İşcilerin tulumları beyazdı; ellerinde soğuk, kadavra rengi kaucuk eldivenler vardı. Işık donuktu, oluydu: Bir hayalet sanki!.. Yalnız mikroskopların sarı borularından zengin ve canlı bir oz akıyor, bir baştan bir başa uzanan calışma masalarının uzerinde tatlı cizgiler yaratarak, parlatılmış tupler boyunca tereyağ gibi yayılıyordu. "Bu da" dedi Mudur kapıyı acarak, "dollenme odası işte..." Doğal olarak, ilkin dollenmenin cerrahlığa dayanan başlangıcından soz etti, derken "Toplum uğruna seve seve katlanılan bir ameliyattır bu" dedi, "altı maaşlık ikramiyesi de caba... Bir yumurta bir oğulcuk, bir ergin; bu normal... Oysa, Bokanovskilenmiş bir yumurta tomurcuk acar, urer bolunur. Eş ikizler yalnız insanların doğurduğu o eski zamanlardaki gibi yumurtanın bazen rastlantıyla bolunmesinden oluşan ikiz, ucuz parcaları değil, duzinelerle yirmişer, yirmişer." Mudur "yirmişer" diyerek sanki buyuk bir bağışta bulunuyormuş gibi kollarını iki yana actı; "yirmisi birden!.." Ama oğrencilerden biri bunun yararının ne olduğunu sormak gibi bir sersemlikte bulundu. "İlahi yavrucuğum!" Mudur olduğu yerde ona donuvermişti. "Gormuyor musun? Gormuyor musun, kuzum?" Bir elini kaldırdı; heybetli bir duruşa gecmişti. "Bokanovski sureci toplumsal dengenin en başta gelen araclarından biridir! Milyonlarca eş ikiz; toptan uretim ilkesinin sonunda biyolojiye uygulanmış olması..."

YUKARIDAKİ PARCA, Aldous Huxley’in 1930’larda yazdığı, gectiğimiz ay bilim gundemini birdenbire fetheden "koyun kopyalama" deneyine değinen haberlerde sıkca gonderme yapılan, Brave New World (Cesur Yeni Dunya) romanının girişinden kısaltılarak alınmış bir bolum. Huxley, olumsuz bir utopya (distopya) niteliği taşıyan romanında, Alfa, Beta, Gama, Delta ve Epsilon adlarıyla, kendi icinde genetik ozdeşlerden oluşan beş farklı sınıfa bolunmuş bir toplum tablosu ciziyor. Ozdeş vatandaşların uretildiği bu hayali "Bokanovski Sureci", cağdaş anlamıyla klonlama (veya genetik kopyalama) olmasa da, surecin yolactığı etik (ahlaki) ve toplumbilimsel kaygılar, sekiz ay once İskocya’da gercekleştirilen ve gectiğimiz ay kamuoyuna duyurulan gelişmelerin doğurduklarına denk duşuyor. Şimdi herkesin tartıştığı, son gelişmelerin insanlık icin daha insanca bir donemin mi yoksa, hızla gerceğe donuşen korkunc bir distopyanın mı kapısını araladığı.

Şubat ayının 22’sinden itibaren, İskocya’nın Edinburg kentinde, biyoteknoloji alanında tuhaf bir gelişme kaydedildiği, "Dunyanın sonu", "Frankenstein" gibi ifadeleri de iceren dedikodularla birlikte etrafta konu olmaya başladı. Bilim cevreleri de basın da şaşkındı, cunku, seckin yazarların ve bazı bilim adamlarının birkac gundur zaten haberdar oldukları ve konuyu "patlatmayı" bekledikleri bu gelişme, bir bicimde basına sızmış, dilden dile dolaşmaya başlamıştı bile. Normalde pek de ciddiye alınmayacak boyle bir "dedikodunun" bu denli yayılabilmesi, işin icine ceşitli dallarda makalelere yer veren saygın bilimsel dergi Nature’ın adının karışmasıyla olmuştu. Gercekten de Nature, dedikodu niteliğini fersah fersah aşan bir bilimsel gelişmeyle ilgili bir makaleyi 27 Şubat’ta yayınlayacağını bilim yazarlarına duyurmuş ve bu tarihe kadar "ambargolu" olan bir basın bulteni dağıtmıştı. Batı ulkelerinde yazarlar normal olarak bu ambargolara uyar, hazırladıkları yazıları, ambargonun bittiği tarihte, aynı anda yayına verirler. Ancak, aralarında unlu The Observer’ın da bulunduğu bazı dergi ve gazeteler ambargoyu coktan delmiş, konuyu kamuoyuna duyurmuştu bile. Haberin, kaynağı olan Nature ve ambargoya saygı gosteren coğu nitelikli dergi ve gazetede yer almaması da, dedikodu trafiğini artırmış, ortaya atılan spekulasyonlarla beklenenden fazla ilgi toplanabilmişti.

