I- Bilim ve etik
Chicago Universitesi Ekonomi Bolumu’nde, 1950’li yılların sonu ile 1960’lı yılların başında, oğretim uyesi kadrosunda cok sayıda kuramsal fizikci ve matematikci bulunmaktaydı. Gerci, kuramsal iktisat bilimini geliştirenlerin başında “Neo-klasik iktisat”, bunun onde gelen isimleri arasında da doğa bilimleri mensupları hep yoğunluk taşımıştı. Bu universitenin iktisat bolumu de “tutucu-muhafazakar” Neo-Klasik İktisat Okulu’na bağlı olduğu icin, gozlenen yoğunluk olağan sayılabilirdi. Ancak yine de dikkat cekici bir soylenti ortalıkta dolaşıyordu. Soylentiye gore, bu kuramsal fizikciler ve matematikciler “iktisatcı” olmazdan once, İkinci Dunya Savaşı yıllarında atom enerjisini geliştirme projesinde calışmışlardı; fakat araştırmalarının sonucta atom bombasına donuşturuleceğini bilmiyorlardı. Savaşı bitirmek amacıyla ABD hukumeti atom bombasını Japonya uzerinde kullanma kararı alıp, Hiroşima ve Nagasaki bombalandığında bu araştırmacılar bir olup-bitti ile karşı karşıya kalmışlardı. Yuzbinlerce insanın yanarak feci şekilde olmesi, kalan yuzbinlerin de kalıcı bicimde sakatlanması kendi calışmalarının urunu olarak ortaya cıkınca, mesleklerini surdurmek istememişlerdi. Matematik yetenekleri ve kuramsal bilgileriyle, donanımlarıyla bağdaşan, fakat oldurucu sonuclara da goturmeyen bir alana kaymak istemişlerdi. Chicago Universitesinin İktisat Bolumu her anlamda kendilerine uygun geldiği icin onu secmişlerdi.
Zaten atom enerjisi calışmaları daha surerken, bu araştırmaların beyni olan Albert Einstein da araştırmaların sonuclarının “hayır” olabileceği gibi “şer” olabileceğinin farkındaydı. Bu kısa tarihsel oyku, bilimsel calışmalarda “etik” konusunu gundeme getiriyordu. Doğa bilimlerinin “inanc, kişisel değerlendirme” icermediği, “kişisel hedef” taşımadığı, dolayısıyla kuramlarının nesnel, objektif olduğu kabul edilir. Gerci, bilim metodolojisi uzerinde calışan I. Lacatos, butun bilim dallarının ana cekirdeğinde bir “inanc, ahlaki değerler” bulunduğunu, kuramın ancak bunun uzerine inşa edildiğini soyler, toplumbilimleri ile doğa bilimleri arasında bu bağlamda bir ayırım yapmaz. Atom bombası calışmaları orneği, bize, doğa bilimleri araştırmalarının ve buluşlarının da gerisinde en azından bir “hedef” aranması gerektiğini gosteriyor. Cunku bilimsel kuram, nesnel ilişkileri gosterse de, acıkca bir “hedef” koymasa da, değer yargılarından arındırılmış olsa da, sonunda, rahatca istenen tarafa cekilebiliyor. Atom araştırmalarından, atom enerjisi gibi atom bombası da cıkabiliyor; hayvan davranışlarının genetik kokenlerinin ortaya konmasından, sosyo-biyoloji yoluyla kuram insan davranışlarına genelleştirilip, insan ırkları arasındaki farklara ve ırkcılığa gelebiliyor.
İnsan doğasının doğrudan bilimsel kuramla, buluşla icice gectiği durumlardaysa, “etik” (dinsel inanclardan oturu) hemen gundeme zaten getiriliyor. Bunun en yakın orneği “insan kopyalama” ile ilgili olarak ortaya cıktı. Kopyalama, “yaratılış inancı”nı sarsabildiği kadar olumsuz toplumsal sonuclara da yol acabileceği icin, “etik” kural hemen devreye girdi; insan kopyalaması yapılmaması konusunda anlaşmaya varıldı. Ancak, bu anlaşma şimdiden her yanından aşınmaya başladı bile.
