Yonetip yonlendiren siyasal erkin sırtını sıvazladığı kurum, kuruluş, tuzel ve ozel kişiler; guncel sanat ucurtmasının ipini ellerinde tutmakla birlikte, gecmiş donemlerden kendilerince ve dolayısıyla temsil ettikleri siyasal erkin kultur-sanat cizgisine uygun gorulen “kultur ve sanat adamları”nı da ozele cekip, guncelleştirirler. Bu hizmet, bir bakıma kendilerine gayrı resmî olarak verilmiş bir gorev gibidir…
Ondandır ki, kultur ve sanatın her alanında yepyeni “unlu”ler apansız parlayıverirken; bunlarla birlikte bir donemin “nisyan” karanlığına gomduğu, unutulmuş eski(meyen) bir “UstÂd” da yeniden gun ışığına cıkarılır…
Gun ortasına patlatılarak, apansız ışıyan “yeni unlu”; bazen sipsivri bir cıkış, bazen yamyassı bir yordamla, bazen de siyasal erk eliyle doğrudan guncelin gergefine nakışlanır… Ondan sonrası, “sanat ve edebiyat borsası”(!) marifetiyle, bu “un”un bir şekilde pekiştirilip sağlamlaştırılmasına yonelik yontemlere kalmıştır…
Bu pekiştirme ve “belleklere cakma”; parlatılacak kişiye, ust uste birkac kurumun ayrı-ayrı vereceği oduller, basında sağnak gibi olumlu-olumsuz eleştiriler ve (Hikmet-i HudÂ,) eser(ler)inin bir ayda birkac baskı yapması gibi yontemlerle sağlanır… Bunlara, yazılı ve gorsel medya eliyle ovgu ve ovguye teğelli “tartışma”lar, “yarışma”lar, “eser”lerinden parcaların okul kitaplarına alınması, karşı olan kesimlerin ilgi duygularını gıdıklayacak bazı beşerî zaaflarını ortaya sacmak, uydurma bir suctan gurultulu yargılanıp hapsedilmesi gibi daha bircok yontemi eklemek mumkundur…
Eski, eskimeyen ya da fersudeleşmiş olsa bile, siyasilerin secim afişlerindeki posterleri gibi usta ellerce “civan”laştırılan “UstÂd”lar, yine aynı ellerce gundemin ortasına gonder gibi dikilebilir… Bu da bir ahde vefadır belki. Birilerince uzerlerine ilgisizliğin kapkara şalı ortulenlerin, karanlığa gomulup unutturulanların; bir zaman sonra birilerince gun yuzune cıkarılması, belki de zÂyi olan hakkının teslimidir…
Eski bir ustÂdın guncelleştirilmesinin yontemleri; genellikle yuvarlatılan olum veya doğum yıldonumleriyle, (yuzuncu olum, yuz ellinci doğum yıldonumu gibi) o yılın, o “UstÂd”a hasredilmesi gibi, cok da fazla olmayan yontemlerdir. Ancak, oldukca etkilidir…
Dememiz odur ki, butun bu etkinlikler, genellikle her donemde siyasal erkin desteğiyle, “nev-i şahıslarına munhasır” bir “elit” grubun mÂrifiyle oluşur…
Bu her donemin siyasal ozune ozel “elit/munevver” kişi veya gruplar; bazen bir dinî cemaat, bazen sosyal bir dernek, bazen de uluslar arası bir ticari orgut olabilmektedir…
Ama ne yazık ki; her donemin bir suresi vardır… Her donemde siyasal erkin sanat borsasının parlattıkları, havai fişek veya maytap aydınlığı gibi buyuk bir gurultu ve parlaklıkla patlayıp, o donemle birlikte sessizce sonerek, yeni bir nisyan perdesine burunmekteler…
Keşke oyle olmasaydı. Menkul kıymetler borsası gibi dıştan ve icten durtuklemelerle; gercek edebiyatcılar bir yukseltilip, bir duşurulerek, sanat ve edebiyat borsası(!)nın oyuncağı hÂline getirilmemeli. Sanatın ve sanatcının ruzgÂrına yon verilmemeli. SanatkÂrın “eser”i varsa, eser… “Bizim kesimin sanatcısı”na “odul” yarışını bırakmak gerek artık. Hakkın teslimi ve ozendirmek hakca ve komplekssiz olursa odullendirmek de iyidir. Ama en onemlisi sanatın ve sanatkÂrın ozgurluğudur…
