FELSEFENİN DOĞUŞU

Gunumuzden beş bin yıl oncesine kadar, yani yazının bulunmasına kadar olan sure icerisinde insanlar birikimlerini gelecek kuşaklara sağlıklı ve tam olarak aktaramıyorlardı. Ancak yazının bulunması da tıpkı diğer insan başarıları gibi toplumsal ve tarihsel koşulların olgunlaşması ile gercekleşti.
İnsanın yeryuzunde gorulmeye başladığı gunden bu gune yaklaşık elli bin yıl gecti. Bu surenin yaklaşık ilk kırk bin yılı insanın toplayıcılık ve avcılık yaparak yaşamını surdurduğu ilkel kominal toplum ve aşiret donemi olarak yaşandı. Avlanarak ve toplayarak tukettiği doğayı, yeniden uretmeyi başaran insan dunyanın her tarafında varlığını da surdurdu. Ancak bu donemde temel olarak iki farklı kultur yarattı; toprağı işleyerek ziraat yapan uygar toplum ve hayvancılık yaparak yaşamını surduren barbar toplum. Uygar toplumlar yerleşik koy yaşamı surdururken, barbarlar gocer bir hayat yaşamaktaydılar. İki kultur arasındaki mucadelede ise hayvan gucunden de yararlanan barbarlar genellikle galip cıkmakta ve koyleri sıklıkla yağmalamaktaydılar.
Gunumuzden yaklaşık beş bin yıl oncesinde bu iki farklı kultur Mezopotamya’da birbirine kaynaşarak yepyeni bir toplum modeli oluşturdu. Toprağın işlenmesinde hayvan gucunun kullanılması demek olan karasaban devrimi ile ilk kez insan kendisine gerekli olandan fazla urun elde etti. Yine hayvan gucu kullanılarak (kağnı) bu urunler uretim mekanlarından ihtiyac duyulan yerlere taşınabildi. Artı urun ve ticaret toplumsal zenginliği de beraberinde getirdi.
Yeni toplumsal yapı yeni organizasyonları da oluşturdu. İlk kez devlet ve onun ayrılmaz parcası olan hukuk geleneksel orgutlenmelerin ve yaptırımların (ahlak, gelenek, tore, orf vb) yerini aldılar. Hukuk diğer yaptırım kurumlarından farklı olarak bir denetleyicisi olması, yani devlete ait olmasının yanı sıra betimlenmiş (yazıya dokulmuş) olmakla da ayrıldı. Artık hukukta insan davranışları daha acık ve belirgin bir bicimde duzenleniyordu. Fiiller ve karşılık olan cezalar yazılı olarak belirtiliyordu.
Yazı yalnız hukukla sınırlı kalmadı. Yaygın inanış icindeki her turlu mitoloji de yazıya dokuldu. İnsanın yaradılışına ait inanışlar, Nuh tufanı gibi doğa ustu olaylar artık kulaktan kulağa yayılmak yerine civi yazısı tabletlerinde yerlerini aldı. Ancak bu donemin yazılarının genel karakteristiği anonim yani ortak kulturun urunu olmak şeklindeydi ve yazıların yazarları belli değildi.
İsa’dan bin yıl oncesinde ise bu defa Ege’de yaşayan toplumlar cağlarının ilerisinde bir yaşam bicimi oluşturdular. Egeliler artı urunlerini pazarda değiştirirken takas yerine para kullanmaya başladılar. Para toplumsal zenginliğin hem kolayca değişimini hem de birikimini olanaklı kılıyordu. Boylece daha cok insan toplumsal zenginlikten pay alabiliyordu. Para zenginliğin paylaşımından ote toplumsal yonetim erkinin paylaşılmasına da olanak sağladı ve Ege kentlerinde cinsiyete ve sınıfa dayansa da ilk demokrasi deneyimleri yaşandı.
Atina tipi demokrasi denen bu yonetim biciminde yalnızca ozgur erkekler, ama bunların tumu hem de doğrudan kentin yonetimine katılıyorlar, kentle ilgili kararların alınmasında etkili oluyorlardı. Para sayesinde kolayca zenginleşen ve yonetime katılan bu insanlar icin bilgili olmak hemen hemen zorunluydu. Cunku toplum yonetimine katılmak icin bilgi gerekiyordu. Bilginin yaygınlaşmasında ve bireyselleşmesinde yazı cok onemli bir rol oynarken, ayrıca da kendisi de gelişiyor ve bireyselleşerek, resmi ideolojiden ve daha da onemlisi mitlerden ve dinden bağımsızlaşarak laikleşiyordu. Artık yazıların yazarları belliydi. İsa’dan sekiz yuzyıl once yazıların konuları mitolojinin sınırlarını coktan aşmış; sanatsal, toplumsal ve bilimsel icerik kazanmaya başlamıştı (Homeros, İlyada, Heredot ).
İsa’dan altı yuzyıl oncesine gelindiğinde; bu kez o gune kadar yalnızca dinlerin işlediği bir konu olan “ evren nedir, nereden gelip nereye gitmektedir? Boyle bir evrende insanın yeri ve gorevleri nelerdir, insan nasıl davranmalıdır?” gibi temel sorunlar; ilk filozoflar tarafından dine rağmen ele alınmış ve cevaplar aranmıştır. Bu durum felsefenin doğmasından başka bir şey değildir. İşte bu bağlamda hem matematik hem de fizik alanında onemli buluşlara imza atan Miletos’lu THALES ilk filozof ve felsefenin kurucusu olarak kabul edilir.
Oyle bir an gelir ki, insan, aklını ve gorgulerini, yalnız varlığını ayakta tutmak icin gerekli pratik-teknik bilgiler edinmek yolunda kullanmakla yetinmez olur; yalnız bilmek icin de bilmek ister, boylece de praxis’in ustunde theoria’ya yukselir, dolayısıyla bilime varır. İşte felsefe boyle bir anda, boyle bir durumda doğmuştur.
İsa’dan once 6. yuzyılda Yunan kulturu, gercekten de, boyle bir durumu yaşamıştır. Bu yuzyılda Yunanlılar icin kutsal gelenek cağı kapanmaya yuz tutmuştu: Din ve geleneğin cizdiği dunya goruşu sarsılmış, bunun yerini, tek kişinin kendi aklı, kendi gorguleriyle kurmaya calıştığı bilime dayanmak isteyen bir tasarım almaya başlamıştı. İşte felsefenin adını da, kendisini de 6. yuzyılın Yunan kulturundeki bu gelişmeye borcluyuz.