I.Lacatos’un genel bilim (metodolojisine) yontembilimine kattığı, toplumbilimleri/insanbilimleri kadar doğa bilimleri icin de gecerli kabul ettiği “inanclar, ahlaki kayıtlar, hedef vb.”dan oluşan kuramın ana cekirdeği konusunda diğer bazı duşunurler de “etik” acıdan kaygılarını belirtmektedirler.
Konu toplumbilimleri olduğunda, kuramın ana cekirdeğinin “etik” kaygıları iyice kabartacak kişisel/sınıfsal değer yargılarıyla, belirli toplumsal/ekonomik hedeflerle, bireysel goruşlerle yuklu olduğu bilinir. Nitekim, genelde bilimlerin sınıflandırılmasında, toplumbilimleri, doğa bilimleriyle ceşitli guzel sanatlar arasında bir yere konulur. Diğer bir deyişle, ne doğa bilimleri kadar nesneldirler, ne de sanatlar kadar kişiseldirler. Bu bakımdan, birbiriyle celişen kuramların aynı zamanda yaşaması, bunların farklı oğretilerin sozculeri olabilmeleri olağan kabul edilir.
Toplum bilimleri arasında yer alan iktisat ise, 1960’lı yılların sonundan bu yana, giderek “kimlik değiştirmek” yolundadır. Giderek daha fazla matematiksel dili kullanarak, butun diğer oğretilerde okullarda geliştirilmiş kuramlardan kendisini soyutlayarak ve oğretilerden sadece birinin, liberalizmin kuramlarını doğa kanunu gibi kabul ederek gelişme yolunu secmiştir. İktisatcılar istatistiksel yontemleri “İktisat” a uyguladılar, “ekonometri” denilen bir teknikle araştırma yontemlerini iyice bilimleştirdiler. Ne var ki, matematik/istatistik dilleri yine herkesin oğretisel inancını ispatlamak icin kullanılıyor.
Doğu blokunun parcalanması (1989) ve SSCB’nin dağılmasını (1991) izleyerek de, iktisatcı coğunluğu, siyasetin emrinde Neo-klasik iktisat okulunun 19. yuzyıl sonundan bu yana gelişen liberal oğreti kaynaklı iktisat kuramlarını “tek” ve değişmez, evrensel gecerli ekonomi yasası olarak kabul ettiler. İktisatcılar bu donuşumu, toplumsal/siyasal oğelerden bağımsız olarak yapmadılar, sadece onayladılar. Bu koklu değişimde yurutucu guc, uluslararasılaşmış ABD sermayesinin, finansının ve sanayisinin gereksinimlerini dunyaya dayatan, kendisi de bu yoldan “Dunya İmparatorluğu” kurmak isteyen ABD hukumetleri oldu. Yani siyaset ve buyuk sermaye, artık, serbest piyasa duzenini her turlu ahlaki kayıttan sıyrılmış olarak, “değişmez doğa yasası” diye kabul ederek (neredeyse) evrensel gecerli kıldı. İktisat bugun hicbir etik kural tanımayan, bunun tanınabileceğini dahi kabul etmeyen bir bilim dalına donuştu. Bu (ters) donuşumun kokeninde sermayenin “kureselleşme” baskısına, ABD’nin Dunya imparatorluğu kurma baskısına iktisatcı coğunluğunun, ahlaki kayıtları “bilim adına bir yara koyması yatıyor.