Sanat ve edebiyat, geniş anlamda evrenseldir. Bir portreyi Van Goog da, Callı İbrahim de boyar onundeki tuvale… Bir kır manzarası karşısında etkilenen şair Mallarme de olabilir, Behcet Necatigil de… Ancak, tuvali boyayan fırcada da, şiiri kÂğıda aktaran kalemde de, kendilerini tutan elin sıcaklığı vardır. Yani huner onları tutan ellerdedir. Resmin de, şiirin de altındaki imzalara bakılmaksızın; ses ve renklerin evrenselliğine rağmen, millî motifler kendini gosterir ve gostermelidir diye duşunuyorum…
Ne acıdır ki, bizde elit sanat ve edebiyatla, halk sanatı ve edebiyatı oldukca kalın cizgilerle birbirinden ayrılırlar… Dun de boyleydi, bugun de boyle…
Osmanlı doneminde de, “elit” veya “munevver” denilen tabakanın şairleri, “baht” yÂverliklerine gore, “Taht” YÂverleri’nin korumaları altına alınmışlardır… Zaten Osmanlı Sultanlarının buyuk bir kısmı bestekÂr ve şairdir. Osmanlı’nın her doneminde, “Sultanu’ş-Şuar” veya “Reis-i ŞairÂn” unvÂnı alan “UstÂd” şairler; mutlaka o donemin ustÂd bir şairi olan Padişahın “musahib”idir. Padişah da, bu “musahip-şair”ine ya maaş bağlamış, ya da bir “mansıb” ihsÂn etmiştir…
Ne yazık ki, halkın dilinden soyleyip, halkın gonul teline tezene vuran “Halk Şairleri” aynı itibarı gorememişlerdir… Hatta, donemin siyasal erki ve kendilerini “munevver zumre” olarak niteleyenler, bu halk şairlerinin bir coğunun yaşadığından bile haberdar olmamışlardır… Bunların icinde asılanlar (Pir Sultan Abdal), haklarında ferman cıkarılıp, otağdan otağa surgun edilenler (Dadaloğlu) ve İstanbul’a sokulmayan, bir yetkilinin kefil olması sonucunda uc gun kaldıktan sonra Uskudar’dan yola vurulan (Seyranî

Gerci “DivÂn Şairleri”nden de bahtı karalar soz konusudur. Kulağı ağır duyduğu ve kalender meşrep olduğu icin Sultan mansıbından mahrum kalan (ZÂti), dilinin belÂsına uğrayıp saray odunluğunda boğularak denize atılan ve mezarı olmayan (Nef’i), onca ihtiras ve gayretine rağmen ŞeyhulislÂm mak****** eremeden gocup giden (BÂki) divÂn şairleri de vardır…
Turk Halk Şiiri’nin doruğu olan Karacaoğlan (1606-1689) ile DivÂn Şairi NeşÃ‚tî (?-1674) cağdaştır… Onların yaşadığı donemde, Osmanlı Saltanat Tahtı’ndan Sultan I. Ahmed, Sultan II. Osman (Genc), Sultan IV. Murad ve Sultan IV. Mehmed gelip gecmiştir…
“Sebk-i Hindî” denen ve bir beyit icinde bir cok anlam icermeyi hedefleyen akımın en onemli temsilcilerinden biri olan NeşÃ‚ti, bir gazelinde;
“Erdi hengÂm-ı saf fasl-ı bahar oldu yine
Devr-i gul mevsim-i feryÂd-ı hezÂr oldu yine” yani;
“Geldi zevk-eğlence vakti, bahar mevsimi oldu (geldi) yine,
Gul zamanı, bulbulun feryat (ağıt) mevsimi oldu yine” derken
Karacaoğlan, bir koşmasında şoyle seslenir:
“Evvel bahar yaz ayları gelende,
Lale, sumbul dallanacak zamandır.
Kocyiğitler sılasını arzular,
YÂre nÂme yollanacak zamandır.
……………
Karac’oğlan der ki, ben yana yana,
YÂrin sitemleri kÂr etti cana,
Seherde oturur bulbul figana,
Gayrı kuşlar dillenecek zamandır.”