Bugun bildiğimiz anlamdaki felsefeyi ilk olarak ortaya koyan, yaratan eski Yunanlılar olmuştur. Boyle bir felsefe, Klasik İlkcağ ya da Antik Cağ adı verilen, yalnız Yunan ve Roma kulturlerini icine alan, İsa’dan once 8. yuzyılda başlayıp, İsa’dan sonra 5. yuzyılda sona eren, demek ki bin yıldan cok suren bir tarih aralığının urunudur. Bundan dolayı, şu sınırladığımız bicimiyle İlkcağ felsefesine Antik felsefe de denilir. Buna gore, Antik felsefe denilince: Yunan felsefesiyle, bundan turemiş olan Hellenizm ve Roma felsefesi anlaşılır.
Isa’dan once 6. yuzyılda, o zaman İonia adı verilen bolgede (Aşağı yukarı bugunku Izmir ve Aydın illeri ile karşılarındaki adalar) birtakım duşunurlerle karşılaşıyoruz ki, bunlar yapıtlarına peri physeos (Doğa uzerine) karakteristik adını veriyorlar. Bu yapıtlar, doğanın, evrenin bilimsel bir tablosunu cizmek icin yapılmış olan ilk denemelerdir, dolayısıyla da, dini bir dunya tasarımından ayrılan ilk felsefe yazılarıdır. İşte İonia’da bulduğumuz bu gelişme ile Yunan felsefesi başlamış oluyordu. Nitekim, bu gelişme bizi sonra dosdoğru Platon ile Aristoteles’e, Yunan felsefesinin bu iki doruğuna ulaştıracaktır. İlk yunan filozofları, eşyanın kaynağını acıklayabilmek icin, doğulular tarafından tasarlanmış efsaneler yerine, surerli bir cevher (toz) ve bir oluş kavramını koydular. Bu cevher kimine gore su (Thales), kimine gore de hava (Anaksimenes), ateş (Herakleitos) veya sonsuzluk’tu (Anaksimandros). Daha o zamanlarda tabiat kanunlarının varlığı sezilmişti. HattÂ, «her şey akıp gider» diyen Herakleitos bile, aklın kavrayabileceği «tek bir tanrısal kanun»’un varlığını kabul ediyor, Elea’lılar da (mesela Parmenides, Elealı Zenon), başlangıcsız ve bitimsiz Varlığın ozdeşliğini ileri suruyorlardı. Burada efsaneden ayrılan ve felsefi duşunceyi her zaman belirlemiş olan iki esas nitelik goze carpmaktadır: tabiat kanunlarının zorunluluğu ve cevherin surerliği.
İlk Yunan duşunurleri, birtakım bilgilerini elbette Doğudan almışlardır; bu arada, ozellikle geometri bilgilerini Mısırlılardan, astronomi bilgilerini de Babillilerden edinmişlerdir. Ama, Yunanlıların Doğudan aldıkları bu bilgileri, bu bilme gereclerini işleyiş ve değerlendirişlerinde, Yunan duşuncesinin, başka hicbir yerde bulamadığımız başarısını cok acık olarak gorebiliriz. Mısır geometrisi pratik-teknik gereksemelerden doğmuştu: Ulke icin hayati onemi olan Nil’in yıllık taşmalarını duzenlemek, bunun icin kanallar acmak zorunluluğu, bu gereksinme, Mısır geometrisini ortaya koyup geliştirmişti. Boylece doğan bu geometri, pratiğe bağlı olmaktan hicbir zaman da kurtulamamıştır. Mısırlılar, buldukları geometri teoremlerine empirik bir yolla varmışlardı; onun icindir ki, orneğin yuzeyleri olcmede kullanılan formuller, bugunku geometride olduğu gibi, birtakım axiom ve tanımlara dayanan bir Sistem meydana getirmiyordu; bunlar tek başlarına, dağınık bir halde idiler, aralarında bir bağlantı yoktu. İşte Yunanlıların bu alanda ulaştıkları buyuk başarı: Mısırlıların parca parca bilgilerinden bir sistem geliştirmek, yalnız teknik nitelikte olan bilgilerinden teorik bir bilim yaratmak olmuştur. Thales, Pythagoras, Eukleides, boyle bir geometriye yol acanların başında yer alırlar. 0 sıralarda Doğuda cok ilerlemiş olan başka bir bilgi kolunda, astronomide de durum boyle: Babillilerin unlu astronomisi, yıldızlara tapan Babillilerin dinine dayanıyordu, bu dinin ve pratiğin hizmetinde idi. Yıldızlar uzerinde yapılan inceden inceye gozlemler, guneş ve ay tutulmalarının hesaplanması, hep dini-pratik amaclar icindi. Burada da Yunanlılar, Babillilerin zengin gozlem gereclerinden yararlanmışlar, ama sonunda, bu pratiğin emrindeki dağınık gereclerden Anaksimandros’tan Ptolemaios’a kadarki calışmalarıyla gokyuzunun bilimsel bir gorunuşunu cizen bir teori kurmuşlardır.
Yalnız pratiğe yarayan bilgileri toplamakla, yalnız din gereksemesini besleyen hayal gucuyle yuklu tasarımlarla yetinmeyen Yunanlılar, temellendirilmiş, bir birlik icinde derlenip toplanmış bilgilere varmaya calışmışlardır. Onun icin Yunan felsefesinin tarihi, ilk planda Batı biliminin doğuşunu gormek, oğrenmek demektir. Ama Yunan felsefesi tarihinden, bir de tek tek bilimlerin meydana gelişlerinin tarihini oğrenebiliyoruz. Cunku duşuncenin mitolojiden ve gunluk yaşayıştan cozulmesiyle başlayan bilimin, kendi icinde de yavaş yavaş ayrılmalar başlamıştır. Bilgi gereclerinin birikmesi ve organik olarak bolumlenmesi yuzunden, başlangıcta yalın ve kapalı bir birlik olan bilimden, giderek, tek tek bilimler ayrılıp, az veya cok, kendi başlarına gelişmeye koyulmuşlardır.
Felsefenin eski Yunan’da sozu gecen bu başlangıcları, onun sonraki, bugune değin suren gelişmesi icin başlıca bir olcu olmuştur. Yunan felsefesi, elindeki oyle pek geniş olmayan bilgi gereclerini bilimsel olarak işlemek icin gerekli kavram kalıplarını araştırıp bulmuş, pratik-dini kaygılardan bağımsız kalarak dunya uzerine olabilecek hemen hemen butun goruşleri ortaya koyabilmiştir. Antik duşuncenin ozelliği ile tarihinin oğretici onemi işte buradadır. Batı kultur cevresinin bugunku dunya anlayışı da, dilleri de Antik felsefenin varmış olduğu sonuclarla yukludur, bu sonuclardan yoğrulmuştur. Yunan felsefesi, Batı kulturu dunya goruşunun, bu goruşe dayanan başarıların bir ana kaynağıdır.
