Emmanuel Kant, salt pratik aklın yonettiği istemelerden gelen eylemlere “ odeve dayanan eylemler ” der. Bizim yapıp ettiklerimiz icimizde mevcut ahlak yasalarına uygunluğu ve bu ahlaklı davranışlarımızın ahlak yasalarına uymak zorunluluğu bir odev, yani odev ahlakıdır. Bir başka deyişle, “ ahlak kaynağı us olan bir yasaya, kesin buyruğa ( kategorik imparatif )’e dayanır, bu buyrukta yapısı gereği ohseldir. Bu buyruğun ozunu kuran ise, tek salt değer olan ‘ iyi istenc’ tir. Ote yandan bu ‘ iyi istenc ’, yalnız insanı ilgilendiren bir odevdir; odev ise, ‘ usun sesidir. ’ En yuksek değeri iceren bir oğedir. ”

Emmanuel Kant, ‘ Pratik Us’un Eleştirisi ’ adlı eserinde odev konusunda şoyle diyor :

Odev 1 - maksimlerin salt yasa koyma biciminin, tek başına bir istenci belirlemede yeterli neden olduğu varsayılarak, yalnız bu bicimde belirlenen istencin yapısını bulmak.

Yasanın yalın bicimi yalnız usca tasarımlanabilir, bu yuzden de duyuların nesnesi değildir, gorunuşler arasında yeri yoktur, istenci belirleme nedeni olarak yasanın bicimi doğada nedensellik yasası gereğince olayları belirleme nedenlerinin hepsinden ayrılır, cunku bunlarda belirleyici nedenlerin de gorunuşler olması gerekir. Bu genel yasa koyucu bicimden başka hicbir belirleme nedeni istenc icin yasa gorevi yapmaya yapamıyorsa, boyle bir istencin gorunuşlerin bağlandığı doğa yasasından, şu nedensellik yasasından, acıkcası birbirinden bağımsız olarak duşunulmelidir. Boyle bir bağımsızlığa en kesin, dahası aşkın, anlamda ‘ ozgurluk ’ denir. Oyleyse bir istenc icin maksimin salt yasa koyucu bicimi tek başına yasa gorevi yapıyorsa, o ozgurluk bir istenctir.

Odev 2 - Bir istencin ozgur olduğunu varsayıp, onu tek başına zorunlu olarak belirlemeye elverişli yasayı bulmak.

Maksimin bir nesnesi olan pratik yasanın iceriği ancak deneysel verilerle sağlanabilir. Oysa ozgur istenc deneysel koşullardan (duyular dunyasında bulunanlardan ) bağımsızdır, buna karşın belirlenebilir olması gerekir. Ozgur bir istenc yasanın iceriğinden bağımsızsa da yasada bir belirleme nedeni bulmalıdır. Yasada ise icerikten başka, yasa koyucu bicimin dışında bir nesne yoktur. Bundan dolayı; yasa koyucu bicim; maksimde bulunduğu olcude; istencin belirleme nedeni oluşturulabilecek bir nesnedir.


Emmanuel Kant’ın ahlak anlayışı, onun ahlak konusunda ana yapıtı olan “Pratik Aklın Kritiği” deki başlıca duşunceleri daha anlaşılır bir şekilde anlatan “Torelerin Metafiziğine Temel Atma” uzerinde belirtmeye calışacağız.

Yapıtta başlıca uc kavram ele alınıp incelenmektedir :

“İyi İstenc” (Der Gute Wille), “Kategorik İmperatif” ve “Ozgurluk” kavramları.
Emmanuel kant’a gore, “dunyada, dunyanın dışında bile iyi istencten başka koşulsuz iyi sayılabilecek bir şey yoktur.” Başka bir deyişle: Dunyada ancak tek mutlak değer vardır, o da “iyi istenc” yada “salt istenctir.” İmdi “iyi istenc” ne demektir? İnsan yapısı gereği, yalnız mutluluğa yonelmiş olamayacağına gore, geriye odevden (Pflict) başka bir şey kalmamaktadır.

Demek, “iyi istenc” kavramının birinci belirtisi, “eylemin salt odevden doğmuş” olmasıdır. Bu kavramın ikinci belirtisine de Kant şoyle formuller: “odevden doğan bir eylemin ahlaki değeri, kendisiyle varılmak istenen erekte ( Absicht ) değil, bu eylemin kararını verdiren maksime’dedir.” (Kural, ilke) Buradaki erek yerine, eylemin fenomenler dunyasında bulunan bir “sonucu” ( Erfoly ) gozetmesi de diyebiliriz. İşte Kant’a gore, bir eylem dışarıda bulunan bir sonuc yuzunden değil, ancak kendisine dayandığı ilke(maksime), a posteriori yada a priori olabilir; kişi istencini ya a priori bir kurala yada doğal motiflere (duygulara, itkilere, sonuclara) gore belirleyebilir. Ama, bir eylemin “iyi” olabilmesi icin, a priori bir motife gore, yani aklın buyruğuna, odeve gore belirlenmiş olması gerekir; dolayısıyla burada sozu gecen maksim, odev maksimi’dir. Odev de aklın buyruğu olduğundan, objektif, zorunlu ve tumel gecerlidir.

Odev ve eğilim birbirine karşıttır. Odevde aklın sesi, dolayısıyla da insanın en yuksek değeri dile gelir. Ama insan, yalnız aklı olan bir yaratık değil, onda bir de doğal bir yon vardır, insanın icguduleri, eğilimleri de var. İmdi aklın sesi olan odev ile doğal eğilimler karşılaşınca, ya catışabilirler, yani odevin emrettiği ile eğilim arasında bir uyum kurulmuş olabilir, her ikisi de aynı şeyi isteyebilir. Kant’a gore, odev ile eğilimin bu uyuşmalarından doğan eyleme “iyi” diyemeyiz; bu, ancak bir rastlantıdır; oysa bir eylemin “iyi” olabilmesi icin, hic koşulsuz olarak odevden cıkmış olması gerekir; ancak odevin belirlemiş olduğu bir istenc “ iyi ”dir. Cunku insanın eyleminin iyi olması icin genel gecerliliği olması gerekir. Bu da tum insanlarda mevcut olan a priori ahlak bilgisine goredir.

Tabii ki iyi istencler sacma olmaz. İyi istencler kaynağını ahlak yasalarından, yani a priori olan yasalardan alıyorlar, bu etkilerin odevi de iyiyi ve guzeli istemek hatta gercekleştirmektir.

Kant, butun buyrukların en yuksek bir buyrukta toplanabileceğini savunurdu. Hatta salt pratik aklın bu en yuksek yasası butun ahlaklı eylemlerde bir olcut olarak gecerli olacaktır. Bu yuzden Kant cok yerde “kategorik buyruk” yada “ahlak yasası” der.

Kant’ın aradığı hep bu ceşitten yasa niteliği olan şeylerdir. Nitekim Kant’a gore odev de, yasaya karşı duyulan saygıdan doğar. Bir eylemin iyi olması a priori bir motife, yani aklın buyruğuna odeve gore belirlenmiş olması gerekir.