II- İktisat ve Etik
Fizik ve matematikten devşirilmiş, yukarıda değindiğimiz Chicago Universitesi’ndeki”yeni” iktisatcılar, aslında, yaşadıkları deneyime rağmen, doğa bilimlerinde de bir “etik” sorunu olduğunu anlayamamışlardı. Siyaset, savaş icinde atom enerjisini nicin geliştirmeye calıştıklarını onlara soylememişti. Bu etik sorun kendileri tarafından algılanmamış olmalıydı ki, serbest piyasayı “evrensel yasa” diye kabul eden liberal oğretiye bağlı Neo-klasik anlayışın egemen olduğu bu okula katılmışlar, “serbest piyasa”yı refahın ve ekonomideki butun sorunların cozumu diye kabul eder olmuşlardı. Bu okul, bırakın Marksizmi, ne konjonkturel ekonomik istikrarsızlığın ve işsizliğin kamu harcamalarını ayarlayarak giderilebileceğini savunan Keynes kuramını, ne azgelişmiş ulkelerin farklı yapısını ve gizli işsizliği inceleyen kuramları, ne de gelir boluşumuyle ilgilenmeyi kabul ediyordu. Gizli işsizliği reddedip, koylu-ureticileri dahi serbest piyasa koşullarında rekabet sayesinde kÂrını encoklaştıran girişimci olarak goren bir mensubu (T.W. Schultz) ve ucretler serbest bırakılır, sendikaların ve sosyal katkıların serbest iş piyasasına mudahalesi olmazsa konjonkturel işsizliğin olmayacağını savunan bir diğeri (M. Friedman) Nobel odulu almışlardı. Zaten bu universitenin ekonomi bolumu mensupları, 1969’dan itibaren “İktisat” ı da doğa bilimleri arasında kapsayan Nobel odullerinin neredeyse coğunluğunu topluyorlardı. Nedeni, matematik/istatistik dillerini kullanan bu iktisatcıların doğa bilimleri/pozitif bilimler arasına girmiş, ahlaki değerlerden, bireysel değerlendirmelerden arınmış, sayılmalarıydı. Ancak Neo-klasik iktisatcılara haksızlık etmemek icin belirtelim ki, bunların arasında gelir boluşumunu de kurama icerenler, dışsallıkları da inceleyenler vardı. Ne var ki, gunumuze bunlardan kalan sadece (dışsallıklar arasında) “cevre” sorunu diye tanımlanan bir bolumu oldu. Gunumuzde artık Yeni Neo-klasik iktisat var.
Neo-klasik okulun bu ozelliği, aynı zamanda, ahlaki kayıtların doğal bicimde iktisatcılar tarafından dışlanmasına goturdu. Siyasal duzlemde SSCB’nin dağılmasıyla cift kutuplu (artı tarafsızları) olan dunya tek kutuplu olmaya (ve İslam dinine bağlı bir kısım devletlerden kaynaklanan muhalefet dolayısıyla da bunlar dışlanmaya) gecerken, İktisat da butun diğer oğretileri, okulları dışlayıp, ahlaki değerlerden arınmaya, boyleece “sanki” doğa bilimiymiş gibi sayılmaya gecti. Diğer bir deyişle, siyasal bakımdan tek kutuplu, ABD merkezli dunya, aynı zamanda tek-merkezli bir iktisat oğretisine ulaştı. Cok uluslu şirketlerin egemenliğini, yıllık ciroları pek cok gelişmekte olan ulkenin yıllık GSMH’nı aşan dunya capındaki tekellerin ulus-devletler karşısında ustunluk kazanmasını sağlayan ekonomide serbestleşme hareketi mal ve hizmet ticaretinde olduğu gibi finansal serbestliği de iceriyor.