Er kişi sesi hÂl Toros Dağları’nın doruklarında yankılanan Dadaloğlu (1785-1868) ile DivÂn şairi Âkif Paşa da (1787-1845) cağdaştır. Yaşadıkları zaman diliminde, Osmanlı Saltanat Tahtı’nda Sultan III. Selim, Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdulmecid gibi yenilikci, munevver padişahlar vardır…
Dadaloğlu, doğduğu Cukurova topraklarından hemen hic ayrılmadı. Kocaklamalarında Koroğlu’nun, duygusal koşmalarında Karacaoğlan’ın sesi olarak; Toros yaylalarından gunumuze doğru esmeye devam etmektedir. Bir ara Sivas dolaylarında zorakî iskÂn edilmek istendiyse de, mensubu olduğu Afşar boyuyla birlikte yeniden Cukurova’ya, Toros yaylalarına dondu ve orada oldu…
Vezir rutbesiyle Hariciye ve Dahiliye NÂzırlığı ve daha bir cok onemli devlet gorevlerinde bulunan Âkif Paşa, once “tenzil-i rutbe” ile Kocaeli Mutasarrıflığına atandı, sonra da halkın şikÂyeti uzerine rutbesi alınarak surgun edildi. Gozden duştu, uzun sure ilgisizlik cenderesinde bunaldıktan sonra Hacc’a gitti. Donuş yolunda hastalanarak İskenderiye’de oldu. Mezarı oradadır…
Âkif Paşa, bir gazelinin son beytinde;
“ÂkifÂ, tarh-ı suver eyledi hicÂ-hice
Var mı hÂmem gibi bir hendese-pirÂ-yı adem?” yani;
“Ey Âkif, temel cizimini yaptı boşluğun,
Var mı kalemim gibi bir yokluk geometrisi uzmanı?” diyerek, huzun ve nedÂmetini ortaya koyarken,..
Dadaloğlu Toros yaylalarından gok gibi gurler:
“Belimizde kılıcımız kirmÂnî,
Taşı deler mızrağımız temreni,
Hakkımızda Sultan etmiş fermanı,
Ferman Padişahın, dağlar bizimdir!..”
Kultur ve sanatın kalbur ustu ve kalbur altı olmaz. Olmamalı… Birilerinin uzeri ilgisizliğin kara postekisiyle bastırılıp ortulurken, birilerinin altına kadife minder sunulmamalı…
Halk, eğitilmeyip cahil bırakılırken; onların omuzlarında yukselip, nasırlı ellerinden alkış beklemek hangi kaba, hangi vicdana sığar?.. Ne demek “elit tabaka edebiyatı?..”
Yapı ve dilini dimağımda eritemediğim, mazmunları her anlama cekilebilen, “mulemm”, “terkib-i bend”, “kaside” gibi Arabî-FÂrısî; ya da “sonnet” ve “terza rima” gibi Frengî adlarla anılan şiirler elbette sanattır, edebiyattır. O eserlere gozlerinin nurunu, irfan ve ilhamlarını koyan “şuar”yı rahmetle anarız. Ama bu eserler gercekte kimindir, kimler icindir, kime ses verir?..
Bir manzumemizin bir dortluğunde;
“Bu saz beni soyler benim sazımsa,
Toprağında ara cevher lazımsa.
Cahil hÂlim eğer alın yazımsa;
Yazımı hor goren benden değildir.” demişiz.
Kendilerine “elit”, “aydın” ya da “munevver” diyen bir avuc mutlu azınlığın edebiyatının adı “DivÂn Edebiyatı” ise; milletin, halkın edebiyatına “Kerevet Edebiyatı” mı diyeceğiz?.. Sanat Muziği, halk muziği,.. ZÂdegÂn marketleri, halk pazarları,.. Halk matinesi, halk ekmeği,.. Ondan sonra da, “Halkalı şeker/Hasiretlik ceker…”
Bu ayrım yapılmamalı. Kultur ve sanat bağlamasında, hakanın da, cobanın da gonul teline aynı tezene vurmuyor ve “vatan” dendiği zaman akan sular durmuyorsa, o kalabalık “millet” olamaz…
Sanatı halkın seviyesine mi indirelim?.. Hayır! Halkı eğitip, lÂyık olduğu yere yucelttikten sonra, sanatı halkın seviyesine getirmeye calışalım… Bu milletin gercek munevverleri ve gercek şairleri halktan kopuk değillerdir… Kultur de, edebiyatta halkın malı, milletin gonul peteğinin balıdır…
Halkı anlatmayan, halka yaslanmayan, halkın oz malı olmayan kulturun kilosu ve edebiyatın endÂzesi kac para eder gonul bedesteninde?..
__________________