Hatta, Mart ayının başlarında, koyun klonlama haberinin yarattığı ilgi ortamını değerlendirmek isteyen bazı haberciler, aynı yontemle Oregon Primat Araştırmaları Merkezi’nde maymunların klonlandığını one surduler. Oysa, Oregon’da gercekleştirilen, embriyo hucrelerinin oldukca sıradan bir yontemle coğaltılmasıyla yapılmış bir deneydi. Klonlama, yetişkin bir canlıdan alınan herhangi bir somatik (bedene ait) hucrenin kullanılmasıyla canlının genetik ikizinin yaratılmasını acıklamakta. Kavramsal temelleri coktandır hazır olan bu işlemin uygulamada gercekleştirilemeyeceği duşunuluyordu.

Edinburg’daki Roslin Enstitusunden Dr. Wilmut ve ekibi bunu başarmış gibi gorunuyor. "Ben bu filmi daha once seyretmiştim!" diyenleri rahatlatmak icin hemen belirtelim ki, aynı ekip 1995 yılında embriyo hucrelerini kullanarak yine ikiz koyunlar uretmiş ve bunu duyuran makaleyi yine Nature dergisinde yayımlatmıştı. Bu deney de basına yansımış, ancak, son gelişmeler kadar yankı uyandırmamıştı. Ne de olsa bu yontem, dollenmiş yumurtanın kazayla bolunup tek yumurta ikizlerine yol actığı bildik sureclerden farksızdı. Sıklıkla unutulduğu icin tekrarlamakta yarar var ki, Wilmut’un son başarısının onemi, işe somatik bir hucrenin cekirdeğiyle başlamasında yatıyor. Bu başarının ortaklarını anarken PPL Tıbbi Araştırmalar şirketini de atlamamak gerek. Borsalarda tırmanışa gecen hisseleriyle gelişmenin meyvelerini şimdiden yemeye başlayan PPL, projenin hem amaclarını belirleyerek hem de maddi olanakları yaratarak kuzu Dolly’nin varlığının temel sebebi olmuş.

Dr. Wilmut’un gercekleştirdiği başarı şoyle ozetlenebilir: Yetişkin bir koyundan alınan somatik bir hucrenin cekirdeğini dahice bir yontemle, başka bir koyuna ait, cekirdeği alınmış bir yumurtaya yerleştirmek ve bilinen "tup bebek" yontemiyle yeni bir koyuna yaşam vermek. Adını, unlu şarkıcı Dolly Parton’dan alan kuzu Dolly, isim annesinin değilse de, DNA annesinin genetik ikizi. Dolly, sevimli gorunuşuyle kamuoyunun sempatisini kazanmış ve tum bu surec ilginc bir bilimsel oyun olarak sunulmuşsa da gercekte deney oldukca iyi belirlenmiş bilimsel ve maddi hedefleri olan, soğukkanlı bir surec. Zaten Dolly’nin araştırmacılar arasındaki adı da en az varlığı kadar "soğukkanlıca" secilmiş: 6LL3... PPL’in idari sorumlusu Dr. Ron James, şirket sırlarını kaybetme kaygısıyla maddi hedeflerini pek acığa vurmamakla birlikte, hemofili hastaları icin koyunlara insan kanı pıhtılaşma faktoru urettirmeyi de iceren pek cok onemli ticari hedefin ipuclarını veriyor.