Serbestleşmenin butun ulkelerin refahını artıracağını savlayan Neo-klasik (statik tam rekabet şartlarına dayalı) modelle gozlenen dunya ulkelerinin koşulları arasında gercekte en ufak bir benzerlik olmasa da, varolan derin farklar gozardı edildi.1980’den, ozellikle 1990’dan bu yana yaşanan deneyimlere gore, zengin Batı ulkelerinin sermaye kesimi cok yararlanırken, ozellikle yoksul sınıfların ve yoksul ulkelerin yeni duzenden kayıpları pek cok olsa da, bu hic onemli sayılmadı. Uluslararası sermayenin cıkarlarının ağırlıkla temsil edildiği IMF, Dunya Bankası, Dunya Ticaret Orgutu toplantıları sırasında sokaklarda sergilenen protestolar, iceride seslendirilen kaygılardan ne “İktisat bilimi” etkilendi ne de tek-kutuplu siyaset.
İktisat “etik” değerleri boylece uzerinden attı; gecmişte (ozellikle Turkiye gibi gelişmekte olan ulkelerde ve Batı Avrupa’da) ahlaki kaygılarla ulus-devletin desteklediği ekonomi kadar toplumsal kalkınma icin geliştirilen politikalar tasfiye edildi. “İnsan” iktisat kuramından dışlandı; eskiden makro-ekonomik istikrarın gostergesi olan “enflasyon oranı artı işsizlik oranı” yerini, sadece enflasyon oranına bıraktı; gelişmekte olan ulkelerin kalkınma/buyume ve gelir boluşumunu iyileştirme hedefli kuramları ve bunlara dayanan politikaları yok edildi; bunların yerini cok uluslu sermayenin kÂrlarını buyutmeye donuk kuramlar ve politikalar aldı. Gelişmekte olan ulkelerde milyonlarca ureticinin gecindiği, ulkelerin kendisini beslemesi yeterliğine donuk tarım politikaları altust edilerek, ABD ile AB’nin başta uluslararası sermayeleri, tarımsal cıkarlarına terkedildi; guclu sendikalarıyla gelir boluşumunu duzenlemeye calışan Batı Avrupa ve o modeli benimsemeye calışan gelişmekte olan ulkelerde, bir yandan emek-ikamesine donuk teknolojik değişmenin istihdama ve ucretlere yarattığı baskılar bir yandan SSCB’siz ve komunist partisiz bir dunyada orgutlu işci aleyhine değişen işveren davranışları ve hukumet politikaları, bir yandan duşen buyume hızları ve yaratılan iş sayısı ustuste geldi. İşsizlik doruklarda gezinir oldu. Gelir boluşumu hem zengin ile yoksul ulkeler arasında hem her ulkenin kendi icinde giderek kotuleşirken, “sefahat ile sefalet” icice gecerken, buna care uretebilecek ulus-devletin gucsuzleşmesi yolundaki, “devleti kucultme hedefi” şartlara eklendi.
Kısacası, “iktisat”ın bilimselleştiği varsayılan surecte tek kutuplu dunyaya refakat eden “bilimsel iktisat”, etik değerleri ve insanı atmış, serbest piyasa ekonomisini tanrılaştırmış, rekabet de bu tanrının peygamberi olurken bu yeni din sadece zenginlere hizmet eder olmuştur. Bu yeni dinin kutsal kitabı “Washington Consensus”, şeytanı El Kaide, havarileri de ABD’nin beyin yıkama ve politikaları dayatma bağlamında el altında tuttuğu IMF, Dunya Bankası ve Dunya Ticaret Orgutudur.
Turkiye’de ve dunyada iktisat ders kitapları, neredeyse her işte olduğu gibi, Amerikan kokenli ders kitapları ornek alınarak yazılmaktadır. Bu yeni anlayışın heryerde iktisatcılar arasında yayılmasının başlıca aracı da bu alandaki yuksek eğitimin dayandığı kitaplardır. Hele İngilizceye dayalı eğitim artık yerli ders kitabı yazma gereğini de ortadan kaldırdıkca, ABD kaynaklı ders kitapları ana bilgilenme kaynağı oldukca tek kutuplu dunyanın tek boyutlu bilim anlayışı da her yere yayılıyor. Hic kimse sorgulamıyor: İnsanı konu eden tıpta dahi Batı tıp bilimi yanında bir Doğu tıp biliminin varlığı kabul edilirken, bu ikinciyse insanı “bir butun” olarak gorurken, onun en temel faaliyetini kapsayan İktisat nasıl tek boyutlu olabilir, tek bir okul ile temsil edilebilir?
