştirdiği mumunu ateşler, divitini cıkarır, kamış kalemini cızırdatarak meşk kÂğıtları uzerine not almaya başlardı: "Hadîkatu's-SuedÂ... eser-i merhum Fuzûlî Muhammed Efendi... Kerbel Vak'ası ve Hasan-Huseyin Kıssası ve Peygamber Efendimiz'le ilgili olaylar" sonra sayfa sayısı yani yaprak (varak) ve nushayı hazırlayan kÂtip...
Molla Mustafa, butun bunları tek tek yazardı. 1633 yılında, 24 yaşındayken İstanbul'a doner. Kendisini busbutun okumaya ve oğrenmeye verir. Ancak, bu şekilde yaşantısında bir denge kurabildiğini soyler. İşi gucu okumak, oğrenmek ve yazmaktır.
İstanbul'un eski kitapcılarını dolaşarak, nesi var nesi yoksa kitaba verir, satın alamadıklarını da defterine kaydeder. Bir yerde bir kitap adı duysa, ne yapar yapar, onu bulur, okur. Boylelikle, kaybolmuş sanılan, ya da hic bilinmeyen bircok onemli eserleri, gun ışığına cıkarır, bilim dunyasına tanıtır.
Sorarlardı kendisini yeni yeni tanımış ve sevmeye başlamış olan sahaflar:
"Kuzum Molla, yazan yazmış, ya sen ne diye bunların kunyelerini cıkarırsın yeniden?". Ya da medresede okuyan diğer mollalar ona takılırlardı: "Bre Yeniceri kÂtibi? Nedir zorun bu kitaplarla? Hicbirisini almazsın, mulk edinmezsin, yazar bre yazarsın... Başkalarının ilmini calarsın. Gecinmek midir murÂdın, yoksa eser mi telif edersin?
__________________