PPL ve Roslin Enstitusu’nun calışmaları, gecmişi cok eskilere dayanan ve onemli gelişmelerin kaydedildiği bir alan olan transjenik (gen aktarılmasıyla ilgili) araştırmaların bir ust aşamaya, nukleer transfer (cekirdek aktarılması) evresine doğru ilerletilmesinden başka birşey değil. Yıllardır başarıyla surdurulen transjenik calışmalarda tek boynuzlu keci, uc bacaklı tavuk gibi gorunuşte carpıcı, yararı kısıtlı calışmaların yanı sıra, insan proteinlerinin hayvanlara urettirilmesi gibi, modern tıp icin cığır acıcı sayılabilecek başarılar kaydedildi. Son gelişmelere imzasını atan ekip, daha once insan bunyesince uretilen molekulleri gen transferi yontemiyle bir koyuna urettirmeyi başarmıştı. Soz konusu deneyde gerek duyulan molekullerin koyunun tum hucrelerinde değil, sadece sut bezlerinde senaaalenmesinin sağlanması, koyunun "ilac fabrikası" olarak değerlendirilmesini beraberinde getiriyordu. Dolly başarısının en onemli potansiyel yararı da bununla ilgili zaten. Gen transferi yontemiyle, istediğiniz maddeyi senaaaleyebilen bir canlıya sahip olduğunuzda, madde verimini artırmak uzere aynı sureci zaman ve para harcayarak yinelemeye cabalamak yerine elinizdeki canlının genetik ikizlerini yaratabilirseniz, ticari değer arz edebilecek miktarda ilac hammaddesi uretimine gecebilirsiniz. Elinizde birkac on tane genetik ozdeş canlı biriktikten sonra, bu kucuk suruyu doğal yollardan uremeye bırakacak olursanız, hem "yatırımınız" kendi kendine buyuyecek, hem de genetik ceşitlilik yeniden oluşmaya başlayacağından, tek bir virus tipinin tum "fabrikayı" yok etmesinin onunu alacaksınız demektir.

Biraz Ayrıntı

İskoc ekibin gercekleştirdiği klonlama deneyinin, dunyanın pek cok bolgesine dağılmış sayısız standart biyoteknoloji laboratuvarında "kolayca" gercekleştirilebileceği soyleniyor. Yine de uygulanan yontem, gunluk gazetelerdeki basit şemalarda anlatıldığı kadar kolay ve hemen tekrarlanabilir turden değil. İskoc ekibin başarısı ve onceki sayısız benzeri calışmanın başarısızlığı, Wilmut’un, verici koyundan alınan hucre cekirdeğiyle, kullanılan embriyonik hucrenin "frekanslarını" cok hassas bicimde cakıştırabilmesine dayanıyor. Bu yontemle araştırmacılar, yetişkin cekirdeğin genetik saatini sıfırlamayı, tum gelişim surecini başa almayı becerebilmişler. Yontemin ayrıntılarına girmeden once bazı temel kavramlara acıklık getirmekte yarar var.

Coğu memeli canlı gibi insan bedeni de milyarlarca hucreden oluşuyor. Bu hucrelerin milyonlarcası her saniye bolunmeyi surdurerek beden gelişimini devam ettiriyor ve yıpranmış hucreleri yeniliyor. Bu hucrelerin onemli kısmı bedenimizin belli başlı bolumlerini oluşturan "somatik hucreler." Tek istisna, ureme hucreleri. Eşeyli ureme, gametlerin (sperm ve yumurta) ortaya cıktığı "mayoz bolunme"yle başlıyor. Cinsel birleşme sonucunda, spermin yumurtayı dollemesiyle de yeni bir canlının ilk hucresi "zigot" oluşuyor. Bu noktadan sonra gelişmeye donuk hucre bolunmeleri, "mayoz" değil, "mitoz" yoluyla ilerliyor.