Gunumuzde “İktisat”ın bir bilim dalı olarak yarattığı en temel etik sorunu işte budur: İnsanı, onun kurumlarını, gelişmişlik duzeyini dışlayıp, birilerini cok cok zenginleştirip coklarını da cok cok yoksullaştıran bir duzenin işleyişini “işte tek yolu budur”, diye kuramsal duzlemde yasaya dondurmek ve “bu bilimdir” diye beyin yıkamak işin bir boyutudur. “Serbest piyasa” yasalarının tam işlediği 1860-1914 arası yılların deneyimini, emperyalizmini, ic celişkilerinin yarattığı savaşları ve denizaşırı toprakların somurusunu “es gecerken”, aynı zamanda gunumuzde gelişmekte olan ulkelerin yaşadığı krizleri ve gelir kayıplarını, kalkınmalarının duraklamasını, ozelleştirme/devletin kuculmesi adına uretim yapılarının tahribini cok bozulan gelir boluşumunu konu etmemek bunun tamamlayıcısıdır. ABD’nin en zengin ilk on kişisinin serveti ya da en buyuk bir kac uluslararası şirketinin yıllık cirosu, 67,5 milyon nufuslu Turkiye’nin yıllık GSMH’sını artık aşıyorsa; Turkiye’nin de en zengin %20’si GSMH’sının yarıdan coğunu alırken devlet butcesinde harcamaların yarıdan coğu tek bir kaleme, yani faize gidiyorsa, bu nasıl bir duzendir? Bunu “bilim” adına doğal sayan bir bilim nasıl bir bilimdir?
İktisatcıların, oğretim uyesi, burokrat, siyasetci sıfatıyla her yerde coğunluğu Washington Consensus’un, IMF, DB ve DTO programlarının baş onaylayıcılarıdır. Kendi topraklarında geniş kitlenin işsizlik ve yoksulluğa suruklendiği, gelir boluşumunun bu kadar bozulduğu, uretici kuruluşların birer birer devrildiği ortamlara, doruklarda gezinen işsizliğe ses cıkarmaması, bu koşullara “Hayır” diyememesi, dememesi bir “etik sorunu” değil midir? Guclulerin kendi ulus-devletleri giderek guclenirken, kimileri de Avrupa Birliği gibi daha guclenmek icin ulus-devletler arası işbirliğini giderek genişliğine ve derinliğine yoğunlaştırırken, “ulus-devlet artık oldu” diyerek yururlukteki politikaların cığırtkanlığını yapmak bir “etik sorunu” değil midir?
21. yuzyılın başında “İktisat” dunyada ve Turkiye’de ciddi bir bunalım yaşıyor. Etik değerlerden arındırılmış, Nobel adaylığını kazanmış, “bilimsel”lik basamaklarında yukarı tırmanmış İktisat, bir yandan da doğa yasası gibi sunduğu “serbest piyasa modeli” nin getirdiği urkutucu sonucların celişkisini yaşıyor. Kabahatı hep başkalarında bulup, kotu sonucları kabullenmeyen, ustlenmeyen sucluların telaşıyla yoksullaşanların ne kadar hatalı olduğunu gosterme yolunda “yenilik”ler yaratıyor. Yeni dunya duzeninin yıkıcı etkilerini gundeme getiren iktisatcılarsa azınlıkta kalıyor, seslerini duyuramıyor, cok zaman da bir kenara itiliveriyor.
Fakat, ilginctir iktisattan doğan işletme dalının mensupları “iş yaşamı icin etik” (business ethics) konusunu ciddi bir sorun olarak pek cok yerde bolumun mufredat programına aldılar. Cunku tek merkezli dunyanın tek okullu “iktisat” ının serbest piyasası işlerken, ciddi etik sorunları iş yaşamında ortaya cıkıyordu, bunun uzerinde durma gereği doğmuştu.