Yalnız Kant’a gore, bu dunyada iki turlu yasalılık vardır. Bir yanda doğa yasaları var. Bunlar, bir zor niteliği taşıyan yasalardır. ( Geretze des Mussens ). Doğa olayları karşısında, “şoyle yada boyle olmaları gerekirdi” demenin yeri yoktur; doğa olayları oyle yada boyle olmak zorundadırlar. Onun icin, onların karşısına bir takım buyruklar ile cıkamayız, onlara “şoyle olman”, “boyle davranman gerekir” gibi birtakım emirlerle yonelebiliyoruz. Bunu yapabiliyoruz, cunku ahlak dunyasında, doğa dunyasında olduğu gibi, yalnız cansız bir zorunluluk, kor bir mekanizm yok, burası busbutun başka turlu yasası olan dunyadır.

Kant şoyle der: “İnsan, kendi eylemlerinin maksimini, genel bir yasa olmasını isteyebilmelidir. Bu, genel olarak ahlak bakımından ....... olcusudur.” Kant bu genel yasayla hayattaki butun eylemlerin ahlaka uygun olup olmadıklarını kesin olarak acığa cıkaracak bir olcut vermek istemektedir. Kant bu yasayı, “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi” adlı yazısında daha kolay anlaşılır bir şekilde soylemiştir. “Oyle hareket etki; bu hareketinde insanlığı, insan olmayı hem kendinden hem de başka insanlarda bir amac olarak alasın, asla salt bir arac olarak kullanmayasın.” Odev ahlakından amac; insanın kendisine yakışan bir olgunluk, İslam tasavvufunda “İnsan-ı kamil” olarak davranmasını sağlamaktır.

Kant, ahlak yasasını istememizin maksimini yapan sebebin, bizim icimizde bu hareketi getiren ve iten şeyin saygı duygusu olduğunu soyler. Kant’a gore saygı; ozel bir duygudur. Bunun kaynağını da akılda bulmaktadır. Ayrıca, saygı, ahlak yasasının bir numaralı duygusudur. Yine Kant’a gore, ahlak yasasına duyulan saygı, “ahlaklılığın subjektif harekete getiricisi olarak gorulmektedir.” Saygı duyulmayı her ahlaklı insan ister. Bu genel bir istek sayılabilir. Kant’a gore saygı, insanı ahlaklı olmaya sevk eden, harekete getiren ozel bir sebeptir.

İnsan eylemlerini ahlaklı yapan şeyin, bu eylemlerin odeve karşı saygıdan doğduğunu yukarıda belirttik. Fakat bununla asla herkesin insanlığa saygı duymasını, kişilerin insanlık onurunu her şeyin ustunde tutmasını isteyen bir ahlak yasasının, icsiz soyut bir yasa olduğu soylenemez. Kant şoyle der: “Şeylerin fiyatı vardır; kişilerin “onuru”. Cunku kişiler aklın sujesidirler.” Yani sadece istekler ve eğilimler tarafından yonetilmezler. Her kişi kendi başına bir değerdir. Kant buna, “her kişi bir amactır” diyor.

Salt pratik akıl, istemelerini yonetirken, yani ahlaklı istemeyi belirlerken, objektif amaclar koyar. Bu amac; insan olma, kendi varlık yapısının temeline ve akla dayanarak kendi kendisini yoneten bir varlık olmaktır. Doğadaki karşılıklı bağlılık ilkesi, zaman ve mekan icindeki şeyleri birbirine bağlar. Bu bizim icimizdeki ahlak yasalarından ve aklımızın varlık yapısından kaynaklanarak, yuksek bir duzen ve en yuksek bir yasa olmak istiyor. Kant, “bu akıl yasasının gecer olduğu bu ‘ butun ’e, bu ‘ahlak dunyası ’na, ‘ amaclar ulkesi ’ diyor.

Ahlak yasaları insana dışarıdan verilmemiştir. Onlar, insan aklının varlık yapısından gelmektedir. Ahlakın, bu buyrukları insanın kendi insanlığından, kendi dalından veya kendi icinden alır. Kant bunu cok kullandığı bir terimle acıklamaktadır: “ Outonomi ” kelimesiyle ifade eder. Bunun anlamı: “Aklın yonettiği iradenin, kendi kendisini yonetmesidir. Salt pratik akıl sahibi olan insan, kategorik gerekliliğin buyruğu altına girer, istemesi Outonomi olan bir varlık olur.” Ahlaklı isteme, akıl sahibi bir varlık onuruna dayanmaktadır. Bunun anlamı, onun kendi yasasını kendisi yayması, Outonomi olmasıdır.

Kant, yaşlılık yapıtlarının birisinde ahlak metafiziğinde bir odevler teorisi kurar; odevleri amaclar ulkesinden alır ve sınıflandırır. Yani insanı insanlara ve şeylere olan odevi diye sınıflandırır. Kant, ahlak yasasından insanları birbirlerine bağlayan insana şekil veren bir yasa, evrenin olmayan duyular ustu bir ilkesi olarak dindarca bir saygıyla soz eder. Yine Kant, ahlak yasasını din kitaplarında olan derin bir duygu ile ele almaktadır. “İnsanın ahlak yasalarının gorkemine hicbir zaman dayanamayacağını soyler.” Bu yasaları insanın duyması onu yuceltir.

Boylelikle Kant, ahlak felsefesini vazife ahlakına dayandırır. Ona gore uc ceşit insan davranışı vardır:

Vazifeye aykırı olanlar. (ahlaki bir değeri olmayan)
Vazifeye uygun olanlar. (tesadufi)
Sırf vazifeden dolayı yapılanlar(ahlaki değeri var)

Emmanuel Kant’a gore “yukumluluğun temeli, insan tabiatında veya insanın icinde bulunduğu dunya şartlarında aranmamalıdır. O, saf akıl kavramlarında a priori olarak aranmalıdır.” “insana uygulandığında, onun kendi bilgisinden hicbir şey odunc almayan fakat ona, akli bir varlık olarak a priori kanunlar veren” saf bir ahlak felsefesi kurulmalıdır.

Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi’nin ilk cumlesi şoyle başlar : “Dunyada iyi istemeden başka kayıtsız şartsız iyi diye isimlendirilebilecek başka bir şey tasavvur etmek imkansızdır.” Kayıtsız şartsız iyi diye isimlenebilecek yegÂne şey olan ‘iyi isteme’ kavramı, Kant’ın ahlak teorisinin anahtar terimlerinden birisidir. Bu kavramın izahını yaparken O, şu hususlara dikkat ceker : “Servet gibi harici şeylerle ‘zeka’ gibi zihni kabiliyetlerin kotuye kullanımları her zaman mumkundur. Aynı şeyi ‘cesaret’ gibi doğal karakter ozellikleri icin de soyleyebiliriz. Bunların kotu bir hedefe ulaşmak icin kullanılması mumkun olduğundan, kayıtsız şartsız iyi olmaları imkansızdır. Fakat ‘iyi isteme’, hicbir halde kotu olmayıp, her zaman kayıtsız şartsız iyidir.

