
Avustralya ’daki yangınla birlikte bir kez daha gorduk ki, canımızın yandığını hissetmeyecek kadar şuursuzlaştık aslında. Bu kadar sert bir girizgahtan da anlaşılabileceği gibi kuresel etkileri olabilecek bolgesel gorunumlu bu buyuk yangının sebeplerini hepimiz biliyoruz icten ice. Kuresel ısınma… Ote yandan ulkemiz ozelinde duşunduğumuzde kuruyan goller, artan kuraklık, ani sel baskınlarını unutmayalım. Bunların hicbiri canımızı yaktığı halde vahameti anlayamadık. Sinsi ama bir o kadar da ilginc bir şekilde bağıra bağıra meydana gelmesine rağmen… Paradoks mu? Asla. Ustelik bu sayılan sonucların daha feci başka sonucları getireceğini biliyoruz. Ancak buna mudahale etme konusunda gayet isteksiz ve samimiyetsiz olma konusundaki ısrarımız da suruyor. Gerek kişisel yaşamımızda dikkate almadığımız onlemler gerekse de uluslararası ticari yapılanmalar ve hukumetlerin kısa vadeli ekonomik cıkarların peşinde koşması felaketin boyutunu geri donulmez noktaya doğru surukluyor. Gezegen nefes alamıyor ve bizler kuresel bir intihar girişiminin icinde debelenmeyi surduruyoruz.
Peki ama neden? Kendi sonumuzu getirme noktasındaki bu isteğimiz ve istikrarımız neye dayanıyor?
Bana dokunmayan yılan bin yaşasın Gundelik yaşantımızda sıklıkla dilimize pelesenk, gereksizmişcesine kulağımıza kupe olan atasozleri, bu atasozlerinin var olmalarının sebebini yaratan deneyimlerden nasibimizi almadığımızı gosteriyor. Cunku Turkiye ’de yaşıyorsak sular altında kalacak olan Amsterdam bizi korkutmuyor. Buzulların erimesi neticesinde deniz seviyesinin dunyadaki ortalamasında 65 metrelik bir yukseliğe ulaşması tedirginlik yaratmıyor. Tabii Avustralya ’da yaşanan ve milyonlarca canlının yok olmasına neden yaratan o malum yangın da bizi ilgilendirmiyor. Haritayı daraltıp ulkemiz ozelinde bakalım; Marmara ’da yaşıyorsak Ege ’deki erozyonlar haberlerde gecen birkac kelimelik icerik olmaktan oteye gecmiyor. Kadıkoy ’de oturuyorsak Silivri ’yi vuran sel baskınından bize ne? Cunku ortaya cıkan maddi zararı doğrudan odemiyoruz ve nerede olursa olsun hayatını kaybedenler ailemizden olmuyor. Eğer ailemizden birini kaybettiysek ve hala tabloyu karamsar cizgilerle karalıyorsak o da ayrıca değerlendirilmesi gereken bir duyarsızlık evresini tanımlıyor…
Bilincsizliğin tipik orneği olan kayıtsızlık, sadece toplumumuza ozgu değil elbette. Kuresel bir duyarsızlık icindeyiz. Konunun uzmanları, bu teşhis ekseninde kucucuk bir iyimserlik icinde hala yapılabileceklerin olduğu umudunu aşılamaya calışarak receteyi sunuyorlar. “Once kendi kapımızın onunu temizlemeliyiz” atasozunu icselleştirmek onemli…
Yarını duşunmeksizin bugunku konforu onemsemek Alana dair calışmalarıyla tanınan Buket Tilki ’ye gore kuresel ısınma olgusuna karşı onlem almaya karşı gosterdiğimiz direncin temelinde kısa vadedeki konfor alanını terk etme isteksizliğimiz yatıyor. Bir başka ifadeyle, gunu kurtarma kaygıları icinde kısa zaman icindeki yararın yarına etkisini duşunmekten kacınıyoruz. Tilki, bu kayıtsızlığı iktisat alanından aşina olduğumuz temporal discount eğilimi ile acıklıyor. Bu eğilim, kısa zaman icinde elde edilen yararın daha fazla onemsenmesi olarak acımlanıyor. “Hele gunu kurtaralım da yarına Allah kerim” misali.