Koyun ve insan hucrelerinin de dahil olduğu okaryotik yani, cekirdeği olan hucreler, farklı gelişim evreleri iceren bir yaşam dongusu geciriyorlar.
Bu donguyu, hucrenin gorece durağan olduğu "interfaz" ve belirgin bicimde bolunmenin gercekleştiği mitoz evrelerine ayırmak mumkun. Hucre, yaşam dongusunun yuzde doksan kadarını interfaz evresinde geciriyor. Aslında, bu duraklama evresi gorunduğu kadar sakin değil; hucre, tum bileşenlerini DNA’yı sona bırakacak bicimde coğaltarak, bolunmeye hazırlanıyor. Alt evreleri son derece ic ice girmiş olan interfaz evresini işlevsellik acısından G1, S ve G2 alt evrelerine ayırmak yerleşmiş bir gelenek. Yani, hucrenin yaşam dongusu bu uc evre ve M (mitoz)’dan oluşuyor. G1 evresi, DNA dışındaki bileşenlerin coğaldığı bir dinlenme donemi. S, DNA’nın bolunmesiyle sonuclanan bir geciş evresi. G2 ise, ic gelişmenin tamamlanıp, hucrenin mitoz yoluyla bolunmeye hazırlandığı sureci iceriyor.

Hucrelerin hangi evreyi ne kadar surede tamamlayacakları bir bicimde programlanmış durumda. Belli bir organizmanın tum hucreleri bu evreleri aynı surede tamamlıyorlar. Yine de, ani cevresel koşul değişiklikleri hucreleri G1 evresinde kıstırabiliyor; sozgelimi, besleyici maddelerin miktarı birdenbire minimum duzeye duştuğunde. G1 evresinin belli bir aşamasında, oncesinde bu duraklamaya izin verilen sabit bir kritik noktası var. Bu kritik nokta aşılırsa, cevresel koşullar ne yonde olursa olsun, DNA replikasyonunun onu alınamıyor. İleride goreceğimiz gibi, bu noktanın denetim altında tutulabilmesi, Wilmut ve ekibinin başarılı bir klonlama gercekleştirebilmelerinin altın anahtarı olmuştur.

Bu noktada bir paranaaa acarak G1, S, G2 ve M evrelerinin denetim altına alınmasının, hucrenin yaşam dongusunu olduğu kadar, hucrenin ozelleşmesini, sozgelimi beyinden veya kas hucrelerinden hangisine donuşeceğini de kontrol altına alabilmeyi, bir başka deyişle, hucrenin genetik saatini sıfırlamayı sağladığını ekleyelim. Wilmut ve ekibi Dolly’i klonlayıncaya kadar bu surecin tersinmez olduğu, soz gelimi, bir defa kas hucresi olmaya karar vermiş bir hucrenin yeniden programlanamayacağı zannediliyordu. Peki Wilmut bunu nasıl başardı?

Soruyu tersinden cevaplayacak olursak, diğerlerinin bunu başaramamalarının nedeninin, kullandıkları somatik hucrelerin cekirdeklerini S veya G2 evrelerindeki konakcı hucrelere yerleştirmeleri olduğunu soyleyebiliriz. Eski kuramsal bilgilere gore bu yontemin işe yaraması gerekiyordu, cunku cekirdeğin mitoza yaklaşmış olması avantaj olarak goruluyordu. Ancak bu denemelerde, işler bir turlu yolunda gitmedi. Kaynaştırmadan sonra, hucre fazladan bir parca daha mitoz geciriyor ve yararsız, kopuk kromozom parcaları meydana geliyordu. Bu "korsan" genler, gelişimin normal seyrini surdurmesi icin ciddi bir engel oluşturuyordu. Dersini cok iyi calışmış olan Wilmut, bu olumsuz deneyleri değerlendirerek hucreyi G1 evresinin kritik noktadan onceki duraksama doneminde, "G0 evresinde" kıstırmaya karar verdi.