“ İyi isteme ” tabirini acıklarken Kant, onu başka bir şeyle ilgisi icinde değil de, sadece kendinde iyi (good in itself ) olan bir isteme kavramına dikkat ceker. Mesela, acı veren bir ameliyatın iyi olduğunu soyleriz, ama buradaki “ iyilik ”, ameliyatın bizatihi kendisiyle değil, onunla hedeflenen faydalı sonucla ilgilidir. Oysa Kant’ın “ iyi isteme ” kavramı, kendinde yani zati kıymetinden dolayı daima iyi olan bir istemeyi ifade eder. Fakat bir isteme, ne zaman kendinden yani bizzat kendi kıymetinden dolayı iyidir ? Kişi fiziki şartların yerine getirmesine mani olduğu guzel bir davranışa niyet edebilir. Bu durumda istemesi iyidir. Acaba onu iyi yapan şey nedir ? Kant bu soruyu cevaplamak icin, O’na gore ahlaki şuurun en bariz ozelliği olan ‘ vazife ’ kavramına muracaat eder. “Sırf vazifeden dolayı ” (for the sake of duty) harekete gecen bir isteme, ‘ iyi isteme’ dir.

Demek ki Kant’a gore, ahlaki değeri olan davranışlar, ancak vazifeden dolayı yapılanlardır. Konuyu aydınlatmak uzere, “kişinin hayatını surdurmesi” filmi misal olarak verir : “ Bir insanın hayatını surdurmesi ( idame ettirmesi ), onun icin bir vazifedir; hatta bunu herkesin, doğrudan doğruya bir eğilimi de vardır. Buna gore, sırf oyle eğilim ( inclination ) duyduğu icin hayatını idame ettiren kişinin bu davranışının ahlaki bir değeri yoktur. Ahlaki bir değer taşıyabilmesi icin fiil, sırf vazifeden dolayı yani ahlaki yukumlulukten dolayı icra edilmelidir.

Goruluyor ki filozofumuza gore “ iyi isteme ”, vazifeden dolayı yapılan fiillerde ortaya cıkmakta ve vazifeden dolayı yapılan bu fiiller, sırf eğilim veya arzudan dolayı yapılanlardan ayırt edilmektedir. Bu konuyu acıklarken Kant, ‘ vazife ’nin, ahlak kanununa saygıdan dolayı davranışta bulunma zorunluluğudur. “ Buradaki kanun, ahlak kanunudur. Dolayısıyla vazifeden dolayı hareket etmek, ahlak kanununa gore hareket etmek demek olur. Ahlak kanununun esas karakteri ise, evrensel olmasıdır. Buradaki evrensellik ( universality ), fizik kanunlarının evrenselliği gibidir. Ancak butun fiziki varlıklar şuursuz ve zorunlu olarak fizik kanununa uyarken sadece akıl sahibi varlıklar, kanun fikrine uygun olarak hareket edip etmeme kabiliyetine sahiptirler. Bu sebepten ahlaki değeri haiz insan davranışları, kanuna saygıdan dolayı icra edilenlerdir.

Kant’a gore insan davranışlarının ahlaki değeri, onların fiili veya niyet edilmiş sonuclarından değil fakat fiilinin maksiminden gelir. Davranışlara ahlaki değer kazandıran bu maksim, ahlak kanununa saygıdan dolayı ona itaat etme maksimi olmalıdır.

Demek ki ‘ iyi isteme ’ vazifeden dolayı davranışta bulunmakta ortaya cıkmaktadır. Vazife ise, evrensel bir ahlak kanununa saygıdan dolayı davranışta bulunmak demektir. Burada son derece mucerret bir vazifeden dolayı davranışta bulunmak kavramıyla karşı karşıya geliriz ki, acaba bu mucerret kavramı, muşahhas ahlaki hayata nasıl tatbik ederiz?

Kant’ın bu soruya verdiği cevaba gecmeden once, kullandığı ‘maksim’ ve ‘prasip’ kelimelerinden ne anladığını acıklamakta fayda vardır. Coplestan’ın da işaret ettiği gibi, kant’ın teknik terminolojisinde prensip saf pratik, akılda temellendirilmiş objektif bir ahlak kanunudur. O, insanın sırf akli ve ahlaki bir fail olarak, kendisine gore hareket edeceği prensiptir. Maksim ise, iradenin subjektif bir prensibidir. Yani o, failin fiilen kendisine gore hareket ettiği bir prensiptir. Maksimler, muhtelif cinsten olabilirler; ahlak kanununun objektif prensibine uyar veya uymayabilir. Ayrıca Kant maksimleri, “tecrubi veya maddi maksimler” ile “a priori veya formel maksimler” olmak uzere ikiye ayırır. Birinciler arzu edilen gaye veya sonuclara işaret ederken; ikincilerin sonuclarla ilgisi yoktur. Davranışlara ahlaki değer kazandıran maksimler, a priori veya formel olanlardır. Yani eğer iradenin subjektif prensibi, kanuna saygıdan dolayı evrensel ahlak kanununa itaat ise, bu prensibin yonettiği davranışlar, ahlaki değer haz olacaklardır.

Maksim ve prensip ile tecrubi ve a priori maksimler arasındaki ayırımı belirttikten sonra, mucerret “ vazifeden dolayı davranışta bulunma ” kavramının, muşahhas ahlak hayatına tatbiki meselesine donebiliriz. “ İstemeyi, herhangi bir kanunu takip etmekten cıkabilecek butun saiklerden soyduğum icin, ona bir prensip olarak hizmet edecek davranışların ahlak kanununa evrensel uyumunda başka bir şey kalmamaktadır. Yani maksimin aynı zamanda evrensel bir kanun olmasını isteyebileceğim bir tarzda başka turlu, asla hareket etmemeliyim.

Demek ki her zaman, maksimimizin evrensel bir kanun olmasını isteyip istemediğimizi, yani evrensellik formunu ihtiva edip etmediğini sormak durumundayız.

Kant misal olarak, maddi sıkıntı icinde olan ve bu sıkıntıdan ancak yerine getirmeyeceği bir soz vererek kurtulabileceğini duşunen bir insanı ele alır. Acaba bu insan, maddi sıkıntıdan kurtulmak icin yalan konuşabilir mi? Eğer bu tarzda hareket ederse maksimi maddi sıkıntıdan kurtulmak icin yalan konuşmaya onu yetkili kılıyor demektir. Bu durumda soracağımız sual şudur: Bu maksimin evrensel bir kanun olması istenebilir mi? Evrensel kılındığında bu maksim, maddi sıkıntıda olan ve başka şekilde bundan kurtulamayan herkesin yalan konuşabileceğini ifade eder. Boylesi bir evrensel kılma, Kant’a gore istenemez. Cunku o, yalan konuşmanın evrensel bir kanun olmasını istemek manasına gelir ki, “bu da verilen soze inanmayı imkansız kılar.” Oysa insanın maksimi verilen sozlere inanmayı şart koşar. Bu sebepten insan, evrensel bir kanun olmasını isteyemediği boyle bir maksimi benimseyemez. Boylece “ bir prensip olarak evren sel bir kanun şemasına girmeyen her maksim reddedilmelidir. ”

Demek ki, bir isteme, evrensel bir kanuna saygı ile harekete gecirilmediği muddetce iyi olamaz. Bu sebepten istemelerimizin ahlaken iyi olabilmesi icin kendimize, irademizin subjektif prensipleri olan maksimlerimizin evrensel bir kanun olmasını isteyip istemediğimizi sormalı ve evrensel kanun olmasını isteyemediğimiz maksimleri reddetmeliyiz. Eğer maksimlerimiz, evrensel ahlak kanunu şeması icinde prensipler olarak girebilirse, akıl onları kabul etmemizi ister. Şayet biz, sadece akıl sahibi ahlaki failler olmuş olaydık, ahlakın objektif prensipleri, davranışlarımızı daima idare ederlerdi. Ama gercekte biz, ahlakın bu objektif prensiplerine ters duşen iradenin subjektif prensiplerine yani maksimlere gore de hareket etmeye kabiliyetliyiz. Bu durum, objektif ahlakın prensiplerini, bize emir ve buyruklar olarak takdim ettiklerini ifade eder ve boylece biz yukumluluğu tecrube ederiz. Yani saf pratik akıl buyurduğu zaman, bu buyruklarla catışan arzularımızı bastırmak vazifemiz olur.