Şirazeyi kaydırma konusunda buyuk tutarlılık gosteren canlılar olarak biz insanlar carpe diem meselesinde de aşırıya kacıyoruz. Dolayısıyla Suleyman Demirel ’i de anıp “binaenaleyh” diyerek “dun dundur, bugun bugun…” sozunu hatırlıyoruz. Halbuki yarını inşa etmediğimiz her gun geleceğimizi yok ediyoruz.
Kuresel ısınma ve psikolojik uzaklık Yine Tilki ’ye kulak verelim mi? Kendisi kuresel ısınma olgusunun bireysel duzeyde anlaşılamaması ve benimsenmemesi neticesinde onlem almaya mesafeli durulmasıyla ilgili “psikolojik uzaklık” kavramını da gerekce gosteriyor. Cunku ekolojik dengenin yok olmasına zemin yaratan afetler uzaklarda yaşanıyor. Buzullar kilometrelerce uzakta eriyor. Doğrudan deneyimlenmeyen tum olaylar tepki vermemizi, onlem almamızı perdeliyor.
Kuresel ısınma olgusunun bir diğer sebebi cok uluslu şirketler Cunku devasa cıkarlar soz konusu. Karbon ayak izini azaltmak, sera gazının salınımını kısmak… Bunlar hep parayla efenim, havayla değil. Hava zehir olup yağsa bile…
Maliyeti yuksek gorulen tum onlemlerin rafa kalkması hatta mumkunse gundemden uzak tutulması bazı cok uluslu şirketlerin ekonomik kazanımları ile doğru orantılı. O halde? Fabrika bacalarına filtre takmak soz konusu olduğunda gundem değiştirilmeli. Bunun icin de siyasetcilere lobi faaliyetleri kapsamında tatlı teklifler yapılmalı, toplumlar medya aracılığıyla istenildiği bicimde yonlendirilmeli, hatta mumkunse magazinsel olaylarla ya da televizyon dizileriyle “cukur”da boğulmalı… Şayet bu kadar ileri gidilemiyorsa futbolla uyutulmalıdır.
Kuresel ısınma ile mucadele etmekten cekinen hukumetler Kuresel ısınma, kıyamete 2.5 dakika kala kırmızı alarm verilmesi gerektiğinin mesajlarını oluşturuyor. Ancak kuresel duzeydeki eleştirilerden biri de siyasal erkin iş dunyası ile etik sınırlar dışında kurduğu organik bağ. Bu bağ, ahlak kavramının icerik yonunden değişikliğe uğradığının da kanıtı oluyor. Bircok ulkenin hukumetleri ya da siyasal sistemin yurutuculeri, gostermelik bazı etkinlikleri ve Kyoto Sozleşmesi gibi uygulanması yonunde guclu soru işaretleri yaratan duzenlemeleri kuresel kamuoyunun yumuşaması icin kullanabiliyor. Cunku sistem yurutuculeri icin iş dunyasının kısa vadedeki astronomik sayısal kazanımlarını korumak doğanın ozgurluğunden ve ulusların geleceğinden cok daha onemli.
Doğayı katleden girişimler siyasal cıkarlara uygun goruluyor. Hakim olan bu zihniyet değişirse doğaya fayda sağlayacak kanalların yaratılması imkansız değil.