Verici koyundan alınan meme dokusu hucrelerini kultur ortamında gelişmeye bırakan Wilmut, hucrelerin gecirdiği evreleri sıkı gozetim altında tutarak bir hucreyi G0 evresinde kıstırıp bu haliyle durağanlığa bırakmayı başarmıştı. Bunun icin, hucrenin besin ortamını neredeyse oldurme sınırına kadar geriletmiş, tum sureci dondurarak bir anlamda genetik saati de sıfırlayabilmişti. Ustelik bu evre, kaynaştırılacağı yumurta hucresinin mayoz gelişim sırasında girdiği, bu işlem icin en uygun olan faz-II evresiyle de mukemmel bir uyum icindeydi. İşlemin diğer kısımları yemek tariflerinde olduğu kadar sıradan ve kolay uygulanabilir nitelikte. G0 evresindeki cekirdek faz-II evresindeki yumurtayla kaynaştırılıp, normal besin koşulları ve hafif bir elektrik şoku etkisiyle olağan coğalma surecine yeniden sokulduğunda, her şey tup bebek olarak bilinen, in vitro fertilizasyon surecindeki işleyişe uygun hale geliyor. Zigot, anne koyunun rahmine yerleştiriliyor ve gerekli hormonlarla normal hamilelik sureci başlatılıyor.

Wilmut ve ekibinin gercekleştirdikleri hakkında bilinenler, yukarıda kaba hatlarıyla anlatılanlarla sınırlı. Surecin duyurulmayan kritik bir evresi varsa, bu ticari bir sır olarak kalacağa benziyor. Ancak, herkesin olup bitenler hakkında aynı bilgilere sahip olması, deneyin başarısı konusunda kimsenin şuphe duymamasını gerektirmiyor. 277 denemeden sadece birinin başarılı olması başta olmak uzere, coğu uzmanın takıldığı pek cok soru işareti var. Herşeyin otesinde, herhangi bir olgunun bilimsel gelişme olarak kabul edilmesi icin, surecin yinelenebilirliğinin gosterilmesi gerekiyor.

Bir embriyolog, Jonathan Slack, cok daha temel şupheleri one suruyor: "Araştırmacılar, yumurta hucresindeki DNA’ları tumuyle temizleyememiş olabilirler. Dolayısıyla Dolly, sıradan bir koyun olabilir." Slack, alınan meme hucresinin henuz tamamen ozelleşmemiş olabileceğini, boyle vakalara meme hucrelerinde, bedenin diğer kısımlarına gore daha sık rastlanılabildiğini de ekliyor. Zaten Wilmut da, bedenin diğer kısımlarından alınan hucrelerin aynı sonucu verebileceğinden bizzat şupheli. Orneğin, buyuk olasılıkla kas veya beyin hucrelerinin asla bu amacla kullanılamayacaklarını belirtiyor. Ustune ustluk, koyun bu deneylerde kullanılabilecek canlılar arasında biraz "ayrıcalıklı" bir ornek. Koyun embriyolarında hucresel ozelleşme sureci zigot ancak 8-16 hucreye bolundukten sonra başlıyor. Geleneksel laboratuvar canlısı farelerde ise aynı surec ilk bolunmeden itibaren gozlenebiliyor. İnsanlarda ise ikinci bolunmeden itibaren... Bu durum, aynı deneyin fare ve insanlarda asla başarılı olamaması olasılığını beraberinde getiriyor.

Dile getirilen acık noktalardan biri de, hucrelerde DNA barındıran tek organelin cekirdek olmayışı. Kendi DNA’sına sahip organellerden mitokondrinin ozellikle onem taşıdığı savlanıyor. Memeli hayvanlarda mitokondriyal DNA, embriyo gelişimi sırasında sadece anneden alınıyor. Her yumurta hucresi, farklı tipte DNA’lara sahip yuzlerce mitokondriyle donatılmış. Bu mitokondriler zigotun bolunmesinin ileri evrelerinde, embriyo hucrelerine dengeli bir bicimde dağılıyor; ancak, canlının daha ileri gelişim evrelerinde, bu denge belli tipteki DNA’lara doğru kayabiliyor. Parkinson, Alzheimer gibi hastalıkların temelinde bu mitokondriyal DNA kayması surecinin etkileri var. Bu yuzden kimileri, sağlıklı bir kuzu olarak doğan Dolly’nin, zigot gelişimine mudahele edilmiş olması yuzunden sağlıksız bir koyun olarak yaşlanabileceğini one suruyorlar. Şimdilik Dolly’nin tek sağlıksız yonu, basına teşhir edilirken sabit tutulması amacıyla fazla beslenmesi yuzunden ortaya cıkan tombulluğu.

