Nazilerin zulmu karşısında aldığı kararla hayattan vazgecen, savaşın ortasında verdiği eserlerle tanınan adam, Stefan Zweig’in hayat hikayesidir.

Stefan Zweig, oylesine karmaşık ve bir yandan da oylesine tek duze bir ruh haliyle yaşamış ki, belki de o yuzden vazgecmeyi secmiş hayattan. Kim bilir, belki de sonuna kadar haklı olan oydu. Dunyasının rengi siyahsa, beyaza donmuyordu işte.

İnsanın hayatında her şey, her an birbiri ile ilintili. Bazen yazacağım biyografilerde bile hissediyorum bunu. Daha bugun yeni tanıştığım bir arkadaşımla yaptık “hayat”ın konuşmasını. Dunya uzerinde ne kadar insan varsa, o kadar da yaşama şekli var işte. Bir elin beş parmağı misali; mumkun değil aynı hissetmek.

Aslında gorebilene, iyi ki mumkun değil aynı yaşamak. Sevgili Stefan, sen kendine gore doğru olanı sectin, biz de seni okumayı. Kalbin, eminim onca savaştan, kacıştan, hep geri donuşten sonra şimdi daha huzurlu. Yine de insan bu şekilde kırgın ve kendi kararınla gitmeseydin demekten alıkoyamıyor işte kendini…



Cocukluğu ve eğitim hayatı
Stefan, 28 Kasım 1881’de, Viyana’da varlıklı ve kulturlu bir ailenin ikinci oğlu olarak dunyaya geldi. Annesi İtalyan Yahudisi Ida Brettauer, babası ise bir tekstil sanayicisi olan Moritz Zweig idi.

Ailesi oğlunu kultur seviyesi yuksek bir cocuk olarak yetiştirmek istediğinden, Stefan, cok kucuk yaşlarda eğitim almaya başladı. Ozellikle edebiyat alanında eğitiliyor ve yeni diller oğreniyordu. İngilizce, Yunanca, İtalyanca, Latince ve Fransızca oğrenecekti. Şiir yazmaya ve ruhunu karanlığa gommeye meyilli olmaya ise, lise sıralarında başladı. Ozellikle Alman Şair Rainer Maria Rilke’den cok etkilenmiş, onu ve şiirlerini hayatının merkezine oturtmuştu. Bir de Hugo von Hormannsthal vardı. Bu şiirlere gencliğinin ilk adımlarında bulanmıştı; ilk aşktan farksızdı.

Viyana ve Berlin Universiteleri’nde Felsefe eğitimi aldı. Ardından uzun yolculuklara cıktı. Yaşanacak koca bir dunya savaşı vardı hem. Tum gencliği ile karşılayacaktı ne varsa…



Yolculuk zamanı
Stefan, hayatında değişen, gelişen ne varsa aldırmadan yazıyordu; değişmeyen tek şey buydu. Oğrendiği dilleri edebiyat icin cevirilerde kullandı. 1901’in sonlarında Paul Verlaine ile Baudelaire’nin şiirlerini Fransızcadan Almancaya cevirdi.

Sonra yolculuklar başladı; uzun yolculuklar… 1907-1909 yılları arasında Seylan, Gwalior, Kalkuta, Varanasi, Yangon ve Kuzey Hindistan’ı; 1911’de ise, New York, Kanada, Panama, Kuba ve Porto Riko’yu gezdi. 1914’te de Belcika’ya Şair Emile Verhaeren’in yanına gitti. Donuşu bir savaşın icine olacaktı.



Savaş zamanları
1914’te I. Dunya Savaşı başlamıştı ki, Stefan, Belcika’dan Viyana’ya donup orduya katıldı. 1914 – 1917 yılları arasında Viyana’da savaş karargahında “Savaş Arşivi”nde memur olarak gorev aldı.