Kant, buyruk ile emir arasında bir ayırım yapar. “isteme icin zorlayıcı olduğu muddetce objektif bir prensibe aklın bir emri ( a command of reason ); bu emrin formulune buyruk ( imperative ) adı verilir. “ İsteme icin zorlayıcı objektif prensip ” ifadesiyle Kant, isteminin zorunlu olarak aklın itaat etmediğini ifade eder. Zira faile kanun, istemesine baskı uygulayan harici bir şey gibi gozukur. Kanun, bu manada, isteme isteme icin zorlayıcı olur.

Uc değişik davranış şekline karşılık, uc turlu buyruk vardır. Bunlardan sadece birisi ahlaki buyruk olduğundan aralarındaki farkı anlamak onemlidir.

Once, “ Almanca oğrenmek istersen, şunları yapman gerekir ” cumlesini inceleyelim. Burada dikkat edilmesi gereken iki husustan ilki, yerine getirilmesi emredilen hususların, sırf kendileri icin değil de, başka bir gayeye vasıta olarak emredilmiş olmalarıdır. Bu sebepten bu buyruk, ‘şartlı ( hypothetical ) buyruk ’ diye isimlenir. İkinci olarak da, bahse konu gaye, herkesin tabiatı gereği arzu ettiği bir gaye değildir. Almanca oğrenmeyi bir insan, ister veya istemez. Kant bu tur buyruğa bu tur buyruğun ahlakla hicbir ilgisi yoktur.

İkinci olarak “ tabiatın bir zorunluluğu olarak mutluluğu arzu ettiğinden şu tur faaliyetlerde bulunman gerekir. ” cumlesini inceleyelim. Dikkat edilirse burada eğer mutluluğu arzu edersen diye bir şart cumlesi yoktur. Sadece insan mutluluğu arzu ettiği olgusu beyan edilmektedir. Bu sebepten bu tur buyruklara da “ assertorik şartlı buyruk ” adını verir. Kant’a gore bu tur şartlı buyruklar da ahlaki değildir. Ona gore ahlaki buyruk, kayıtsız şartsız emretmelidir. Bu şekilde yani başka bir gayenin vasıtası olarak değil de, kendi başına iyi olan davranışları emreden buyruklar ahlakidir. Bu tur buyruklara Kant, “ kesin buyruk ” (categorical imperative ) adını verir.

Goruluyor ki Kant’a gore buyruklar gercekte, şartlı ve kesin olarak ikiye ayrılmakta ve ahlaki olanlar, sadece kayıtsız-şartsız emreden kesin (categorical) buyruklar olmaktadır. Şimdi ahlak sisteminde cok onemli yeri olan bu kesin buyruk hakkındaki filozofun goruşlerini gorelim.

Kesin buyruk “herhangi bir gaye ile ilgi kurmadan, yani başka bir gaye gutmeden, davranışı objektif, zorunlu olarak emreder ve mutlak (apodeictic) pratik bir prensip olarak gecerlidir.” O, irademizin prensipleri olarak gorev yapan maksimlerin evrensel ahlak kanununa uymasını emreder. “Bu sebepten, şu şekilde ifade edilen tek kesin buyruk vardır: Aynı zamanda evrensel bir kanun olmasını isteyebileceğin maksime gore hareket et” daha sonra bu buyruğun başka bir formulunu şu şekilde verir: “Hareketin maksimi, sanki senin istemenle evrensel bir tabiat kanunu olacakmış gibi hareket et” başka bir yerde Kant bu formulu şu şekilde ifade eder: “Tasarladığın eylem, senin kendinin de bir bolumunu oluşturduğun doğanın bir yasasına gore olup bitseydi bile, onu yine kendi istemenle olabilecek bir eylem olarak gorup goremeyeceğini kendine sor”
Buraya kadar Kant, kesin buyruğun muhtevasını belirtmiştir ama “boyle bir buyruğun gercekten var olduğunu; mutlak ve hicbir saik (impulse) karışmaksızın kendi başına emreden bir pratik kanunun varlığı ve bu kanuna uymanın vazife olduğunu” henuz ispat etmemiştir. Kısaca burada kesin buyruğun butun akıl sahibi varlıklara yukumluluk yukleyen bir kanun olup olmadığını meselesi ortaya cıkar. Eğer kesin buyruk gercekten boyle bir kanun ise, akıl sahibi varlığın istemesi ile kesin buyruk arasında sentetik a periori bir bağ olacaktır.

Kant’a gore isteme, “kendini, belirli bir kanun fikrine uygun bir şekilde davranışta bulunmak uzere belirleme yetisidir. Boyle bir yeti, ancak akıl sahibi varlıklarda bulunur. isteme icin kendi kendini belirlemede objektif sebep olarak hizmet eden şey gayedir. Bu gaye, sırf akıl tarafından veriliyorsa, butun akıl sahibi varlıklar icin gecerli olmalıdır ve arzuya gore değil, fakat mutlak bir değeri haiz olan kendi başına bir gaye olmalıdır. Kendi varoluşu mutlak bir değere sahip olan, kendisi bir gaye olarak bazı kanunların sebebi olabilecek bir şey var sayılırsa, mumkun bir kesin buyruğun sebebi ancak onda bulunur.” Eğer insan istemesi icin kesin buyruk olan en yuksek pratik bir prensip varsa “bu, kendi başına gaye ( end in itself ) olduğundan, ......... istemenin objektif bir prensibini oluşturan, dolayısıyla evrensel pratik bir kanun ismi gorebilen bir buyruk olmalıdır.”

Ahlakın Metafiziği’nde ortaya ahlak sistemi, dikkate değer bir tarihsel oneme sahiptir. Unlu “ Kategorik Buyurucu” bu kitaptadır. (Buyurucu : emperatif) Kategorik buyurucu hic değilse profesyonel filozoflar cevresi dışında cok kullanılan bir deyimdir.

Beklendiği gibi, Kant’ın yararcılıkla, ya da ahlaklılığa kendisi dışında bir amac yukleyen herhangi bir oğretiyle bir alışverişi olmayacaktır. O, “butunuyle yalıtılmış herhangi bir teoloji yada fizik ve hiper – fizikte karışmamış bir ahlak metafiziği” istediğini soyler : “Butun ahlaksal kavramlar usda butunuyle a periori temel ve kaynaklara sahiptir.”