Felsefenin merkezi olarak kabul olunan Yunan felsefesi, aynı zamanda antik cağ Yunan toplumunun siyasi tarihinde meydana gelen uc onemli aşamaya paralel olarak ayrı ozellikler arz eder: Sozu edilen bu siyasi değişmeler ve buna bağlı olarak değişik tarz olan felsefeyi de şoyle ozetleyebiliriz.
1- Yunan toplumu siyasi hayatının ilk donemlerinde ayrı ayrı boylar ve bağımsız şehirler halinde, aralarında herhangi sıkı bir siyasi ve politik bağlantı bulunmadan yaşamışlardır. Bu ilk donemde, duşunce hayatı da felsefe de, birbirinden oldukca bağımsız olan ayrı ayrı merkezlerde gelişmiştir. Buralarda aynı zamanda siyasi bir rol de oynayan duşunurler sivrilip bir felsefe geleneğinin ilk temellerini kurmuşlardır. Bu donemin sonlarına doğru gezici birtakım oğretmenlerin ortaya cıktıklarını, felsefe bilgilerini şehirden şehire taşıdıklarını goruyoruz.
2- Yunan toplumunun aralarında sıkı bir siyasi birliğe ulaştığı donemdir. Bu birlik Pers savaşlarının kazanılmasından sonradır. Bu birlik, kultur ve duşunce hayatını onemli olcude etkilemiştir. Atina’nın bulunduğu Attika bolgesinin Yunan kultur hayatında onder duruma gecmesi bu donemde olmuştur. Bu arada Atina’da meydana gelen iki buyuk felsefe sistemi Platon felsefesiyle Aristoteles felsefesi, kendilerinden sonraki zamana, ta gunumuze değin, yon verici bir etkide bulunmuşlardır; oyle ki, bu etki olmaksızın Batı duşuncesini tasavvur etmeye imkan yoktur.
3- Aristoteles, İskender’in oğretmeni idi. İskender’in seferleri ve başarıları Yunan toplumunun siyasi, sosyal ve kulturel hayatında bir donum noktasını teşkil eder. Bu doneme Helenistik donem denir, bu arada Yunan duşunce hayatı yeni merkezler kazanmış, bunların karşısında Atina, yavaş yavaş onemini yitirmiştir.
Dışarıdan bakıldığında, Yunan felsefesi boyle bir gelişme gecirmiştir. Bu felsefenin ele alıp işlediği konular bakımından gelişmesini gormek istersek, şunu buluruz:
1.İlk doneminde Yunan felsefesi hemen hemen butunuyle dış doğaya, cisimlerin dunyasına yonelmiş olan bir doğa felsefesidir.
2. Bundan sonra insana karşı uyanan ilgi klasik donemin geniş sistemlerine yol acmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir duşunce bağlantısı icinde kavranmak istenmiştir.
3. Aristoteles’in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken cok zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu uzerinde ayrıca calışmalara yol acmıştır. Bundan sonra, her şeyi, butun konuları icine almak isteyen bir sistem yerine: aralarında gittikce ayrımlaşan bilimlerin bir karmaşası gecmiştir. Felsefe kendini bu bağlantıdan ayırmış, onun payına dunya ve hayat goruşleriyle ilgili genel sorunlarla uğraşmak duşmuştur. Aristoteles’ten sonraki felsefe, her şeyden once, doğru yaşayışı gosterecek, gonulleri doyuran bir dunya goruşune ulaştıracak yolu arayan bir oğretidir. Bu ozelliği ile de, az veya cok pratik bir felsefe, aydınlar icin de dinin yerine gecen bir felsefe olmuştur. Bu gelişme, Antik felsefenin son donemine bir gecittir.
4. Bu son doneminde Antik felsefeye gittikce daha cok dini oğeler karışmıştır. Bunların arasında Doğudan gelenleri de vardır: Bu arada Hint ve Mısır dinlerinin birtakım goruşleri, bazı Antik duşunurlere ozlenilen ornekler gibi gorunmuştur. En sonunda, yığınların din gereksemesini daha iyi karşılayan Hıristiyanlığın ortaya cıkmasıyla bu donem de kapanmış, boylece Antik felsefe de sona ermiştir.
İşte felsefe, Turkistan’da, Cin’de, Hint’te, Mısır’da, eski Yunanistan’da ve başka bircok yerde orneklerine bol bol rastladığımız ‘imgeye dayanan mitoscu duşuncenin’ eleştirilmesinden ve imgelerin ya da tasarımların yerine, inanca değil, akla dayanan felsefesel-bilimsel kavramların ve acıklamaların konmaya calışılmasından doğmuştur. Demek ki felsefe, dinlere kaynaklık etmiş olan ve ozu bakımından dinden farklı olmayan mitosların aşılmasıyla; evrenin kaynağı ve insan yaşamının anlamı gibi en genel sorunlara, dinsel duşuncenin etkisinden sıyrılarak kavramlarla ve akıl yurutmeyle cevap verme cabasıyla birlikte ortaya cıkmıştır. Bu turden ilk cevaplara ise, yukarda belirttiğimiz gibi eski Yunanistan’da rastlıyoruz.
Eski Yunan’dan once felsefesel ve bilimsel duşunce kesinlikle yok muydu? Eski Cin, Hint ve İran dinlerinde ve mitoslarında, hem dağa hem de insan yaşamı konusunda derin felsefesel duşunceler bulunduğu bir gercektir. Hatta Cin ve İran dinlerinde, varlıkları ve olayları karşıtlıklarla ve birbiriyle catışan gerceklerle acıklama eğilimi de goruluyor. Yani eski Doğu duşuncesinde, diyalektik goruşe benzer ilkel bir duşunuşe rastlandığı bile soylenebilir. Her ne olursa olsun, burada dikkatimizi ceken nokta, felsefesel duşunceye oranla din duşuncesinin ağır basmasıdır. Başka bir deyişle, eski Doğu duşuncesinde felsefe, dinden tamamen sıyrılarak bağımsızlığını elde edememiş ve kendini yalnızca akla ve mantığa dayanan ozgur bir araştırma olarak ortaya koyamamıştır. Oysa eski Yunan duşunurleri, bazı felsefesel duşunceleri olduğu gibi bazı bilgileri de Doğudan ya da başka yerden aldıkları halde, bambaşka bir bicimde işlemiş, geliştirmiş ve duzenlemişlerdi. Orneğin eski Mısır’da geometri, Nil Irmağının belli zamanlarda doğurduğu taşkınları onlemek ve bu amacla kanallar acmak zorunluluğundan doğmuştu. Yani, pratik bir amacı goz onunde tutuyordu. Ve bu pratik amaclardan hicbir zaman sıyrılamamış, bağımsız ve derli toplu yani sistemli bir bilgi haline gelememişti: boluk porcuk kalmıştı. Oysa Yunan duşunurleri ve ozellikle Eukleides, yalnızca teknik ve pratik ozellik taşıyan bu bilgileri, sistemli ve kuramsal (teorik) bir bilim (geometri bilimi) durumuna getirmeyi başardılar. Aynı şeyi, Babillilerin dinsel amacları gozetmekten doğan astronomileri icin de soyleyebiliriz. Bu bilgi dalı da, eski Yunan duşunurlerinin ve bilginlerinin elinde, derli toplu, duzenli ve yalnızca pratik amaclara değil kuramsal amaclara da yonelen, yani bilmek icin bilmek isteğine cevap veren bir bilim durumuna geldi. Yunan duşunurleri din ve mitoslarda dağınık ve birbiriyle ilintisiz durumda bulunan; imgelerle ya da simgelerle (sembollerle) dile getirilmiş olan felsefesel duşunceleri de, mantıksal ilintilerle birbirine bağlanmış, amacını kendi icinde taşıyan bağımsız ve kurumsal bir bilgi durumuna getirmeye calıştılar. Felsefeyi, yalnızca dine ya da pratik amaclara yararlı bir caba olarak değil, doğruluğu (hakikati) salt doğruluk olduğu icin arayıp bulmaya calışan bir caba olarak benimsediler. Bundan oturu “bilgi ve bilgelik sever” duşunur tipine, yani bilimsel acıklamalar yapmaya calışan ozgur duşunceli filozofa da ilk olarak eski Yunanistan’da rastlıyoruz.
