On iki şiir kitabınız, on romanınız, bir de oyku kitabınız var, yirminin uzerinde de deneme kitabınız, ben ilk olarak şunu sormak istiyorum Attil İlhan kendini nasıl tanımlar?..

19. yuzyılda Balzac; "nereden bakarsanız bakın, ben bir romancıyım" derdi, başka da bir şey yapmazdı. Ote yandan Rimbaud iyi bir şairdi, şairlikten başka da hicbir şey yapmazdı, 20. yuzyıl ile birlikte bu tasnif değişti. Turkiye cok gec intikal etti bu olaya. Bir sanatcı aydın, once kendisine mahsus duşunme metodu sececek, o metodla toplumun ve bireyin sorunlarına bakacak. İfade etmek istediği konuyu insanlara hangi sanat dalıyla en iyi şekilde ifade edebiliyorsa sececeği sanat dalı odur. 20. yuzyılda ortaya cıkmış olan butun sanatcılar, hepsini yapar. Ben başından itibaren toplumcu olduğum icin bu cerceve icerisinde geliştim ve yetiştim. Benim icin 'şair' sıfatının oncelikle kullanılmasının tek sebebi cok genc yaşta bir şiir odulu kazanmış olmam ve once şiirlerimin yayınlanmasıdır. Ama bu arada hic belli etmeden roman da yazıyordum. Boyle bir cerceve icerisinde ben kendimi sadece cağını anlamaya ve ifade etmeye calışan bir cağdaş sanatcı olarak duşunuyorum. Canı isteyen şair, canı isteyen romancı der bana.


Bir şiirinizde "Ne kadınlar sevdim zaten yoktular" diyorsunuz. Bu, şiirde tema olarak aşk ve kadının cok sık kullanılmasından mı, sizin icin gercekten de aşık olmaya değer birinin olmayışından mı, 'O kadınlar'ın soyutlanan ve belki orneğini bizim goremediğimiz insanlar olmasından mı kaynaklanıyor?

Attil İlhan şiirinin o ayağını cok one cıkarmaktan ileri geliyor. Bu kitapta da aynı şeyle karşı karşıya kalınıyor. Bu kitabın icinde toplumcu şiirler var, bu kitabın icerisinde hatta gerilim şiirleri var. Hic kimse bu konular hakkında bana soru yoneltmiyor. İnsanların buyuk bir kısmı bu konuları zaten hayatta yaşıyorlar. İnsanların dunyadaki varlıklarının nedenlerinden biri de obur yanlarını bulmakla geciyor. İnsanın obur yarısı nasıl bulunur? Bu buyuk bir soru... Sizin neslinizin anlayamayacağı bir yan var, isterseniz ben orayı anlatayım size: Sizin nesliniz bizim neslimizin buluğ ve daha sonraki cağlarda yaşadığı bazı şeyleri yaşamadı. İkinci Dunya Savaşı'nın gerek ulkemizdeki, gerekse dunyadaki etkileri vahimdir. Bu savaş, bizim butunuyle iki şeye kaymamıza sebep oldu. İlk olarak yokluklar icinde yaşadık, yani 1942 veya '43 yılında sevgilini alıp pastaneye goturemezdin cunku, şeker yoktu bu yuzden pasta da yapılamıyordu. Boyle birtakım sıkıntılar vardı. İkincisi, Turkiye ve dunyada o zamanki tabiriyle 'ahvali fevkalade', olağanustu durum dolayısıyla son derece gerilimli bir donem icerisinde bulunuyorduk. Yani durup dururken, yanlışlıkla soylemiş olduğun bir kelime yuzunden seni hapse atabiliyorlardı, orada on beş gun kalırdın, bu sure zarfında kimse senden haber alamazdı. Bizim donemimizde ozellikle toplumcu şairlerde bu psikoloji yer etmiştir. Benim şiirimin, buyuk bir kısmında gerilim vardır. Hem de bir entrika oykusu vardır, bu ikisi de sinemadan kaynaklanır. Ama bizim hayatımızda bunlar sahiden olduğu icin inandırıcı oldu. Ben 'Duvar' şiirimi yazdığım sırada 'Duvar'ın ne olduğunu zaten biliyordum. Yani bilmeden onu yazarsan inandırıcı olmaz, inandırıcı olması icin bir takım insanları etkilemesi gerekmekte. Bir mektup yuzunden seni hapse attılarsa aşkın ne kadar gerilimli bir şey olduğu kendiliğinden ortaya cıkıyor. Bugun herhangi bir okulda, hergun yapılan bir şey, benim okuldan atılmama hatta ve hatta hapsedilmeme mal olabilirdi. Bu ortam icerisinde sanatcı yapılı birisiysen bundan etkilenirsin. Birinci olarak aşk imkansızdır, NÂzım'ın butun aşkları imkansızdır, cunku hep hapistedir. Bundan dolayı bir imkansızlık mevcut, ikincisi ki bu, daha buyuk bir imkansızlık, şairin yaşama şartlarıdır. Cunku, ben Suna ile evlenmeyi duşunuyordum, ama nasıl evlenecektim, babası bana acıkca kızımla birbirinize cok yakışıyorsunuz ama ona nasıl bakacaksın diye sordu... Doğru soylemişti, o kızla evlenecek olsam nasıl bakabilirdim. Cunku, benim bir yerden devamlı maaş alarak calışmam mumkun değildi. Cunku, komunist diye adı cıkmış olanlara iş vermezlerdi. O ortamı yaşayan insanların aşkı da gundelik hayatı da askıda yaşamaktır. Benim kitaplarımdan bir bolumunun adı 'Askıda Yaşamak'tır. Askıda yaşamak işte budur, bir dakika sonranın ne olacağı belli değildir. Boyle olunca da sen hayali aşklar yaşıyorsun, cunku hayali bir kadın seninle her an beraberdir...