Ahlaksal değer kişi gorev duygusuyla devindiğinde cıkar ortaya. Devinimin ( hareketin ) gorevce şart koşulan yolda olması yeterli değildir.

Kişisel cıkarı acısından namuslu olan tuccar, ya da iyilik severlik duygusunun etkisiyle bağışta bulunan erdemli değildir. Ahlaklılığın ozu yasa kavramından turemiştir. Doğada her şey yasalara gore devindiğinden, sadece rasyonel varlık yasa duşuncesine, yani isteme gore devinme gucune sahiptir.

Nesnel ilke duşuncesi, istemi zorlayıcı olduğu surece “ usun buyruğu ” adını alır. Bu buyruğun formulu buyurucudur. (emperatiftir.)

İki turlu buyurucu vardır :

1 – Şoyle şoyle bir sonuca varmak istiyorsan şunu şunu yapmalısın diyen varsayımsal buyurucu.

2 – Belli bir eylemin sonucuna bakmaksızın, onun nesnel olarak zorunluluğu ileri suren kategorik buyurucu. Kategorik buyurucu sentetik ve aynı zamanda a priori’dir. Kant’ın yasa kavramından turettiği oz cizgilere taşır.

“bir kategorik buyurucu uzerinde duşunursem, derhal, onun ne icerdiğini bilirim. Buyurucu yasanın yanında, normun gerekmesi, onun yasayla uyuşumlu olduğunu gosterir. Yasada, onu sınırlayacak hicbir koşul yoktur. Yoksa onun genelliğinden bir şey kalmaz geride. Eylemlerin normları genellikle cakışmalı. Buyurucuyu zorunlu kılan, sadece normların bu cakışması olmalıdı.”

Boylece, kategorik buyurucu tektir. O da şudur :

“ Aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyeceğim bicimde, ya da boyle bir norma gore davran. ” Ya da :

“ Eylemin normu, istemin aracılığıyla genel bir doğa yasası olacakmış gibi davran.”

Kategorik buyurucunun işleyiş tarzını da acıklar Kant :

“ Borc para almak doğru değildir. Herkes boyle yapmaya kalkışırsa geride borc alacak para kalmaz. ”

benzer bicimde, hırsızlık veya cinayetin kategorik buyurucuyla kınanacağını gosterebilir. Kant’ın kesinlikle yanlış sayılabileceği, ancak ilkeleriyle yanlışlığı gosterilemeyecek işler vardır. İntihar gibi.

Bir melankolik icin herkesin intihar etmesini istemek butunuyle olanaklıdır.

Duşunulmuş her ahlaki fiilde uc ceşit unsur ayırt edilebilir:

1 – Ameli olan akli bir kendiliğindendik ( Spontaneite ), yapılacak bir şeyin duşuncesi az cok muayyen – mumkun, muhtemel, yahut zaruri, fiilin veya falan tavrı, işareti taşıyan – fakat daima kendiliğinden olan ve binaenaleyh hur bulunmayan bir duşunce;

2 – Ayni duşunce, fakat duşunulmuş ve şuuruna sahip bir şekil altında, hem hur olan hem de tabiat ve aklın kendiliğinden olan kuvvetler ile tazyik edilen bir duşunce

3 – Bu ameliyelerin işaretleri olan muhtelif duygular, aklın kendiliğindendik hayatı ile irade arasındaki munasebetlerin başlıcaları, kendiliğinden olan kuvvetin iradeyi tazyiki, iradenin kendi hakkındaki şuuru, kendiliğinden olan hayata iradenin gosterdiği mukavemet veya itaatten doğan haz ve elem duygularıdır. Mukelleflik ( obligation ) veya cebir denen ictimai mecazlarla kafi derecede ifade edilebilen, şey işte bu munasebetlerin yekûnundan ibarettir. Yalnız istikametleri itibariyle muayyen olan mukellefliklerle, tamamen muayyen olan mukelleflikleri ayırmak gerekir. Bu ayırış, sıkı ve geniş vazifeler diye yapılan klasik bir tefrike tekabul etmektedir.

İlave edelim ki mukelleflik duygusu, bilhassa mutlak suretle zaruri olan ahlaki amellere, elzem dediğimiz vazifelere bağlıdır ve ahlaki hukum apodiktik olduğu zaman duyulur. Apodiktik hukum : Zaruri munasebete ait hukum. (Kant) Bu nokta aşikardır, denebilir ki hakikatin hizmetinde bulunmak şuurundan doğan vazife hissi ve bu hizmetin şuuru revama aklilik duygusunun şiddeti ile beraber buyumektedir. Vasati bir ahlaklılık taşıyan bir vicdan bazı, sıkı mukelleflikleri pek hafif bir vazife hissi ile duyuyor. Diğer taraftan yapma vazifelerden doğan boş vesveselere karşı bazı hassas vicdanlar, ciddi bir mucadele vaziyeti alırlar.

Bu ihtarın ameli kıymetine rağmen mukelleflik duygusu, ameli mahiyetteki her turlu akli tasdiklere bağlanabilir.

Kanuni cebirlerin, yahut tabiat fevkinden olan mueyyide ve kuvvetlere inanmanın tam ahlaki mahiyet taşıyan mukelleflik duygusuna muessir olduğunu kabul mumkundur.

İnsan ictimai duyguları daima tabiat, kevni muhit karşısında hissettiği duygulara bağlanmak, boylece, az cok muphem surette ictimai aklı, umumiyetle aklın kuvvetine karıştırmak sınamalarında bulunmuştur. O halde hem cinslerinden ayrı da olsa, insanın duşuncesinin tabii inkişafı hassasiyet tarafından men edilmiş olduğu takdirde de, asırların ictimai veraseti ile yetişmiş bizlerin mukelleflik hissi dediğimiz duyguya benzer bir şey duyacağına kani olabiliriz. Bunun icindir ki alim, sanatlar asi bir ilhamı, bir ceht vasıtası ile saklamak ihtiyacında oldukları zaman bu hissi duyarlar. Yeni sanatkarlar bu noktayı anlamış gorunuyorlar, ameli veya daha ziyade romantik programlarla alakalarını kesiyorlar ve kendilerini, ait oldukları sahalarda iş, irade, bin netice, vazife adamı sayıyorlar. Herhangi bir iş adamı ise ceht ve vazife duygusunu taşımadığı takdirde, değersizdir.

Umumiyetle ahlak dediğimiz şeyin asıl ahlakın ancak bir kısmı olduğu unutulmamaktadır. Halk lisanında ahlaktan anlaşılan, bir taraftan insanlar arasındaki munasebetlere, diğer taraftan ictimai neticeleri olan veya tamamıyla nefsi ihtiraslara taalluk eden ferdi ahlaka ait kaidelerdir. Fakat asıl ahlak, temayullerimiz ne olursa olsun, onlar arasındaki nizamı tayin eder. Bu itibarla nazari duşuncenin bile doğruluğunu gostermek ahlakın işidir. Zira bir duşunce, nazari de olsa, temayule, ihtiras ve ihtiyaca dayanıyor ve bu sıfatla, hislerimizin, faaliyetlerimizin umumi sistemine ait bulunuyor. Ahlakın sahası boylece işin ve onunla beraber vazifenin sahası kadar uzaklara yayılmaktadır.