Thales’den once eski Mezopotamyalılar, eski Mısırlılar ve eski Yunanlılar doğayı canlı olarak gorduler. Onlar icin doğa veya doğada bulunan herhangi bir nesne bir insandan, bir “sen”den farklı değildi. Orneğin, eğer bahar mevsiminde Nil Irmağı’nın su duzeyi yeterince artmadı ise, eski Mısırlılar bu trajediyi bizim anladığımız anlamda acıklamadılar. Onlara gore, ya Nil Irmağı insanlara kızdığı icin su duzeyini yukseltmedi ya da belli bir Tanrı insanlara kızdığı icin Nil ırmağının yukselmesine izin vermedi. Goruluyor ki, ırmak bir insandan farklı değildir, o bir canlıdır. Bir insan gibi kızabilmekte ve belirli eylemlerde bulunabilmektedir.
Ayrıca, eski insanlar bireysel olaylarla ilgilendiler ve o yuzden genel yargılar ortaya koyamadılar. Orneğin, eski Yunanlılar butun depremleri değil belli bir depremi belli bir Tanrının yani Poseidon’un kızgınlığı ile acıkladılar. Onlar icin amac genellemelere gitmek olmayıp ozel bir olayı ozel bir bicimde acıklamaktı.
Bundan başka ilkel insanlar aynı nesneyi veya olayı celişkili bicimlerde acıkladılar. Orneğin, eski Mısırlılara gore guneş hem bir Tanrıdır, hem gokyuzunde ucan bir şahindir ve hem de hareket eden bir toptur. Ustelik onlar bu acıklamaların celişkili olduğunu dahi fark etmediler.
İlk Yunan filozoflarına gelince, onlar efsanelere inanmadılar ve doğayı cansız, edilgen (pasif) bir şey olarak gorduler. Onlar Tanrıların varolduğunu kabul etmekle birlikte, evrendeki olayları doğal olarak acıkladılar ve kendi acıklamalarında Tanrılara bir işlev yuklemediler. Orneğin, eski ve cağdaş Yunanlılar depremi deniz Tanrısı Poseidon ile acıklarken Thales aynı olayı doğal olarak acıkladı. Ona gore dunya deniz ustunde yuzmektedir ve dalgaların dunyayı sarsması ile deprem meydana gelmektedir.
Bundan başka, ilk Yunan filozofları belli bir olayı acıklamak yerine aynı kumeye giren butun olayları acıkladılar. Orneğin, tek bir depremi acıklamak yerine, butun depremleri acıklamaya calıştılar.
İlk Yunan filozoflarını ilkel insanlardan ve cağdaşlarından ayıran en onemli ozellik ise, onların eleştiriye ve tartışmaya acık olmaları idi. Onlar birbirlerinin goruşlerini eleştirdiler ve kendi goruşlerini argumanlarla ve gerektiğinde gozlemsel ve deneyimsel kanıtlarla desteklediler. Onlara gore, bir olayın tek bir acıklaması olabilirdi.
Ozetle felsefenin doğması bazı toplumsal koşulların gelişmesine bağlıdır. Bunları uc başlık altında toplamak mumkundur. Ekonomik gelişme, demokratik yonetim ile laik ve hoşgorulu dunya goruşu. Ancak bu uc koşul tamamlandığında felsefe doğmakta ve varlığını surdurmektedir. Bu uc unsurdan birinin eksikliği felsefenin o toplumdan kacmasına neden olmaktadır. Bu uc koşulun olgunlaştığı Batı Anadolu kentlerinde felsefe doğmuş ve koşullar bu şekilde kaldığı sure icinde de varlığını surdurmuştur.
Batı Anadolu’da yaşayan pek cok duşunur tıpkı Thales gibi davranarak, ozellikle de evren konusuna ilişkin varsayımlarda bulunmuşlardır. Genelde Maddeci bir yaklaşım icinde olan bu duşunurlere, varsayımlarına ve akıllarına aşırı guven duydukları gerekce gosterilerek “Dogmatik Duşunurler”; İnsan sorunsalına değinmedikleri iddia edilerek “Doğa Filozofları” gibi isimler verilmiş olsa da bu duşunurlere “İlkcağ Maddecileri” demek cok daha uygun duşmektedir.
Ege adalarında yaşayan duşunurler ise Anadolu duşunurlerinden farklı bir yol izleyerek; kuşkucu bir yaklaşım sergilemişler ve duşunce tarihine “Sofistler” adıyla gecmişlerdir.
Ege’nin batısında Atina’da ise birbirine oğretmen oğrenci bağı ile bağlı olan, idealist duşuncenin ilkcağdaki temsilcileri, Sokrates – Platon – Aristoteles uclusunu goruruz.
Felsefenin bu altın cağı İsa’dan Uc yuzyıl oncesine kadar surer. Toplumsal koşulların değişmesi ile felsefe; karşı cıkarak doğduğu dinin ve resmi ideolojinin emrine girince, ozel olarak Ege’yi; genel olarak insanlığı terk eder. Bu yok oluş butun ortacağ boyunca da surecektir.
Felsefenin doğum yeri olan Anadolu’nun batı kıyılarında (İonia) ve Akdeniz kıyılarında yetişen, Thales, Anaxsimenes, Herakleitos, Demokritos, Pythagoras, Parmanides, ve Zeno gibi buyuk duşunurler, Batı felsefesinin ilk temel taşlarını koymuşlardır.