Bir sure sonra bu bir alışkanlık halini mi alıyordu?

Bu durum insan hayatında iki turlu rol oynuyor, birincisi insanın hayattan aldığı etkilerle kendi kafasında bir sevgili hayali gelişiyor. Kız, buna benzeyen bir kişiliğe sahipse, buyuk, bir şansı vardır. Şair o kıza ciddi bir şekilde yaklaşıyor cunku onu cok beğeniyor. Ama tabii şair kendi şartları icerisinde tasarlamış, halbuki kızın kendi şartları var... Yan yana geldiğinizde o sana, hadi şuraya gidip oturalım, dediğinde, onun dediği yer senin hayatında asla gitmek istemediğin bir yer olursa oradan itibaren hayal bozuluyor, bu yuzden imkansız aşklar cok guzel, cunku, bu hayal kırıklıkları onlarda yaşanmıyor. Benim hayatımda da birkac tane imkansız aşk olmuş ve onlar beni cok derinden etkilemiştir. Sonradan başka hayal kırıklıklarına uğradığımda... onunla olsam bunlar olacaktı gibi bir teselli oldu. Mutlu aşk yoktur, aşkın yerine şefkat gelirse kurtarırsın. Ben kendi adıma şefkate ağırlık veren bir insan olduğum icin, bazılarının kızıp bazılarının hoşlandığı alaka halkalarına sahip olabildim. Boyle olunca ilgi gorursun. Bu ilgi senin istediğin ilgi gibidir.

Bir Attil İlhan şiiri var. Bu şiirin sırrı nedir?