Bu vaziyetle mukelleflik duygusu mustesna bir şuur, hayatta başa gelen bir buhran gibi değil fakat tekamulu esnasında tabii olarak rast gele bir şuur hali alacağını – hemen hemen – soyleyebileceğimiz bir şekil gibi gorunmektedir. Zira tamamlamak melikesi olan akıl, tekerrur eder, tecrit edilen her maddeye tatbik edilir. Akli, yani “ daima ”, “ asla ”, “ her yer ”, “ hicbir yer ” fikri, zaman ve mekanın, hulasa her neyin olursa olsun, tamamlanışı fikridir. Boylece her şeyi tamamlamak, tek bir şeyden “ mutlak “ yapmak temayulu taşıyoruz. Duygunun aklileşmesi icin butun şuuru kaplaması, hicbir diğer duygu ile zıt bulunmaması, nihayet itiyat haline gelmesi yeter. Şuurunda bir araştırma yapmamış, ahlaki hırsden mahrum bir adam icin adetler prensip dahilindedir. İctimai şekilde kurulmuş her şey, şakilerin, fahişelerin en bayağı ictimai itiyatları vazife şeklini alır, her mesleğin bir nizamı olur ve şuurda vazifeye inkılap edemeyen hicbir hakim ve duygu kalmaz.

Gosterişci her gun aynı zamanda yaptığı gezintiyi bir vazife sayar ve bundan değer bu gibi manasız mukellefliklerden bir vekil ciddiyeti ile bahseder. İnsanları ahlakca birbirinden ayıran cihet, ahlaklarının eksik olup olmamasından ziyade, davranmalarını onceden yapılmış bir soruşturma ile kabul edip etmemelerindendir.
Demek oluyor ki, mukelleflik duygusu, butun ruhi hayata karışmış normal bir duygudur. Bu ise mulahaza ile beraber doğar. Vazifeyi inkar, mulahazayı inkar etmek ve insanın daima tabiat hali, tam kendiliğinden olan bir duşunce icinde yaşadığını iddia eylemek demektir.

Daha ileri gidilebilir : Vazife sadece normal bir an değil, butun ahlaki hayata ait zaruri bir andır. Mulahaza anında duşunulmuş bir cehti, kendiliğinden gelen duşuncelerin zaafına ikame etmeye kabiliyetli olmayan, iyi adam değildir. Bu manada vazife duygusu, ahlaklılığın tamamen zaruri bir şartı, seciyelendirici bir alametidir.

Bu vaziyette anlaşılıyor ki, eskilerin ahlakına donmek bir hata olacaktır. Kant, pek haklı olarak ahlaki hayatın, fikir hayatının, hatta butun hayatın bir anını işaret etti. Zira olgun bir adam icin itiyat, yahut inziva vasıtası ile duşunce bin netice vazife haline inkılap etmeyen bir şey yoktur.

Fakat bu vazife duygusunun ahlaklılığı seciyelendirmeye yettiğini, ancak vazifenin devamlı surette keskin bir duygusunu taşımak şartı ile iyi adam olunabileceğini kabul etmek demek değildir. Kant’ın hatası, ahlaki hayatın bu anını – yani vazifenin duyulduğu anı – ortaya koyduktan sonra, onu butun bir ahlaki hayat saymasıdır. Bu manada biz Brochard gibi, kant ahlakına yeni bir karşı koyma ( reaction ) zaruretine kaniiz.

Tabiatın bir kudretini tanımak icin yegÂne vasıta o kudreti tecrit etmektir. Bu maksat ile yapılan bir tecrit, tecrubi ilimlerde olduğu kadar ahlakta da meşrudur. Fakat bir “şey”i tarife yarayan ve bir tip hal olan, en umumiyi ve muştereki teşkil eden değil, bilakis en nadir bulunandır. Kant mukelleflik duygusunu, en sert şekli altında, hayata karşı geldiği anlarda, tecrit etti; diğer noktalarda olduğu gibi bu noktada da mantıkcı ve tahlilci rolunu oynadı, fikri, eşya ile olan canlı munasebetlerinde yoklamadı. Kant’taki “Kabli”nin ne “Vazife”nin psikolojilerini mulayimleştirmek icin meseleyi yeniden ele almak demektir.
Eğer diğer hislerin butunu icinde vazife duygusunun yeri tayin edilirse, gorulur ki bu duygu, zaten doldurmadığı hayatın sadece kenarına temas etmektedir. Ruh kendisinin vazıh bir şuuruna malik olabilmek icin ilkin bir ruyaya atılır, sonra kendini tanır ve formulunu bulur. İlham ve mulahaza birleşirler ve vaziyete gore mulahaza ilhamı takip veya teşvik eder. Aralarındaki munasebet, tıpkı harici tabiat ile bu tabiatı duşunen alim arasındaki munasebettir. Alim tabiata itaat eder; fakat aynı zamanda formullerine de ona kabul ettirir. Muşahede eder, fakat aynı zamanda istintaka ceker. Bu devre, nefse hakimiyet ve yaratma devresidir. Bunun ardı sıra ucuncu devre gelir, artık ilham yoktur. Sadece duşunulmuş duşunceye irade hakimdir. Bu cağı usul ve başlangıc, yani eser verme cağıdır. Hayat, ne duşuncelerden, yahut kendiliğinden olan duygulardan, ne de mulahazalardan ve mahz ( pure ) mukellefliklerden yapılmış olmayıp, mulahaza ile tamamlanmış ve ondan yardım gormuş bir kendiliğindendik halidir. Mulahaza ile doğan vazife duygusu kudretsiz olan duyguyu mudafaa eder ve ahlaki hayatta vecdin, ihtirasın boşluklarını doldurur.

Bu cihet her beşeri davranma icin doğrudur. İlham gibi vazife duygusu da tek başına falan duşunce veya davranışı seciyelendirmez. Şuphesiz diyebilirsiniz ki, vazifeye ait mucerret veya metafizik bir duşuncede bizim şimdiye kadar ahlak namına istediğimiz usulu mevcuttur. Hatta bu duşunce, evvelden mevcut duşunceleri yeniden duşunme manasında iki derecelidir de. Fakat buna rağmen tabiatın en kendiliğinden olan duşuncelerindeki seciyeyi taşıyabilir. Ote taraftan bir iş adamı, hareketlerini mulahaza eder. Onların “nicin” ve “nasıl”larını bilir. İhtiraslarını elinde tutar. Ameli duşuncenin daima kendiliğinden olmaması kadar nazari duşunce de esasında duşunulmuş olmayabilir. Hulasa ilham ve mulahaza, duşuncenin her derecesinde bulunmaktadır.