Oluşumunu ve gelişimini izleyen yuzyıllar icinde felsefe bilimsel duşunce biciminin ve bilimin yolunu acmış, zaman zaman da bilimin yanında yer almıştır. Ama son bir iki yuzyılda tekniğin ve işbolumunun gelişmesi sonucunda, bilimler ozelleşmiş, uzmanlaşmış ve felsefeden kopmuştur. Felsefe ve bilim oncelikle konuları ve yontemleri bakımından farklılaşmıştır. Bilimler daha cok duyuma ve deneye oncelik verirken felsefe bunlardan da yararlanarak tikel deneyimlerden bağımsız duşunce bicimine ve a priori bilgiye ağırlık vermiştir. Bilim kesin sonuclar iceren, kanıtlanabilir bilgiler verirken felsefe neyin, nasıl bilinebileceğini araştırmış, bilimin ve bilimsel bilginin yapısı uzerine de soru sormuş ve yanıt getirmiştir.
Boylece felsefe bugunku anlamda asıl işlevini yuklendi. Bu konular bir yandan bilimsel kavramların dışında kalan, devlet, erdem, eylem, estetik gibi alanları kapsamakta, ote yandan mantık gibi duşunme ve akıl yurutme yontemlerini icermektedir. Daha genel anlamda soylemek gerekirse gunumuzde felsefe madde ve ruhu cozumlemeye ve bunlardan hangisinin temel olduğunu acıklamaya calışmaktadır (spiritualistlere gore varlıkların temeli ruh ve akıl, materyalistlere gore ise her şeyin temeli madde ve onun ceşitli bicimdeki belirtileridir). Bu anlamda felsefe ile metafizik ozdeş kavramlardır.
Felsefenin en onemli ozelliği, felsefe sistemlerinin yanlış olduklarının hicbir zaman kesinlikle ispat edilememesidir. Felsefe goruşleri, Nietzsche’nin deyişiyle, dağların doruklarından birbirine ulaşan yankılardır.


İLKCAĞ MADDECİLERİ

Thales’ten Demokritos’a kadar uzanan ve coğrafya olarak Anadolu’da yaşayan duşunurlere verilen addır. Maddeci duşunurler; evrenin bir yaratıcısı olmadığı ve ezeli bir var oluş icinde olduğu duşuncesindedirler. Onlara gore “Hicten bir şey olmaz.” Evrenin de bir ilk bicimi, ilkolanı, arkhé’si vardır. Her şey arkhénin donuşumu sonucu bugunku halini almıştır.
İO 6.yuzyılda İonia adı verilen bolgede (bugun İzmir ve Aydın illeri ile karşılarındaki adalar) “fizikciler” ya da doğa filozofları diye bilinen Sokrates oncesi filozoflar, evrenin ve maddenin yapısını araştırmış, bu yapıyı oluşturan ilk oğe ya da temel ilkeyi (arkhe) bulmaya calışmış, maddenin niteliği uzerine sordukları soruları da ilk kez, icindeki oğelerle yanıtlamışlardır. Ancak bu felsefeciler Sokrates sonrası duşunce akımlarından farklı olarak Kozmolojiye ve doğa felsefesine yonelmişler, temel konularını, evrenin gercek doğası, ilk maddesi ve kompozisyonu, değişme olgusu gibi sorulardan secmişlerdir.
Arkhenin ne olduğu konusunda cok farklı isimlendirmelere rastlanır. İlkolan kimi zaman toprak, hava, su veya ateş ya da bunların kombinasyonu şeklinde karşımıza cıkmaktadır; kimi zaman ise sayı, apeiron (sınırsızlık-sonsuzluk), sperma ( tohum ) ya da atom olarak.
Batılı anlamda ilk filozof sayılan Thales’e (625-545) gore butun varlıkların ilk oğesi suydu. Her şey sudan gelir ve yine suya donecektir. Dunya da sonsuz su (okeanos ) icinde yuzer. Onu izleyen Anaksimandros apeiron (sınırsız) denen tozu, Anaksimenes ise aer’i (hava) ilk ilke olarak kabul etti. İlkolan’ı ateş olarak kabul eden Efesli Herakleitos (540-480) ; evreni karşıtların zıtlığı ve birlikteliği ile acıklar. Tanrı da ihtiyarlık ile genclik, gece ile gunduz gibi zıtlıkların arkasında olan bir noustur, akıldır. Ona gore evrende değişmeyen tek şey değişimdir. Bu nedenle de “ Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. Cunku hem ırmak değişmiştir; hem de biz.” der.
Empedokles ise, bir yandan değişmeyen, butunluklu bir evren kuramı getiren Parmenides’in etkisinde kaldı; bir yandan da eski geleneği surdurerek maddenin dort temel oğe ya da her şeyin “koku” (risomata) olan ateş, hava, su ve topraktan oluştuğunu ileri surdu. Bu geleneğin vurguladığı başlangıc kavramı Platon’da zamansal oncelik anlamı taşımaktan cıkıp varlığın oyle olmasını sağlayan ilk bicimlere ya da idea’lara donuştu.
Maddeci goruşu son noktasına taşıyan da Teos’lu Demokritos’tur (460-370). Ona gore evrenin temel yapı taşı bolunemeyen madde yani atomdur. Canlı-cansız, bitki-hayvan, insan-ruh her şeyin temelinde atom vardır. Atomlar yapısal olarak aynı oldukları halde hareket alanları , hareket hızları, ağırlıkları, dizilişleri farklılık gosterdiği icin dunyadaki farklı maddeler oluşmaktadır. İnsan duyu organları ile ancak maddenin dış gorunuşu hakkında bilgi sahibi olabilir. Ama maddenin temelini oluşturan atomlar hakkında bilgi edinemez. Bu nedenle de maddelere ait bilgilerimiz doğruluktan yoksundur ve karanlıktır.
Felsefi duşuncenin temelini oluşturan bu tur soru ve yanıtlara farklı duşunce sistemleri icinde de rastlanır. Onceleri mitoslarda, daha sonra hem Doğu, hem de Batı dinlerinde evrenin ve maddenin yapısı uzerine sorular sorulmuştur. Ama getirilen yanıtlar her zaman doğaustu guclerden kaynaklanan bazı kalıplaşmış inanc sistemlerine dayanmış, araştırılmadan benimsenmiştir. Felsefi duşunce biciminin ozelliği ise bu tur inanc sistemleri yerine theoria (gozleme dayalı kavrayış, kuram) uzerine kurulu bilgiye yonelmesidir.