Aslında savaş başladığında bir gazeteci ve yazar olarak savaşı destekliyordu; ama Galicya’ya gidip cephedeki acıya tanık olunca, savaşın anlamsızlığını kavradı. İlk tavrını pasif olarak gosterdi. Ancak yazmaya devam ediyordu. 1916’da “Babil Kulesi”, 1918’de de “Zorlama” adını verdiği yazılarıyla savaşın karşısında duran tutumunu sergiledi.

1917’de ise, tum trajediyi cumle cumle anlattığı bir oyun yazdı; adına da “Yaremya” demişti. Bu surecte savaşa karşı en onemli tavrını ise, “Yabancı Ulkedeki Dostlarıma” girişi ile yazdığı kınama dolu acık mektupla gosterdi.



Stefan Zweig evlendi
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı.

Frederike, iki cocuklu bir kadındı. Cok gecmeden Stefan ve Frederike evlendi. Bu evlilik 1937’de bitecekti…

Edebiyat alanında en verimli zamanlarını gecireceği Salzburg’da yaklaşık 20 yıl yaşayacaktı. Kapuziner yokuşu, 5 numaralı villayı satın almıştı. Bircok eserini bu villada yazacaktı.

Salzburg’daki yaşamı ona unlu isimlerle arkadaşlığı da getirmişti. Hayranı olduğu Hugo von Hofmannstahl, bugun evinin konuğuydu. Romain Rolland, Thomas Mann, H. G. Wells, James Joyce, Paul Vallery, Arthur Schnitzler, Franz Werfel, Richar Strauss gibi bircok isim vardı konukları arasındaydı.

Stefan Zweig, giderek unleniyordu.



Bakış acısı ve eserleri
Stefan, Salzburg’da edindiği cevrenin yanında eserler de verdi. Once 1920’lerde Honore de Balzac, Charles Dickens, Fyodor Dostoyevski uzerinde incelemeler yazmaya başladı. 1925’te ise, Friedrich Holderlin, Heinrich von Kleist ve Friedrich Nietzsche ile devam etti. Giacomo Casanova, Stendhal ve Lev Tolstoy uzerine incelemeleri ise 1928’de yayımlandı.

Biyografik yazılarına ayrıca, Emile Varhaeren, Marceline Desbordes-Valmore ve yakın dostu Romain Rolland’ın incelemelerini de ekledi. Tarihsel kişilikleri, bilim insanlarını, edebiyatcıları incelemeye devam edecekti.

Biyografi calışmalarının yanında diplomatik cevrelerin akıl ve sabır hocasıydı. Calışmalarıyla Avrupa’nın duşunsel birliği icin ağırlığını koymuştu; yazdığı makaleler ve verdiği konferanslarla aşırılıklara karşı uyarılarda bulunuyordu. 1927’de Munih’te, “Duygu Karmaşası”, “Yıldızın Parladığı Anlar” ve “Tarihsel Baş Minyatur” adını verdiği kitaplarını yayımladı.

20 Şubat 1927’de “Rilke’ye Veda” başlıklı konuşmasını yaptı ve 1928’de Lev Tolstoy’un 100. Doğum Gunu Kutlamaları’na katılmak icin Sovyetler Birliği’ne gitti.

Stefan’ı zor zamanlar bekliyordu.



Surgun zamanları
Ulkeye "Nasyonel Sosyalizm" egemen olmaya başlamıştı. Hitler onculuğundeki bu akımda, Yahudi asıllı olan Stefan Zweig, kara listeye alındı. 1933’te Naziler, ideolojileriyle bağdaşmayan kitapları meydanlarda torenlerle ateşe veriyorlardı. Yakılanların arasında Stefan Zweig’in kitapları da vardı. Bir anda parmakla işaret edilen, Yahudilerden biri olmuştu.

1934’te Gestapo, Stefan’ın villasına baskın duzenledi ve arama yaptı. Bunun uzerine Stefan, ulkesini terk edip Londra’ya yerleşmek zorunda kaldı. Ulkesinden resmen surulmuştu. Gardını duşurme yerine daha baskın bir kalemle yazmaya devam etti. Bu surecte yayımladığı eserien, “Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi” adını verdi.