Kuresel ısınma onlem alınamayacak noktada mı? Henuz o son viraja girilmedi. Ancak bilim dunyasının da vurguladığı gibi bu şekilde devam ederse Kassandra kehanetleri misali trajikomik replikler kurduğumuz bugunleri arayacağımız gunler cok uzakta değil. Onlem, once bireysel kategoride gercekleştirilmeli. Bunun icin sıradan vatandaşın uygulayabileceği yontemlerin başında; kullanılmayan elektrikli aletlerin fişinin prizlerden cekilmesi, mumkun olan en az plastik kullanımı, geri donuşumun ciddiyetinin anlaşılması, ağac dikilmesi, yukarıda sayılan “psikolojik uzaklık” kavramının yerine mevcut durumun icselleştirilmesi, yiyecek atıklarının kontrol altına alınması ve toplu ulaşım araclarının daha fazla kullanılması ile bisiklet kullanımının yaygınlaşması geliyor. Tum bunlar bireysel duzeyde hepimizin kolaylıkla uygulayabileceği yontemler değil mi? Kucucuk birer adım niteliğinde gozuken bu onlemler, ustumuze duşeni yapmamızı sağlayacağı gibi şahit olduğumuz bircok doğa karşıtı girişimin cevre dostu kitlesel eylem ve farkındalık calışmalarıyla bir sureliğine de olsa rafa kaldırılmasını sağlayacaktır. Bakınız; termik santrallerin bacalarına filtre takılması konusu…
Doğayı yaratmadığımız gibi onu yok etme luksune de sahip değiliz. Ama o bizi yok edebileceğinin sinyallerini defalarca verdi. Son şansımızı iyi kullanmak da umudumuzu yeşertecektir. Uzmanlar boyle soyluyor. Haberiniz olsun…
Kıssadan hisse Haldun Taner‘in “Kucuk Harfli Mutluluklar” kitabında yer alır “Bir Kavak ve İnsanlar” hikayesi. Hikayeye gore sahilde kulubesinin yanında kavak ağacı olan bir ihtiyarın vasiyeti o kavağın dibine gomulmektir. Vasiyet, koylulerce yerine getirilir ve o ihtiyar emeline ulaşır; kavağın dibine gomulur. Aradan bir zaman gectikten sonra kavak yeşillenir. Fakat garip bir yeşillenmedir bu. Taner, “sanki bir nevi huviyet belirmekte idi.” der. Ağaca bakan umutlanı, gulumseyişler artar…
Gun gelir, birkac adam ağacın olduğu arazide olcumleme yapmaya başlar. Kurulacak fabrikanın ayak sesleridir bu olcumler. Ağac, duruma icerler. İcerler ama ne fayda? Ağac, fabrika sahibinin kendisini parcalamaya and icen testerenin sesine eşlik eden sozlerini duyar; “Ne gunahı? Bize ağac değil, yer lazım! Hem bu ağactan iyi telefon direği olur…”
Dalları kesilen ağac, artık bir telefon direğidir. Kuşlar fabrika inşaatından uzaklaşır, deniz dalgalanmaya kuser, cicekler de acmamaya yemin ederler adeta.
Zaman akar, mevsimler yer değiştirir. Yeniden bahar geldiğinde beklenmedik bir gelişme yaşanır; o telefon direği yeniden yeşillenmiş, meydan okurcasına ciceklenmiştir. Fabrika sahibi bunu gorunce kininde boğulurcasına haykırır: “Bana inat yapıyor… Kesin!” Ağac, ufak parcalara ayrılır buyuk bir gayretle. Fabrika sahibi bununla yetinmez ve yaktırdığı ağac parcalarının kullerini denize savurur. Taner; “Gerci ihtiyar kavak şimdi de dalgalara karışıp sahile vurabilir, buhar olup yağmur tanesi şeklinde yine sevdiği kırlara yağabilirdi. Fakat fabrikatorun aklı o kadar incesine pek ermiyordu…” diye devam eder hikayesine.
Haldun Taner, insanla doğanın ayrılmaz butunluğunu vurguladığı bu guzel hikayede yine insanın bindiği dalı kesmesini yıllar oncesinden anlatmış. Anlamaya karşı yuksek bariyer ceken bizler icin.
Hayrettin Karaca, Metin Lokumcu, Cihan Eren ve daha nicelerine sonsuz saygılarımla…
Kaynak: 1 2 3 4 5 6