İONİA OKULU veya MİLETOS OKULU
"THALES, ANAKSİMANDROS, ANAKSİMENES "

Mitolojiye gore Girit’ten surulen Miletos (Apollon ile Deione'nin oğlu) tarafından kurulan, Hitit belgelerinde adı Milavandas diye anılan kent veya Girit’te bir şehir adı olan Milatos ile ilgili olduğu sanılan Miletos, İO 1000’lerde Neleus adlı onderlerinin yonetiminde Orta Yunanistan’dan gelen İonların kenti ele gecirmelerinden sonra, 12 İonia kentinin en buyuğu oldu. Ticaretiyle, uygarlığıyla ve felsefe okuluyla (İonia okulu veya Miletos okulu) un saldı.
Miletos Okulu (İonia Okulu) M.O. VI. yy.da Miletos’ta ders veren İonia’lı filozoflara verilen addır.
Felsefe tarihinin ilk okul ya da duşunce geleneğini oluşturan İonia’lı filozoflar, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes olarak sıralanır. İonia Okulu, felsefenin ilk okulu olarak ortaya cıkarken, Batı Anadolu kıyılarındaki İonia da, Yunan felsefesinin ilk merkezi olarak seckinleşir. Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, her şeyden once, mitopoetik duşunceden kopuşu ve felsefi duşunuşe gecişi simgeler. İkinci olarak, bu filozoflar, herhangi bir cıkar, pratik amac gozeterek değil de, salt bilmek ya da anlamak icin felsefe yapmışlardır.
Ote yandan, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, her ne kadar felsefede onların yaşadıkları cağda madde ile ruh arasında bir ayırım yapılmamış olsa da, felsefe tarihinin ilk materyalistleri olarak bilinirler. Nitekim, nedensel bir varlık anlayışı ortaya koyan ve varlığa ilişkin doğru bir acıklamanın maddi, fail, formel ve ereksel neden olmak uzere, dort ayrı nedeni ortaya koyması gerektiğini belirten Aristoteles’e gore, İonialılar yalnızca maddi neden uzerinde yoğunlaşmışlar ve varolan her şeyin kendisinden turediği arkhe ya da maddi nedeni belirledikleri zaman, varlığı acıklayacaklarını duşunmuşlerdir.
Onlar, bundan dolayı aynı zamanda monist filozoflar olarak sınıflanırlar. Bu filozofların monist olarak sınıflanmalarının nedeni, şu halde, oncelikle maddeyi evrendeki tek gerceklik olarak gormeleri, dış dunyayı meydana getiren cokluğun gerisinde bir birlik aramaları ve madde soz konusu olduğunda da, daha sonraki pluralistler gibi, varlığın temeline bircok arkhe ya da maddi neden değil de, tek bir madde yerleştirmeleridir.
İonialı filozoflar, maddi neden dışında bir neden, fail neden duşunmedikleri ve ozellikle de maddeye hareket verecek, onu harekete gecirecek bir dış guc tasarlamadıkları icin, arkhe olarak, kendi kendisini harekete gecirecek, kendi hareketini yine kendisinin acıklayacağı bir ilk madde aramışlardır. Bundan dolayı, onlar aynı zamanda hilozoistler diye bilinirler.
İonialı filozoflarda ortak olarak sergilendiğini gorduğumuz başka bir ortak nokta da, onların “hicten hicbir şey cıkmayacağı” (Nihil ex nihilofit) ve dolayısıyla madde ya da dunyanın ezeli olduğu inancıdır. Aynı zamanda tum Yunanlı filozoflar tarafından paylaşılan bu inancın bir gereği olarak, hicten yaradılış veya maddi dunyanın zaman icinde bir başlangıcı olduğu duşuncesi, onların akıllarının ucundan dahi gecmemiştir.
Aristoteles'e gore, felsefenin gelişmesinin iki on koşulu var: Oncelikle, felsefe yapacak kişinin "tuzu kuru" olmalı. Yani o kişi, maddiyat kaygısına duşmeden kendini sadece duşunmeye verebilmeli. İkincisi, kişi gercek bir merak duygusuna sahip olmalı ve en doğal gorunen gercekleri bile sorgulayabilmeli. İşte, Miletos'ta bu iki koşulun bir araya gelmesiyle, tarihin gercek anlamdaki ilk filozofu kabul edilen Thales ile onun ardılları olan, Anaksimenes ve Anaksimandros ortaya cıkmış. Babillilerden aldığı astronomi bilgisi ve Mısır'dan getirdiği soylenen geometri bilgisi dışında Thales'in asıl onemi, aklına takılan sorularda. "Neyin var olduğu" ve "neyin gercek olduğu" gibi sorular sayesinde Thales, o gune dek doğadaki her olayı ayrı bir tanrının varlığına bağlayan mitolojinin otesine gecerek; her şeyin nedenini, doğanın kendisinde aramaya başlıyor. Thales ve oğrencilerinin "Fizikciler Okulu" diye anılması ve pozitif bilimin temellerini attıklarının soylenmesi de bu yuzden.
İ.O. VI. yy’dan başlayarak, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes gibi Miletos’lu duşunurler, İonia’da daha cok meteoroloji ve coğrafyaya dayanan bir fizik anlayışı geliştirdiler. Bu “tabiat felsefeleri” duzenli bir bilimin ilk taslaklarıydı. Ayrıca bu tabiat felsefelerinin yanı sıra bazı matematik, astronomi ve coğrafya keşifleri de yapılmıştı. İonia İ.O. 546’da Persler’in egemenliğine girince, Miletos 494’te yıkıma uğradı ve duşunsel etkinliklerin merkezi Sicilya’ya kaydı.

THALES (625-545)

İonia Okulunun, ilk filozofu Milattan once 6. yuzyılın ilk yarısında yaşamış olan Thales’tir. Batı Anadolu’da Miletos şehrinde doğmuştur. Dar anlamıyla o, felsefe tarihinin başında bulunan duşunur unvanını alır. Evrenin ana maddesini, nedenini akla ve deneylere dayanarak temellendirdiği icin Thales’e felsefenin babası adı verilmiştir. Antik Dunyanın 7 bilgesinden biri olan Thales, M.O. 28 Mayıs 585’deki guneş tutulmasını matematiksel olarak onceden tespit etmiştir. Buradan da anlaşılacağı uzere, onda bilim ve felsefe birbirinden ayrılmış değildir. Thales’e atfedilen başkaca bilimsel faaliyetler arasında, onun bir yıllık hazırlaması faaliyetiyle, gemicilere, Kucuk Ayı yıldızına bakarak yol gostermesi faaliyeti yer alır. Buyuk doğa bilimcisi, astronom ve matematikci olan Thales’in unlu ‘Tales Teoremi’ herkesce bilinir. Thales, ‘Gnomon’ adı verilen bir tur guneş saati ile zamanı doğru olarak olcmuştur. Ona gore her şey tanrılarla doludur. Arkhe, değişmenin icerisinde değişmez kalandır.