Boylece goruluyor ki, en ahlaklı adam, zaruri surette en kuvvetli vazife duygusunu taşıyan kimse değildir. Bir yaratıcı sadece yeni bir fikir getiren değil, fakat fikrini gercekten duşunmuş, taklit etmemiş, başkasından almamış kimse manasında bir yaratıcı – ekseriya saf bir ilhama yakın bir ruh hali icindedir. Filan iyi adamın vazife duygusunu asla tanımış olmaması, yahut bu duyguyu ahlaki ilhama karışmış olarak duyması mumkundur. Şu halde hayatta vazifenin yeri herkes icin bir değildir. Duşunmenin ve ahlaki davranmanın gucluklerine, muhtelif ahlaki tiplere gore değişir. Bu yuzden insanların vicdanlarını adeta mukelleflik hissini, yalnız zaruri bir buhran anı gibi gostermek gerektir. Alelade ahlaki hareketler icin, ahlaki cehtin elemi seciyesine ehemmiyet vermeksizin sadece akla, yani mefkûrevi tercihlerimizin şuuruna, yahut bu şuuru ifade eden hazza hitap ile kalınabilir. Vazife hissi buhranı, mudafaaları guc olan ahlaki duşunceler vesilesi ile olduğundan, diğer taraftan bu gibi duşunceler amme icin sistemli duşuncelerden ibaret olduğundan, mukelleflik duygusu uzerine dikkati, yalnız diğer ikinci derecedeki gayelerin tabi bulunduğu mutlak gayelerle ilişiği olan hareketler munasebetiyle, celp etmek muvafıktır.

Vazife mefhumu bu manada akli duşuncenin seciyesini teşkil eden bir an olmak itibariyle, yalnızca arzuya değer ve mutlak olan ahlaki gayelerin vasıtaları olmaktan başka hicbir surette bizi alakadar etmeyen fiilleri ayırmaya yarar. Hayatın umumi yuruyuşu icinde vazife duygusunun yerini değiştirmek, vicdanımızın seslerini, tabiata, iradeye, vazifeye karıştırmak lazımdır. Cocuk terbiyesi, ilhamını umdeden almalıdır. Zira olgun insan kadar cocukta da vazife hissini uyandırmayı icap ettiren fiiller pek azdır.

Bu vaziyete gore vazife duygusu hicbir zaman ahlaki hakikatin değil fakat sadece onun elde edilmesi icin lazım cehtin yanılmaz bir işareti olabilir. Hakikat W. James’in aklilik dediği ve muhtelif şekilleri “yakin”in ( mumkun, muhtemel, şe’ni zaruri ) gibi tavırlarından başka bir şey olmayan bir his vasıtası ile kendini gosterir. Bu tavırlar ibda melikemize, zihnin kendiliğinden olan hayatına, akli muhayyileye ilk bereket ve muayyeniyetsizlik halleri esnasında yapılan az cok buyuk tahditlerden doğmaktadır. Fakat herhangi şekilde tarif edilirse edilsin, bu gayri şahsi haller zihnin eşya ile munasebetini ifade eyler. Vazife duygusuna ait tavırlar ise ihtiraslarımızı yenen aklın işini kolaylaştırırlar. Filhakika hakikat, ihtiraslarımızla ilişkili olmadığı zaman, aklilik hissinin muhtelif derece ve inceliklerinden başka muşahede edeceğimiz bir şey yoktur. Tabiat ilimlerinde de gorunen budur : Vazifeyi ilim yaparken ancak hissedilecek kadar duyarız; tamamen duysak bile vazifenin zaferini temin etmesi o kadar kolay ve o kadar yanılmaz bir surette olur ki her şey adeta akla engel ihtiraslardan uzak bulunuyormuşuz, zihnin tam kendiliğinden olan hayatını yaşıyormuşuz gibi cereyan edecektir. Bu zaferin kolaylığı, yalnız nazari hakikatlerin ihtiraslarımızı alakalandırmamasından dolayı olmayıp aynı zamanda ilmi bir ammenin bulunmasına, halk ve tecrubeler tarafından yapılan daimi bir kontrolun mevcudiyetine bağlıdır. Boyle olmakla beraber, fizyolojide bile şarlatanlık eksik olmuyor. Şahidin ahlaki velayeti bu sahada da ehemmiyetsiz değildir. Bilakis hakikat hoşumuza gitmediği vakit nahoş intibalara tahammulumuzu temin edecek ferdi bir irade cehtine luzum vardır. Bu yuzden ictimai vazifeleri, yahut tamamen şahsi ihtiraslarla ilişiği olan vazifeleri ifade ederken ahlaki bir hakikatin vucudundan bizi bir mukelleflik duygusu haberdar edebilir. Fakat o zaman bile bu duygunun doğuracağı vehimlere karşı ihtiyatkar olmak gerektir. Belki mukelleflik hissi bazı insanlara bağlı bulunmaktadır. Eşyanın değerini, eşyayı kazanmak maksadı ile cektiği zahmetlerle olcmek icin butun hislerini mutlaka yukseltmek, insanın tabii temayuludur. Bu sebepten fiillerimizin ahlaki değerini vazife duygusunun şiddeti ile olceriz. Nitekim, İngiliz, Alman Protestanları, ahlaki hakikatten ziyade mukelleflik ile meşgul oldular. Asıl mesele ise yapmaya mecbur olduğun şeyi aramak değil, fakat kendimi gayri şahsi bir hattı hareket mevkiine koyduğum zaman herkesten ziyade kati olarak “ istediğim şey ”i anlamaktır. Vicdan, bu vaziyete gore, “ şunu yapmaya mecburum ” formulune değil “ şu yapılacaktır “ formulune varabilmelidir. Takdir kazanmış bir adamın duygusu karşısında, ahlaki duyguların ahlaki hakikati gostermekte ne derece yanılır işaretler olduğu daha iyi anlaşılacaktır. İnsanı, nefsi hayatının, deruni amellerinin, niyetlerinin tahlili ile alıkoyan bir nefsicilik – Subjektivism’e karşı, Faydacı ve İctimaiyatcı mutefekkirlerin yaptığı aksulamel cok bereketli oldu. Bununla beraber, kati bir ahlak miyarı olarak muayyen bir şuur halini kabul etmek lazımdır. Şu kadar ki, bu şuur hali, gayri şahsi, nispi surette muhtar olmalıdır. Bizim de tarifine savaştığımız bu noktadır.

Vazife şuuru zaruri suretle bana yapacağım şeyi gosteremez, hale yapabileceğim şeyi hic gosteremez. Mamafih bu nokta, ileride goruleceği gibi, yapacağım şeye ait bilgi icin zaruridir. Kant “eğer yapmaya mukellef isem yapabilirim de” diyor. Mefkure taşıyan bir insanın, bir kuvvet olduğu doğrudur. Bu kuvvete yardım etmeliyim. Bir mefkurenin hizmetinde bulunmak şuuru hareketime tasarlanmayacak kuvvetler tedarik edebilir. Fakat ne de olsa bu gibi hisler, yanılabilir birtakım takdir unsurudurlar. Değerleri ile karşılaştırılmalıdırlar. Kendi kudretime, ne şekilde izah edilirse edilsin vasıtasız bir şuur ile, bilhassa gecmiş ve gayri meşru fiillerimle başkalarının hakkında besleyecekleri duşuncelerle ve nihayet beşeri tabiat hakkındaki bildiklerimle sakıfım. Yapabileceğime, butun samimiyetimle ve kati olarak inandığım şeyi bilmek icin butun bu verdikleri ahlaki imanınla karşılaştırmalıyım. Kudretim veya Kudretsizliğim hakkındaki bu duygu, butun verdiklerim yardımıyla usuli bir şekilde elde edilecek bir neticedir. Mefkurenin, Mefkureye yardımı olan iradenin ve umumiyetle, ruhi, deruni, kuvvetlerin tesirini tanımamak hususunda insanlarda tabii bir temayul bulunduğundan, şuphesiz, fikrin ve iradenin musmirliği noktasına ehemmiyet vermek lazımdır. Bu bakımdan vazife duygusu imtiyazlı bir verdik mahiyeti alıyor. Fakat unutmayalım ki nihayet değerleri gibi bir verdiktir, ve kudretim hakkında hukum sahibi, vazife şuuru değil, yine aklım olacaktır.