1937’de karısı ile boşandılar. Bir yıl sonra da Stefan, yanında sekreteri Lotte Altmann ile Portekiz’e gitti. Lotte de bir Yahudi idi. Bu sırada Avusturya, Alman Reich’ine katılmıştı. Bunun uzerine Stefan da, İngiliz vatandaşlığına gecmek icin başvuruda bulundu.

1939’da da kendi isteği ile İngiltere’nin Bath şehrine taşındı; Londra’da bir turlu rahat edememişti. 6 Eylul 1939’da Lotte ile evlendi. Lotte, onun goz bebeği olmuştu; ondan etkilenerek yazdığı romanına “Sabırsız Yurek” adını verdi. Bu kitap ayrıca “Tehlikeli Merhamet” ve “Acımak” adlarıyla da basılacaktı…



İntiharın eşiğinde
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, otekileştirmenin coğalttığı nefrete, kotulukten doğan bunca ofkeye seyirci kalmaya dayanamıyordu. Bu hissiyatıyla ilgili yakın dostu Joseph Roth, Stefan’a şoyle yazmıştı: “Cok buyuk bir felakete suruklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak”.

Gercekten de bu kısacık ve ici cok ağır cumle gercek oldu. Bir sure sonra, Stefan’ın kitapları yakıldı, sevdiği herkes ondan cok uzağa suruklenmişti. Doğduğu topraktan, ırktan bu şekilde koparılmak canını yakıyordu. Dunyanın kendisine kapılarını kapattığını hissederek yazdı arkadaşına mektubunu: “Bir nefretin cift taraflı ağırlığıyla yere serilmiş durumdayım, savaşa neden olan Almanya’ya duyduğum nefret ve savaşın galibi olan Avusturya’daki Yahudilere duyduğum nefret benim gibi insanları yok edecek, yaşamak icin birazcık hava bile bırakmayacaklar. Peki, nereye kacmalı? Dunya bize kapılarını kapatacak, bense yabancı ve duşman olarak hor goruleceğim bir devletin tutsaklığında yaşamayı istemiyorum”.

Hissettiği sadece umutsuzluktu. Londra’da oturma vizesi alamamış, bir de ustune pasaportuna “Yabancı Duşman” damgası vurulmuştu. Tum bunlar cok ağrına gidiyordu.



İngiliz vatandaşı Stefan Zweig
Başvurusu sonuclanmıştı; Stefan Zweig, 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, karısını aldı ev Avrupa’dan ayrıldı; once New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri donduler. Burada Stefan, “Amerigo – Tarihi Bir Hatanın Oykusu” adını verdiği kitabını yazmaya başladı; cok gecmeden yayımladı.

Bir sure her şey yolunda gibi gitse de değildi işte. Hem Amerika’daki yaşam hoşlarına gitse de, havası suyu Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu percinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya surukluyordu. 1941’de de “Brezilya – Geleceğin Ulkesi” adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi.



En onemli eserlerinden
Stefan, Brezilya’da Petropolis şehrine yerleşti. Burada “Bir Satranc Oykusu”nu yazdı. II. Dunya Savaşı’nın sebep olduğu insan kıyımında, ruhsal baskılara maruz kalmış bir insanın duygularını anlatıyordu. Şuphesiz bunu en iyi bilen insanlardan biriydi. 3 yıl boyunca savaşın ortasında kalmış; her yaşanana bizzat şahit olmuştu. Kitabın finalinde ise, Stefan’ın 1942 yılı başlarındaki ruh hali vardı.

1941’de Montaigne uzerine incelemesine başlamıştı ki, en onemli eserlerinden biri olan “Dunun Dunyası – Avrupa Anıları” adlı kitabını da yazdı. Bu kitabında da, 1900’lerde gencliğini yaşamış bir yazar vardı ve hissediyordu ki, bir daha asla hicbir şey eskisi gibi olamayacaktı. Eski gunlere ovgu dolu cumleleri bundandı.