Klonlamalı mı?

Klonlamanın ozellikle de insan klonlama konusunun etik boyutu kamuoyunca, gunluk yaşamda kulturun, temel bilimsel birikimin, tarih, siyaset ve toplumbilimin en yaygın ve temel kavramlarıyla tartışılabilir nitelik kazanmıştır. Nukleer enerji kullanımı, hormon destekli tarım, ozon tabakasına zarar veren gazların uretimi gibi, farklı toplum kesimlerince kolayca anlaşılabilir ve tartışılabilir kabul edilen klonlama, şimdiden kamuoyunun gundeminde yerini aldı. Kamuoyunun, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin uygulanıp uygulanmaması konusunda birtakım ahlaki gerekcelerle ne şekilde ve ne olcude yaptırım uygulayabileceği tartışmalı olsa da, şu anda kamuoyunun isteksizliği klonlama calışmalarının daha ileri aşamalara taşınmasına en guclu engel olarak gosteriliyor. Oysa, "tup bebek" diye bilinen in vitro fertilizasyonun, başlangıctaki şiddetli tepkilerden sonra kolayca kabullenilmesi, işin icine "cocuk sahibi olma isteği ve hakkı" karıştığı durumlarda (aynı arguman klonlama konusunda da sıkca kullanılıyor) toplumun ne kadar kolay ikna olabileceğinin bir gostergesi.

Bilimkurgu romanları ve filmlerinde kaba hatlarıyla cokca tartışılmış olan klonlama konusunda halihazırda belli belirsiz bir kamuoyu "oluşturulmuş"durumda. Şu anda surmekte olan tartışmaların bilinen yanlışlara yeniden duşmemesi icin birkac temel olguya acıklık getirmek gerekiyor. Olası yanılgıların en sık rastlananı, klonlanmış bir canlının, (tartışmalara sıkca insan da dahil ediliyor) genin alındığı canlının fizyolojik ozellikleri bir yana, kişilik ozellikleri bakımından ozdeşi olacağı kanısı.

Kazanılmış ozelliklerin kalıtsal yolla taşınabileceği yanılgısı, Philosophie Zooloique (Zoolojinin Felsefesi) adlı unlu yapıtı 1809 yılında yayınlanmış olan, Fransız zoolog Jean Baptiste Lamarck’a dayanıyor. Lamarck’ın goruşlerinin takipcileri, insanların gozlemlenebilir kişilik ozelliklerinin onemli olcude kalıtsal nitelik taşıdığını savlayarak, cevresel koşulların gelişim uzerindeki etkilerini neredeyse tamamen yadsıyorlardı. Oysa, genetik, evrim, psikoloji gibi alanların ortaya koyduğu cağdaş olcutler, kazanılmış karakterlerin kalıtsal nitelik gosteremeyeceğini ortaya koyarak, kişilik oluşumunda cevresel etmenlerin guclu bir paya sahip olduğunu kanıtlamıştır.

Bu bağlamda, basında da yankı bulan "koyunlar zaten birbirlerine benzerler" esprisinin aslında ciddi bilimsel doğrulara işaret ettiğinin altını cizmek gerekiyor. Klonlanmış bir koyunun, genetik annesinin genetik ikizi olduğu olculerek gosterilebilir bir gercektir. Oysa, gozlemlenebilir kişilik ozellikleri oldukca kısıtlı olan koyunların birbirlerine benzemeleri kacınılmazdır. Cok daha karmaşık bir organizma olan insanoğlu, sayısız gozlemlenebilir kişilik ozelliği sayesinde, genetik ikizinden kolayca ayırt edilebilir.