Biz ahlaki bir odevi haz yada saadeti elde etmek icin yerine getirmeyiz. Eğer evvelden boyle bir hazzı gozeterek ahlak odevini yerine getiriyorsak, bu hareketimiz bir gosterişten ibaret olur. Ahlakın kendisi bile boyle yapılmış olan bir odevi bile mahkum eder. Ahlakta bilim gibi karşılıksız olduğu surece kişiliğimizi yuceltebilir. Bu itibarla ahlaki odevler, ancak ahlaki oldukları icin ifa edilirler ve edilmelidirler. Bu odevlerin amacı, saadet değil, sadece sosyal duzen ve ahengi sağlamak, kişiliğimizi, gerek kendi, gerek toplum vicdanı onunde alcaltmamaktır. Bir cok ahlaki aksiyonlar vardır ki, bunları yerine getirmiş olanlara buyuk bir zarar ve ıstırap kaynağı olabilirler. Fakat bunlar, hem başkalarından beklenen, hem de tarafımızdan yapılması istenen ve umit edilen yuce aksiyonlardır. Denizde boğulmak uzere olan bir zavallıyı kurtarmaya giden bir yuzgec, bu uğurda olebilir, fakat onun odevi kurtarmaktır. Anlaşılıyor ki saadet genel duzen ve ahengin sağlandığı, barış, dirlik ve sukunun olduğu kadar da yapılmış olan bir odevin – başarılı olsun veya olmasın – urunu gibi gorunmektedir.

Bize oyle geliyor ki, insan icin bir takım değişmez ahlak odevleri yoktur. İnsan oyle ceşitli hal ve şartlarla karşılaşabilir ki, aksiyonları bu hal ve şartlarla zorunlu kıldığı şekilde ayarlamaya mecbur olur. Bunu yapamayanlar bu iyilik zannederek bağlandıkları bir eski ve değişmez ahlak formulunun zoruyla hareket ederler; bundan ise bircok kotulukler doğabilir. Bir hareketin ahlaki değerini, yalnız iyi niyete bağlamak coğu zaman bir rezilliğe de ahlaki bir değer vermek demektir ki, bununla hem fazilet yıkılır, hem de kendimizi aldatmış oluruz. Dikkat edilirse odevin ya dıştan emredildiği gorulur; bu takdirde biz memur olduğumuzu işlemeye mecbur ediliriz; bu ise, faziletimizin irademize bağlı olmadığını gosterir, yahut da odev, hayatın bir takım zorunlu tesadufleriyle kendiliğinden karşımıza cıkar. Bu takdirde de odevi, karakter ve cıkarlarımızın gerektirdiği yon ve tarzda ifa etmiş oluruz. Bunda da fazilet, yaptığımız ahlaki odevin niteliği ile orantılı olarak bir değer kazanır. Asıl saadeti sağlar gibi gorunenlerde bu ceşit hareketlerimizdir.

Scleiermacher ise ilk planda bir filozof değildir; daha cok bir teologdur, Protestanlığın Melenchton’dan sonra en buyuk filozofu sayılır.

Scleiermacher’in ahlakı Kant’ın formalist odev ahlakına karşıt. Kant’ın bireyi genele feda eden odev kavramının tek yanlılığını Scleiermacher, bireyliliğin onem ve hakkını koruyan bir ahlak ile aşmayı denemiştir.

Max Scheler’in psikoloji, sosyoloji, metafizik, ahlak, ontoloji alanındaki calışmaları hep insanı anlamak, insanın evren icindeki yerini bulmak, insanın kendine duşen odevlerini belirtmek, insanın oluşmasını sağlamak icin ne gibi bilgiler edinmesi, neler yapması gerektiğini araştırması amacını guderler.

Tam – insanın bize Tanrı kadar uzak olduğunu, ona erişilemeyeceğini, buna karşılık her cağın kendine oz goreli bir tam – insanı olabileceğini kabul eden Max Scheler, cağımıza en uygun olan tam – insanın oz – cizgilerini belirtmek icin de, gelmekte olan cağın odevi duşuncesinden yola cıkar. İşte bu gelmekte olan cağa Scheler “denkleşme cağı” ( weltalter des Ausgleichs ) diyor. Her alanda insanlığın pay alabileceği bir denkleşme, her alanda insanlığın bir dengeye ulaşması : ırk gerginliklerinin bir denkleşmesi; duşunuşlerin denkleşmesi; buyuk kultur cevrelerinin dunya goruşlerinde denkleşmesi; kapitalizm – sosyalizm denkleşme; kulturlu, yarı kulturlu ve gelişmemiş ulusların politik gucleri arasında denkleşme; yaşlı genc arasında denkleşme; beden ve duşunme calışmaları arasında denkleşme; ulusların ekonomik ilgi alanları ile ulusların butun kultur ve insanlığın uygarlığı icin kendilerine duşeni yapmaları arasında denkleşme ve butun bu denkleşmelerin yanında, insanı anlama bakımından onemli olan, insan uzerindeki butun tek yanlı duşuncelerde denkleşme.

Boyle bir denkleşme eğilimi, biz isteyelim istemeyelim, olacaktır; denkleşme “kacınılmaz bir alın yazısıdır.” Scheler’e gore. Buna karşı direnen, insanın ideallerinden yalnızca herhangi birini geliştirmek, olgunlaştırmak isteyen kimse boşuna uğraşmış olacaktır.

İnsanlığın kacınılmaz bir alın yazısı olan denkleşme ilkin, Scheler’e gore, insanlığın ortak bir tarihi olan Birinci Dunya Savaşı ile ( savaş sonrası ) başlamıştır. Bu denkleşmeyi bir değer yukseltmesine goturecek bicimde yonetmek kulturun ve ulusların bir odevidir. Her turlu politikanın da odevi bu olmalıdır. Her doğru politikanın odevi bugun bu denkleşmeyi en az zarara ve en az kan ve goz yaşı kaybına mal olacak bicimde yonetebilmektedir. İnsanlık icin en buyuk tehlike guclerin ayrılması, gerginliklerin artması değil, denkleşmenin iyi yonetilmemiş olmasıdır.

Fazileti tabiatın kanununa uyma diye belirlemekle Stoa ahlakcıları ilk defa “ Vazife ” kavramını ahlaka sokmuşlardır. Onların, olanla olması gerekeni bağdaştırmaları nedeniyle, duşunce tarihine buyuk bir hizmetleri dokunmuştur.

__________________