İktisat ise tekil işletmeyi cok aşan alanlarda, toplum duzeyi kadar uluslararası duzlemde ciddi bir “etik” sorunu ile karşı karşıya. İş alemi kadar siyaset, iktisatcılar kadar medya ve en onemlisi iktisat eğitimi veren kurumlar bu sorunla birlikte şu celişkiyi de yaşamaktalar: Geniş kitleleri işsizliğe ve yoksulluğa mahkum eden, bizim gibi ulkeleri krizden krize suruklerken istikrarsızlığa durgunluğa ve borc batağına sokan bir iktisat modelini, etkinliğin, zenginliğin kaynağı bir duzenin bilimsel kuramı, almaşıksız bir sistem diye sunmak. Gunumuz toplumlarında yaşanan yozlaşmanın nedenini bu celişkiden daha iyi bir acıklayıcı olabilir mi?
Dunya İmparatorluğu kurmak adına guc doruklarından bastırılan bu yeni duzenle yaşanan olaylar, tam bir grek trajedisini anımsatıyor. Bu kez, ekonomik sıkıntıları yaşayanlar “kader”in getirdiği bunalıma tepki gosterse de sesi fazla cıkamıyor, cıksa da bir şey yapamıyor; care uretmesi gerekenler (ulus-devletin siyasetcisi, burokratı vb..) şaşkın ve gucsuz boyun eğiyor; koro, iktisatcısıyla, medyasıyla, iş adamıyla, siyasetcisiyle birlikte “serbest piyasa ekonomisi refah kaynağıdır, bunun almaşığı olamaz” diye ac mideleri, bunalımdaki işsizleri şarkısıyla doyurmaya calışıyor. “İktisat” da hicbir etik kaygı duymadan “Ben artık bilim oldum, ahlaki sorunlarla uğraşamam” diye “Odeon” da oturup baş sallıyor.
Dunyanını serbest piyasa adına kaderini cizen senaryo yazarları ve baş aktorleri, kendi sermayelerinin cıkarı icin, bırakın serbest piyasayı aksatmayı, dunyaya yeni şekil vermekten hic cekinmiyorlar; savaşlar yapıp yeni bolgelere yerleşiyorlar, yuzbinlerce insanı yerlerinden, yurtlarından edip olume yollamaktan cekinmiyorlar. (Bu satırların yazıldığı sırada) Turkiye ve dunya gundeminde Irak savaşı var. Hesapca Avrupa ulkeleri (İngiltere haric) ve Turkiye savaşa karşılar. ABD ise Dunya İmparatorluğu’nda hic başkaldırı istemediği, “mutlak egemenlik” istediği, kendi petrol şirketlerinin kÂrını, halkının petrol tuketiminin geleceğini garantileyeceği icin savaş yapacak; kendisine destek istiyor. Karşı duranlara el koyacağı petrolden pay teklif ediyor. Sonucun ne olacağı henuz belli değil. Afganistan’ı işgal edip, Orta Asya petrol/doğal gaz yollarını tutup doğal kaynaklarını ele gecirmek yetmemiş olmalı ki, şimdi sırada Irak var; arkasından herhalde İran gelecek Butun bunlar demokrasi ve serbest piyasa adına yapılacak, yapılırken de iktisatcılar yine serbest piyasa adına susacak.
Dunya tarihinin herhalde en traji-komik olayları, demokrasi ve serbest piyasa adına yaşadığımız şu gunlerde cereyan ediyor.