Tum bunların otesinde, klonlanmış bir insanın sadece kişilik bakımından değil, fizyolojik ve bedensel ozellikleri bakımından da, genetik ikizinden farklı olacağını peşinen kabullenmek gerekiyor. Bir bebeğin bicimsel ozelliklerinin ana rahminde gecirdiği gelişim sureci icerisinde tumuyle DNA’sı tarafından belirlendiği goruşu yaygın bir yanılgı. DNA molekulu, insan geometrisine dair tum bilgileri en sadeleşmiş bicimiyle bile butunuyle kapsayamayacak kadar kucuk. Coğu bicimsel ozellik, akışkan dinamiği, organik kimya gibi alanlardaki temel evrensel yasaların kontrolunde meydana geliyor. Bu surecte de, her zaman icin rastlantı ve farklılaşmalara yeterince yer var. Bir genetik ikiz, kuramsal acıdan, eşine en fazla eş yumurta ikizlerinin birbirlerine benzedikleri kadar benzeyebilir. Uygulamada ise, benzerlik derecesi cok daha duşuk olacaktır; aynı rahimde aynı anda gelişmediği, aynı fiziksel ve kulturel ortamda doğup buyuyemediği icin... İşin bu boyutunu da goz onunde bulunduran Aldoux Huxley, romanında, Bokanovski Sureci’yle coğaltılmış bebekleri, yetiştirme ciftliklerinde psikolojik koşullandırmaya tutma gereği duymuştu. Benzer bicimde, 1976’da yazdığı The Boys from Brazil romanında Adolf Hitler’den klonlanan genc Hitler’lerin oykusunu kurgulayan Ira Levin, klonları, Adolf Hitler’in kişiliğinin geliştiği tum olaylar zincirinin benzerine tabi tutma gereğini hissetmişti. Tum bu "hal carelerine" rağmen, kopya insanın genetik annesinden coğu yonden farklı olması kacınılmaz gorunuyor. Diğer tum koşullar denk olsa bile, kopya birey, aynı zamanda ikizi olan bir anneye sahip olmasından psikolojik bakımdan etkilenecektir. Sağduyumuz bize Hitler’i genlerinin değil, Weimar Cumhuriyeti sonrası sosyo-ekonomik koşulların ve genc Adolf’un kıstırıldığı maddi ve manevi bunalımların yarattığını oğretiyor.

Tum bunların ışığında, klonlama konusundaki populer tartışmaları, tıkanıp kaldıkları, "beklenmedik bir ikize sahip olma" fobisinden kurtarılıp, daha gercekci zeminlere cekilmesi gerekiyor. Gen havuzunun (belli bir topluluktaki genetik ceşitlilik) daralması, hayvancılığın geleneksel yapısından koparılıp biyoteknoloji şirketlerinin gudumune girmesi, yol acılabilecek genetik bozuklukların kontrolden cıkması, bu alanda calışan bazı şirketlerin (soz gelimi PPL’in) tum tekel karşıtı yasal onlemleri delerek ciddi ekonomik dengesizliklere yol acması gibi akla gelebilecek sayısız somut etik sorununun tartışılması gerekiyor. Yoksa, akademik organlardan dini cemaatlere kadar sayısız grup gelişmeleri "kitaba uydurma" cabasıyla, kısır tartışmalara girebilir. Orneğin, Budist bir araştırmacı, Dolly’nin eski yaşamında ne gibi bir kabahat işleyip de bu yaşama klonlanmış olarak gelmeyi hak ettiği uzerine kafa yoruyormuş.

Aslında biyoteknolojik tekelcilik tehdidine, Cesur Yeni Dunya’da Aldous Huxley de işaret etmişti: "İc ve Dış Salgı Trostu alanından hormon ve sutleriyle Fernham Royal’daki buyuk fabrikaya hammadde sağlayan şu binlerce davarın boğurtusu duyuluyordu..."

İnsanoğlunun temel kaygıları, şimdilik bazı temel koşullarda klonlamayla celişiyor gibi goruluyor: Bir ciftci duşunun ki, kendisi icin tum evreni ifade eden kasabasında herkese hayranlıktan parmaklarını ısırtan bir danaya sahip olsun. Bu danayı klonlayıp tum surusunu ozdeş yapmayı ister miydi? Buyuk olasılıkla biraz duşundukten sonra bundan vazgecerdi. Danasının biricik oluşu ve genetik ceşitliliği sayesinde bu danaya yaşam veren surusunun daha da guzel bir dana doğurması olasılığı cok daha değerli. Omru boyunca aynı dananın ikizlerine sahip olmayı kabullenmiş bir ciftcinin komşusu her an elinde daha guzel bir danayı ipinden tutarak getirebilir.