Thales’te, felsefe bakımından onem taşıyan husus, onun “Neyin var olduğu” “Neyin gercek olduğu” ya da “Neyin gercekten var olduğu” sorusu uzerinde duşunmuş olmasından kaynaklanır. O bu cerceve icinde, doğada var olan şeylerin tuketici bir listesini yapmayı amaclamamış, fakat şeylerin varlığa gelmeleri ve daha sonra da yok olup gitmeleri olgusundan etkilenmiştir. “Neyin var olduğu” sorusunu yanıtlamanın en onemli yolu, onun gozunde birlik ile cokluk ya da gorunuş ile gerceklik arasındaki ilişkiyi doyurucu bir bicimde ifade edebilmekten gecmiştir. O, buna gore, gozle gorunen bireysel varlıkların ve değişmelerin oluşturduğu kaosun, cokluğun gerisinde akılla anlaşılabilir, kalıcı ve surekli bir gercekliğin var olduğuna inanmıştır. Thales, cokluğun kendisinden turediği, cokluğun gerisindeki bu birliğin “su” olduğunu one surmuştur. Thales'e gore, evrenin asıl maddesi (Arkhe) sudur; her şey sudan gelir ve suya doner. Dunya, "okeanos" denilen dev bir su kutlesi icinde yuzen, duz bir tepsidir onun zihninde.
Her şeyin maddi temeli olan suyu gorebilir, algılayabilir miyiz? Elbette ki hayır. Oyleyse “su” kuramsal bir kavramdır. Thales algıladığımız farklı nesnelerin ve olayların algılanamayan maddi temeli ve kokeni olarak ilk tozu yani suyu belirledi. Orneğin ictiğimiz suyun bile maddi temeli o algılanamayan ilk tozdur. Bu şekilde Thales ilk kez felsefi veya bilimsel bir kuram ortaya koymuş oldu. Ancak o cevremizde gorduğumuz farklı nesnelerin ve olayların nasıl olup da sudan meydana geldiği sorunuyla belki de uğraşmadı.
Kendisinden onceki felsefenin bir anlamda tarihini yazmış olan Yunan filozofu Aristoteles, Thales’i bu sonuca, her şeyin sıvı bir varlıktan beslendiği, sıcağın da sudan tureyip, suyla beslendiği, her şeyin tohumunun nemli bir yapıda olduğu gozleminin goturduğunu belirtir. Buna gore, buharlaşma fenomeni suyun buhar ya da hava olabilmesini, donma fenomeni ise, suyun toprak olabilmesini akla getirmiştir. Yine, Thales’in Akdeniz’i aşarak, Mısır’a yapmış olduğu seyahatler suyun insan yaşamı uzerindeki onemi ve değerini ona gostermiş olabilir. Onu arkhenin su olduğu sonucuna goturen nedenler ne olursa olsun, onu felsefe tarihinde onemli kılan unsur, verdiği yanıttan cok, sorduğu sorudur. Buna gore, o varlığın ya da dunyanın nihai ve en yuksek doğasının ne olduğu sorusunu sormuş olduğu icin, onemlidir.

ANAKSİMANDROS (610-545)

İonia Okulunun ikinci duşunuru, Thales’ten daha genc biri olan Miletos’lu Anaksimandros’tur. Miletos’lu filozof Thales’in oğrencisidir. Onun M.O. 610 yılında doğup, M.O. 547 yılında olduğu tahmin edilir. Anaksimandros’da da, bilimsel faaliyetle felsefi duşunce ic ice gecmiş durumdadır. Nitekim, onun Karadeniz’e acılan denizciler icin bir harita yapmış olduğu anlatılmaktadır. “Tabiat Uzerine” isimli bir eseri vardır.
Dinden ya da mitolojiden ayrılarak kendisini one suren, kendisine yer acan felsefenin, onda biraz daha soyut ve gelişmiş bir duzeye ulaştığını gormekteyiz. Gercekten de, Anaksimandros’un evren anlayışı, dunyanın su uzerinde yuzen duz bir tepsi olduğunu one suren Thales’in evren anlayışının cok daha otesine gider. Thales’in goruşunde, tepsiyi ve tepsinin uzerinde yuzduğu su kutlesini neyin taşıdığı sorusuyla, akşam batıdan batan guneşin, ertesi sabah yeniden doğudan nasıl doğduğu sorusuna tatmin edici bir yanıt getirmenin guclukleri karşısında, Anaksimandros, dunyanın bir tepsi değil de, genişliği yuksekliğinin uc katı olan boşlukta asılı duran bir silindir şeklinde olduğu duşuncesine ulaşmıştır. Bu goruşe gore, dunya, evrenin tam merkezinde ve boşlukta, dayanaksız olarak durmaktadır. Evren kuresinin her yerine eşit uzaklıkta bulunan dunyanın, şu ya da bu yone gitmesi icin hicbir neden yoktur.
Arkhe ya da maddi toz konusunda da, Anaksimandros, Thales’i aşar. O cağdaşı Thales’in maddi toz olarak “su” anlayışına, suyun nicelik bakımından sınırlı, nitelik bakımından belirli olduğu gerekcesiyle karşı cıkmıştır. Buna gore, su ya da nem, catışma ve savaşlarını acıklamak durumunda olduğumuz karşıtlardan biri olup, ondan hicbir zaman karşıtı cıkmaz. Başka bir deyişle, değişme, doğum ve olum, buyume ve kuculme, catışma ve savaşın, bir oğenin sınırlarını diğerinin aleyhine olacak şekilde genişletmesinin bir sonucu olduğu icin, suyun doğasına aykırı bir yapıda olan oğe ya da şeylerin, su icinde nasıl olup da eriyip gitmedikleri sorusuna doyurucu bir acıklama getirilemez. Sudan, oyleyse yalnızca ıslak ve soğuk olan şeyler tureyebilir. Oysa, dunyada sıcak ve kuru olan şeyler de vardır. Suyun nitelik bakımından belirli olmasının yarattığı guclukten kurtulsak bile, bu kez suyun nicelik bakımından sınırlı oluşunun yarattığı gucluk karşımıza cıkar. Buna gore, su gibi nicelikce sınırlı bir maddeden, sonlu bir kutleden evreni meydana getiren sonsuz varlık kutlesi doğamaz. Sonsuz sayıda evren olduğunu one suren Anaksimandros’ta, sonsuz sayıdaki evren goruşu, sonsuz miktarda maddeyi gerektirir.
Evrende varolan tum nitelikleri tek bir niteliğe goturmenin, tum karşıtları tek bir karşıta indirgemenin doyurucu ve doğru olmamasından dolayı, ona gore, evrenin ilk maddesi, maddi tozu, arkhesi nitelik bakımından belirsiz, nicelik bakımından sınırsız bir madde olmalıdır. Anaksimandros, soz konusu ozellikleri taşıyan ilk maddesine, hicbir duyusal maddeyle ozdeş olmayan belirsiz bir varlık, soyut bir ilke anlamında apeiron adını verir. Aperion, sınırsızlık, sonsuzluk demektir. Herşey aperion’dan meydana gelir ve ona geri doner. Aperion, ezeli ve ebedidir, meydana gelmemiş olduğu gibi yok da olamaz.