III- Adam Smith ve “Gorunmeyen El”
İngiltere’de Sanayi Devrimi patlarken yaşayan Adam Smith’in (1723-1790) serbest piyasanın (tam) rekabet şartları altında sağladığı yararları, “gorunmeyen el” ile kuramlaştırdığı, İktisat’ın boylece bilimleşme yolunda ilk adımı attığı kabul edilir. Smith’in gorunmeyen el ile savunduğu şuydu: “Bireyler kendi cıkarlarını izlerken, sanki gorunmeyen bir el ile guduluyormuş gibi, oyle işler yaparlar ki, aynı zamanda butun toplumun cıkarıyla uyumlu işleri yapmış olurlar.” Smith’in bu savı, iktisat kuramının temel rehberi oldu, Neo-klasik iktisadın matematiksel dil ile, statik tam rekabet şartları gibi gercek dunyada bulunmayan varsayımlar altında ispatladığı ve boylece serbest piyasayı haklı gosterebildiği bir sava donuşturuldu.
Smith, gercekte bir “ahlak filizofu” idi; “Milletlerin Zenginliği” (An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, 1776) başlıklı, İktisat Biliminin başlangıcı sayılan kitabını yazmazdan once, “Ahlaki Duygular Kuramı” (The Theory of Moral Sentiments, 1759) başlıklı bir diğer kitap yazmış, Glascow Universitesinde de Ahlak Felsefesi dersleri vermişti. Aydınlanma cağının yetiştirdiği bir kişi olarak Orta Cağ d eğerler sistemine de, merkantilizmin kıymetli madenleri (altın, gumuş) ulkenin zenginlik kaynağı sayan anlaşıyına da karşıydı. “Gorunmeyen el” i uretimi/verimliliği, insan emeğini, bu eski anlayışı yıkmak bağlamında calışmalarına icermişti. “Gorunmeyen el” deyişini de soz konusu iki kitabının her birinde sadece birer kere kullanmıştı. Bugunku dev sanayi ve hizmet şirketlerinin varlığının sozkonusu olmadığı, monopollerin devletin verdiği ticari imtiyazlarla doğduğu bir donemde yazıyordu; yazarken de, devletin monopolleri denetlemesi ve ekonomi ile toplumun alt yapısını uretmesi gerektiğini vurgulamaktan geri kalmamıştı. A. Smith, geleceğin sanayi girişimcisi icin gerekli ortamı hazırlayacak anlayışın temsilcisiydi. Bu anlamda bir ahlak felsefesicisiydi. Bu acıdan, İktisat biliminin kokeninde “etik” yatar demekte fazla hata olmasa gerekir.
Oyleyse, dev tekellerin dunya p azarına egemen olduğu, ulus-devleti ekonomi politikalarından dışarı itip, kendi cıkarı doğrultusundaki kararları Tanrı Buyruğu gibi tepeden bastıran bir ortamda, “Gorunmeyen El” kuramının erdemlerini konu etmenin ne yeri olabilir? Kaldı ki, A. Smith bu deyimi yerleştirirken “finans kapital” henuz anarahmine bile duşmemişti. Genelde doğması 19. yuzyılın ortasına sarkan finans kapital’in ortaya cıkmasına daha bir yuzyıla yakın sure vardı. Gunumuzde, ozellikle bizim gibi zayıf paralı ve finans gucu yetersiz ulkeleri, dev finans gucunu elde tutan uluslararası yatırım fonlarının etkilerine tabi tutarken, Gorunmeyen El’in erdemlerini konu etmenin ne yeri var?
İktisatta ciddi bir etik sorunu var. Bu sorunun kokeninde siyasetin payı buyuk olsa da, iktisatcıların payı da hic kucuk değil. Ama, dayandıkları “Gorunmeyen El”de, A. Smith’e bir hata pay verminin hic anlamı yoktur, o sadece geleceği ongoren bir “vizyon” adamıydı.
__________________
Sanat Tarihi / Arkeoloji İktisat ve Etik
Üniversite Ders Notları0 Mesaj
●62 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- Üniversiteler
- Üniversite Ders Notları
- Sanat Tarihi / Arkeoloji İktisat ve Etik