Babam Divan tarzında şiir yazarda bunları okurdu, ben buyudukten sonra o şiirleri bana okutmaya başladı. Bu yuzden cok kucuk yaşlarımdan itibaren Divan şiiriyle haşır neşir olmaya başladım. Evin icinde bir Divan şiiri atmosferi vardı. Eğer bir insan aruza hakim olamazsa Turkce şiirle etkileyici bir mısra yapamaz. Cunku, aruzla yapılmış olan mısraların inanılmaz bir sağlamlığı vardır. Hatta genclerle sohbetlerimde onlara, yazdığınız şiirlerde mısralar mısra değil, devrik cumleyle soyluyorsunuz, mısra oluyor. Oysa mısra apayrı birşeydir. Mısranın olcusu cok kolay. Yatay olarak şiiri yazdığınız zaman, eğer metin gibi okuyabiliyorsanız mısra yoktur. Cunku Yahya Kemal veya Ahmet Haşim'in şiirini yatay yazacak olursanız okuyamazsınız, mumkun değil. Ben aruzla şiir yazmaya başladım on yedi yaşımda, iki sene kadar aruzun nisbeten kolay yonleriyle kendime gore ustalaştım. Bu benim icin cok buyuk bir destek olmuştur. Turk halk şiirini antolojilerden, kitaplardan okudum. O zamanlar televizyon yok, radyo cok nadir bulunuyor, ki bırakın radyonun bulunmasını elektrik yok. Bu yuzden evde şiiri ben okurdum, cok guzel antolojilerimiz vardı. Bir taraftan halk şiirini bir taraftan Divan şiirini okuyorsun, bir taraftan koşma yazıyorsun, bir taraftan gazel yazmayı deniyorsun. Butun bunların, serbest vezinle mısra yazmamda yararı olmuştur. O sesi kullanmana imkan veriyor. Benim 1949 yılında yazılmış şiirlerim vardır, onlarda da aruzu hissedersiniz, onlarda da hem Osmanlıca'yı hem aruzu kullanırım. Niye diye soracak olursanız cunku, ben onlarla cok haşır neşir oldum. Ama sonra aynı şeyi NÂzım'ın yaptığını gorunce cok sevindim, o zaman kendi kendime doğru yolda olduğumu anladım. Halbuki o sıralarda bizim toplumumuzda şiir ne yazık ki Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının resmi kotu politikasına dahil olmuştu, Halk şiirini gecerli sayıp, Divan şiirini red ediyordu. Halbuki Marksist olarak bakarsanız boyle bir şey mumkun değil, şundan dolayı mumkun değil, cunku Divan şiiri de Halk şiiri de aynı altyapının şiirleridir. Kaldı ki bizim halk şairlerimizin bir kısmının Divanları, Divan şairlerinin bir kısmının ise hece ile şiirleri vardır, yani kesin bir ayrım yoktur. Hatta Tekke şiirinden bile yararlanılabilir ki ben yararlanmışımdır. Ozellikle Kaygusuz Abdal beni cok etkilemiştir. Onun uzerinde cok durmuşumdur. Kaygusuz Abdal'ın kafiyesiz şiirleri vardır. Tum bunların birleşiminden ortaya bir şeyler cıktı, ama Attil İlhan şiiri tek sesli bir şey değildir, bu benim şiirimin seslerinden sadece biridir. Gundelik konuşma şeklinde yazılmış, son derece duzgun, basit şiirlerim de vardır. Her ceşidi denerim, bu benim şiir yapımdır. Ben sese cok onem veririm, cok sesli olmaya calışırım. Ornek olarak Behcet Necatigil'i verebiliriz, Behcet hoca iyi bir şairdir ama tek seslidir, ikinci bir ses yoktur şiirinde. Benim şiirlerimin bazıları kukreyerek bazıları ise mırıldanarak okunacak şiirlerdir. Kaset yapmamın sebebi de budur. Batı şiiriyle ilişkim Fransızca oğrendikten sonra başladı. Cunku, şiirin cevirisinin olacağına inanmıyorum. Turkce'ye Fransızcadan ceviri şiirler yayınlanıyor, o şiirlerin gercekleriyle hic alakası yok. Cevirenin kapasitesi kadar oluyor ceviri şiir. Dilin de kendine gore sıkıntıları var, onu ancak dili iyice oğrendikten sonra yakalayabiliyorsunuz. Apollinaire beni etkilemiştir. Apollinaire tarzında şiirler yazdım, bu tarzın da bana katkısı oldu. Neticede herkesin imzasız da yazsam benim olduğunu anlayabileceği bir tarz oluştu. Turk halkı da bu modeli cok sevdi, benim tum kabahatim işte bu. Bandırma korfezindeki bir teknenin arkasında 'Pia' yazılıysa veya bir kamyonetin arkasında 'Ben Sana Mecburum'u goruyorsam işte burada cok guzel işaretler vardır. Bunları benim şahsi başarım sanıp kızıyorlar, halbuki bu benim şahsi başarım değil, Turkiye'de şiire bu sentez uzerinden gidip kendi şiirini oluşturacaksın. Bu sentezi ilk defa da ben yapmıyorum. Ahmet Arif, Nazım Hikmet neler başarmıştır, hatta Nazım birkac kitapla ortalığı alt ust etmiştir, demek ki ortada cozumlenmiş bir olay var. Eğer cizgiyi tutturabilirsen başarılı olabilirsin. Genc şairlerin dramı bu, beğenilen her şeyi reddediyorlar. Yuz kitap, bin kitap basıyorlar, satamayıp harcanıp gidiyorlar. İclerinde gercekten cok başarılı olanlar da var ama bu yuzden yok oluyorlar.

Yazdığınız denemelerle Turkiye'nin gecmişten geleceğe uzanan yonelmeleri hakkındaki duşuncelerinizi yansıtıyor, 'şimşekler cakıyorsunuz'. Yazarlığınızın bu yonunu goz onune alarak sizden bir değerlendirme isteyeceğim: Bir Marksist olarak, ozellikle bu son birkac haftadaki gelişmelerin ışığında Turkiye'nin hangi yone doğru gittiğini duşunuyorsunuz?

Bugun Turkiye'nin goturulduğu yer 1900'lu yılların başlangıcında goturulmek istendiği yerdir. Turkiye'deki insanları ki bunlara sanatcılar da dahildir iki kısma ayırabiliriz: Bunların bir kısmı Cumhuriyet doneminde yetişmişlerdir, bir kısmı ise demokrasi doneminde yetişmiştir. Demokraside yetişen aydınları, Tanzimat aydınlarıyla karşılaştırdığınızda herhangi bir fark goremez hayrete duşersiniz. Cumhuriyet aydınları daha farklıdır. Bunu Batıdan belirli birtakım şeylerin mumesilliğini alıp, Turkiye'de bunun ticaretini yapmaya benzetebiliriz. Cumhuriyet memleketin icerisinden birşey cıkarıp bunu dunyaya gostermeye calışmıştır. Bizim kuşaklar boyle yetişti. Bizde tarih, millet vs. bilinci vardı; yeni yetişen demokrasi cocuklarında bu bilinc yok. Tarih bilincinin olmayışı cok vahim, cunku tarihini bilmeyen bir insan hicbir yere ait olamaz. Bugun konuşulan bircok şey 1919'da İngilizlerin bizim halkımıza soyletmek istedikleri laflardır. Bu laflar İstanbul'da soyleniyor diye Anadolu'da savaştık, bugun cok rahat o lafları demokrasiye sığınarak soyluyorlar. Boyle bir konuda asla demokrasiye sığınmak olmaz. Bunların anlaşılmamasının sebebi tarih bilincinin olmaması. Bir de Milad'ı kendilerinden başlatmak gibi bir uğraşları var ki bu daha enteresan bir durum.
__________________