Onun, ilk madde olarak nicelikce sınırlı, nitelikce belirli bir oğe ya da maddenin secilmesi evresini gecerek, her şeyin kendisinden turediği belirsiz, sınırsız bir arkhe anlayışına ulaşması, felsefede gercek bir ilerlemeyi ifade eder.
Anaksimandros’un başka bir yeniliği ya da onun gozlemi akıl yurutme veya argumanla destekleyişinin cok iyi başka bir orneği de, geliştirmiş olduğu evrim kuramıdır. Anaksimandros, dunyanın sıcak ile soğuğun birleşmesinden doğduğunu savunur. Ona gore, yaşam "ıslak" bir ortamda başlamıştır, ilk canlılar ise balığa benzer yaratıklardır. Bu duşunceleriyle, binlerce yıl once ilk evrim duşuncesini ortaya atmıştır. Yaşamın denizlerde ve suda başladığını, insan da dahil olmak uzere, tum canlıların once denizlerde yaşamış olup, karaya daha sonra cıktıklarını soyleyen Anaksimandros’a gore, insan turunun ataları, once balıkların vucudunda doğmuş ve ancak yaşamlarını kendi başlarına surdurebilecek bir olgunluğa eriştikten sonra, karaya cıkmışlardır. Bu durumu, insan yavrusunun uzun bir bakım devresinin ardından kendi başına yaşayabilir olması olgusu ile acıklayan filozofa gore, insan varlıklarının soz konusu uzun bakım devresini balıkların karnında gecirmemiş olsalardı, karaya cıkar cıkmaz yok olup gideceklerdi.

ANAKSİMENES (584-524)

İonia Okulunun ucuncu ve sonuncu duşunuru, temsilcisi Anaksimenes’tir. M.O. 585—525 yılları arasında yaşadığı hesaplanan Anaksimenes, tıpkı Thales ve Anaksimandros gibi bir bilim adamı —ya da astronom— filozoftur. Tarih yazarı olup aynı zamanda matematikci ve coğrafyacıdır. Ruh kavramını felsefeye ilk kazandıran filozoftur. Bununla birlikte, Anaksimandros’un, Thales’e kıyasla, felsefi ve bilimsel duşuncede bir ilerlemeyi gosterdiği yerde, o bir anlamda geriye donuşu temsil etmektedir. Bunu, orneğin onun astronomisinde gormek mumkundur. Buna gore, Anaksimenes, Anaksimandros’un boşlukta duran silindir şeklindeki dunya anlayışı yerine, havada aynen bir yaprak gibi yuzen, bir masa kapağı şeklindeki dunya anlayışını gecirmiştir. Ruhumuzun bizi ayakta tuttuğu gibi, hava da dunyayı ayakta tutmaktadır.
Yine, o gokkuşağına ilişkin olarak da oldukca tuhaf bir acıklama getirmiştir. Onun acıklamasına gore, gokkuşağı, guneş ışınlarının, icinden gecemedikleri bir bulut uzerine duşmelerinin sonucu olarak ortaya cıkar. Anaksimenes’e haksızlık etmemek icin, bir yandan da onun astronomisinin Anaksimandros’unkinden bazı bakımlardan daha ileri olduğunu soylemek gerekir. Cunku, o guneş ve ay ile diğer yıldızlar arasında ilk kez olarak bir ayırım yapmış, guneşin kendi ışığına sahip olduğu yerde, ay da dahil olmak uzere, diğer gok cisimlerinin guneşin ışığını yansıttığını soylerken, guneş ve ay tutulmalarına ilişkin olarak da doğru bir acıklama getirmiştir.
Anaksimenes felsefe bakımından da, Anaksimandros’un gerisine duşmuştur. Zira o, Anaksimandros’un nicelikce sınırsız, nitelikce belirsiz bir toz olarak apeironundan sonra, Thales’in belirli tozune geri giderek ilk madde olarak Aer ya da havayı one surmuştur. Onu, ilk madde ya da maddi tozun hava olduğunu soylemeye goturen neden, muhtemelen insan varlığındaki nefes alma olgusudur. İnsan nefes aldığı surece yaşadığı icin, havanın evrendeki yaşam ve varlık ilkesi olduğu sonucuna ulaşmak zor değildir. Arkhe psuke’dir. Psuke, ince bir nefes ve soluktur, canlandırıcı, dağılmayı engelleyicidir. Evrende herşey havadan, bu sıcak nefesten oluşur. Canlılık, hayatiyet, psukenin nesnelerde bulunmasıdır.
Onun felsefe alanındaki yeniliği ise, ilk kez olarak birlikten cokluğa geciş sureci uzerinde, varolan her şeyin havadan nasıl varlığa geldiğini acıklama işinde yoğunlaşmış olmasıdır. Buna gore, Anaksimenes birlikten cokluğa geciş surecini acıklarken, dudaklarımızı birbirine yaklaştırıp avucumuza uflediğimiz zaman, ağzımızdan cıkan havanın soğuk, ağzımızı fazlaca acıp, avucumuza uflediğimiz zaman da, ağzımızdan cıkan havanın sıcak olması gozleminden yararlanarak, sıkışma ve seyrekleşme kavramlarına başvurmuştur. Başka bir deyişle, Anaksimenes’e gore, hava seyrekleştiği zaman ateş, sıkıştığı zaman da ruzgar, bulut, su ve toprak haline gelebilir. Bu cerceve icinde, o havanın seyrekleştiği zaman, daha sıcak hale geldiğini ve boylelikle de ateş olma yoluna girdiğini, buna karşın sıkıştığı zaman, daha soğuk olup katılaşma yoluna girdiğini duşunmuştur. Anaksimenes’teki seyrekleşme ve sıkışma kavramları, birlikten cokluğa geciş surecini acıklamaya yaradıktan başka, her tur niteliği niceliğe indirgeme girişimini temsil eder.
Anaksimenes’le ilgili olarak onem kazanan sonuncu husus, onun maddi toz olarak havayı one surduğu bağlamda, ruh kavramına giden yolda ilk buyuk adımı atmış olmasıdır. Havayla ruh arasında bir benzerlik kuran Anaksimenes’e gore, nasıl ki evreni kuşatan hava, evreni ayakta tutuyorsa, aynı şekilde icimizdeki nefes, aldığımız soluk olarak ruh da, bize can verir. Buna gore, ruh insan varlığındaki hareket ve canlılık ilkesidir.

__________________