İntiharın kucağında
Stefan, Montaigne incelemeye başladığında, yaşamının son gunlerini yazıyordu aslında. Kacarak geldiği bu son noktada yorgun bir beden bulmuştu. Karısıyla birlikte, haberlere, gerceklere, dunya neden yalan yerde olan biten her şeye kulaklarını tıkadılar. Ailesi, gecmişte bıraktığı hayatı işgal altındaydı. Bu işgal, en cok Stefan’ın yureğinde volkanik patlamalar yaratıyordu da, kimsenin haberi yoktu işte. Dinlenilen haberlerin de artık değeri yoktu. İşte bu yuzden Stefan, haberciler icin “Ağızlarından kan akıyor” diyordu. Haberleri asla islememeye karar verdiler.

Ama tabii, onlar deve kuşu olmayı sectiler diye olaylar dinmedi. Duşen ateş harlanarak yolunu buluyordu.

Umutsuzluk icindeki şu gunlerinde teselliyi Goethe, Homeros ve Shakespeare’de aradı. İşte tam bu sırada karşılaştı Montaigne’nin “Denemeler”ine. Montaigne, olum karşısında ozgur olmayı istiyordu. Bu haldeyken ne dediğini anlamak cok zor olmadı. Yalan değildi ya, Stefan da, Naziler’in zulmu karşısında tek care olarak olumu goruyordu.



Ve o gun
14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki, ağızlarından kan damlatan adamların yazdığı gazetelerin manşetini gorduler. Naziler, Suveyş Kanalına doğru yonelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine donduler.

22 Şubat gunu, Stefanlar’ın yatak odalarının kapısı oğlene kadar hic acılmadı. Hic boyle yapmazlardı. Ses alamayan hizmetciler, hic vakit kaybetmeden polise haber verdi. İceri giren polisin gorduğu manzara tek hıckırıklıktı; Stefan sırt ustu yatmış, karısı da elini onun goğsune koyup satılmıştı. Cansız bedenleri ile oylece yatan cift, “Veronal” adlı ilactan icmişler, oncesinde de masanın uzerine pulları muntazam bir şekilde yapıştırılmış veda mektuplarını bırakmışlardı.

Bazen bir hayat, yanında sol tarafını da birlikte goturup boyle huzura erebiliyordu demek ki…

Stefan, Hitler’in zorbalığının sonsuza dek sureceğini sanmıştı belli ki. Hal boyle olunca, kendi dunyası da bir daha hic var olmayacaktı…



Veda mektubu
"Kendi isteğimle ve bilincli olarak hayattan ayrılmadan once son bir gorevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve calışmalarıma boyle iyi ve konuksever şekilde kucak acan harikulade ulke Brezilya'ya ictenlikle teşekkur etmeliyim. Her gecen gun bu ulkeyi daha cok sevmeyi oğrendim. Benim lisanımın konuşulduğu dunya, bana gore mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ama hayata 60 yaşından sonra yeni baştan başlamak icin ozel guclere ihtiyacım vardı”.

Stefan Zweig, gerisinde bu cumleleri bırakarak, sevdiği kadınla birlikte hayatına son verdi. O kadar emindi ki, bir daha asla eskisi gibi olamazdı. Aslında yanlış da değil tabii, bir daha eskisi gibi olmaz; ama kim bili, belki daha guzel olur.

Şu hayat, ne getirirse getirsin, oylesine değiyor ki her saniyesine. Vazgecmek, daha buyuk bir kabulleniş gibi…

Oyle işte; her insan, kendi tercihleri ile yaşıyor hayatını. Kocaman kalbi dunyanın ağırlığını kaldıramamış, cirkinliklere tepkisini kendi nefesinden vazgecerek gostermiş, yine de bunların yanında yazmaktan hic vazgecmemiş bir Stefan Zweig gecti bu dunyadan…

ensonhaber.com
__________________