2013’ten onceki iki sene boyunca film piyasası iki farklı tarz gordu. 2011 yılı The Artist, Hugo, Midnight in Paris, War Horse gibi donemin siyasetinden ve gundeminden insanı uzaklaştıran, buyulu filmlerle gecti. 2012 ise Argo, Zero Dark Thirty gibi filmlerle politik mesajlar veren, Django Unchained, Lincoln gibi filmlerle de gecmiş siyasetine farklı bir bakış sunan filmlerle […]
2013’ten onceki iki sene boyunca film piyasası iki farklı tarz gordu. 2011 yılı The Artist, Hugo, Midnight in Paris, War Horse gibi donemin siyasetinden ve gundeminden insanı uzaklaştıran, buyulu filmlerle gecti. 2012 ise Argo, Zero Dark Thirty gibi filmlerle politik mesajlar veren, Django Unchained, Lincoln gibi filmlerle de gecmiş siyasetine farklı bir bakış sunan filmlerle doluydu.
Bu sene ise ikisinin karışımı gibi gorunen ama kesinlikle cok daha kaliteli bir seckiyle yılı kapatacak gibiyiz. Bir yandan 12 Years A Slave ile kolelik donemine gidiyoruz, diğer yandan Inside Llewyn Davis gibi sağlam yapımlarla muzik tarihinde kayboluyoruz. Eleştirmen birlikleri filmleri sıraya koyadursun, bizde kimseye verecek heykelcik olmadığından 2013’un En’lerine kendi Oscar’larımızı dağıtma kararı aldık. And the Oscar goes toooo…
En Oscar’ları poşete koyup goturecek olanı: American Hustle
Bu sene 12 Years A Slave ile beraber odul yarışında başa baş giden American Hustle sektor tarafından daha cok sevilmesi sebebiyle bizce bu yılki Oscar toreninde en az 5 altın adam kucaklar. Christian Bale, Bradley Cooper, son yılların en gozde aktrisi Jennifer Lawrence gibi bir ekibiyle de işi de cok zor değil hani. Şuphesiz bu yılın en cok beklenen filmlerinden, biz ise yetim cocuklar gibi Şubat 2014’te izleme fırsatı bulacağız.
En DVD’si alınıp tekrar tekrar izlenesi: 12 Years A Slave
Solomon Northup’ıın 1853 tarihli otobiyografisinden uyarlama film 19. yuzyıl New York’unda ozgur bir adam olarak dunyaya gelen Northup’ın kacırılmasını ve salıverilişinden once 12 yıl boyunca Louisina tarlalarında kole olarak calıştırılışını konu ediniyor. Bu senenin en iyi filmlerinden biri, değil bu senenin en iyi filmi, eleştirmenlerden de cok iyi not aldığını belirtmek gerek.
En senaryosu dudak ucuklatanı: Her
Spike Jonze’un yazıp yonettiği Her, bu senenin en farklı filmlerinden biri. Joaquin Phoenix’e şimdiden Altın Kure adaylığı getiren film, bugune kadar yonettiği tum filmlerle (Being John Malkovich, Adaptation, Where The Wild Things Are) farklı bir bakış acısı olduğunu kanıtlayan yonetmenin merakla beklediğimiz bir işi.
En muziği folk sevdirecek olanı: Inside Llewyn Davis
60’ların folk muzik tarihine ışık olan film Oscar Isaac’in oyunculuğu ve muthiş muzikleriyle yine senenin en iyi filmlerinden olma ozelliğini taşıyor. Gri-mavi tonlarındaki ışık duzenlemesi ve karamsar yapısıyla altında Coen kardeşlerin imzasını taşıdığını kesinlikle gosteriyor.
En “kadın oynamış abi” dedirteni: Blue Jasmine
Cate Blanchet’in kariyeri boyunca sergilediği en iyi performanslardan birine sahip Blue Jasmine, Woody Allen’ın nevrotik, saplantılı kadın karakterlerine bir yenisini daha ekliyor. Cate Blanchett’in bu karaktere kattığı yorum ise kelimelerle anlatılabilir turden değil. Woody Allen’ın ortalama uzeri senaryosunu alıp, oyunculuğuyla bambaşka yerlere taşımış. Cate Blanchett’in oynadığı materyalist ve konformist Jasmine karakterinin yanında diğer herkes sonuk kalıyor. Bu sebeple Jasmine’nin kız kardeşi Ginger’a yazılan ekstra hikayenin mantığını anlamış değiliz. Film tipik bir Woody Allen filmi, Midnight in Paris başarısı yakalamaktan ise oldukca uzak. Yine de Blanchett’in oyunculuğu filmi kesinlikle izlemeye değer kılıyor.
En “adam oynamış abi” dedirteni: Dallas Buyers Club
Matthew McConaughey’nin bugune kadarki film skalasına baktığımızda karakter hikayesinin on planda olmadığı, ana akım aksiyon filmlerine rastlıyoruz surekli. Buna rağmen aktor Dallas Buyers Club’ta kariyerinin en iyi performansını sergilemiş. Kendisine bu filmde at suratlı Jennifer Garner ve intihara meyilli surat Jared Leto eşlik ediyor. Film kendisine AIDS teşhisi konulduktan sonra AIDS’ten muzdarip hastalara ilac yardımı sağlayan bir dolandırıcıyı anlatıyor. Jennifer Garner’ın anlamsız karakteri dışında McConaughey’ye ve Leto’ya Oscar adaylığı garanti.
En seksi mi seksi olanı: The Bling Ring
Harry Potter’ın Hermione’si olarak hayatımıza giren ve seri bittikten sonra Hermione kimliğini kuru bir yaz gununde derisini değiştiren bir yılan misali cıkarıp atan Emma Watson’ın başrolunde oynadığı film Francis Ford Coppola’nın kızı, bağımsız filmlerin tacsız kralicesi Sofia Coppola imzasını taşıyor. Unlulerin evlerine girip parti yapıp, evden kıyafet calan bir grup sosyete meraklısı gencin gerceğe dayalı hikayesini anlatan film sırf Emma Watson’ın seksi dansı ve kıyafetleri icin bile izlenebilir.
En torrent’e atılası: This Is The End
Nemrut surat James Franco’nun Los Angeles’taki evinde verdiği bir parti ve partinin ardından dunyanın sonunun gelmesi gibi absurd bir konusu olan film Hollywood aktor ve aktrislerinin filmde kendilerini canlandırmasıyla absurdluğune absurdluk katıyor. Komik diyalogları ve eğlenceli havasıyla tam bir cerezlik seyir olan film bu senenin en komik yapımlarından biri.
En Fransız Yeni Dalga’sına selam cakanı: Frances Ha
Indie kralicesi Greta Gerwig’in hem senaryosunun yazılmasına yardım ettiği hem de başrolunde harikalar yarattığı Frances Ha, New York’ta hayatta tutunmaya calışan, dans eden ama tam da danscı olmayan, vasatlığını kabullenmeye itilmiş, cok gercekci bir film karakteri. Konvansiyonel film kodlarının dışında bir senaryoya sahip olan film kendisini karakter ve şehir uyumuyla o kadar guzel yediriyor ki, New York’ta yaşanmasına rağmen Frances’i orada hic aykırı bulmuyorsunuz. Diğer ana akım filmlerle rekabet etmeyecek olsa da Yeni Dalga esintili karakter gelişimi ve goz dolduran oyunculuğuyla kesinlikle izlenmeye değer.
En gereksiz Hollywood cevirmecesi: Oldboy
2003 tarihli Guney Kore yapımı nev-i şahsına munhasır bir film olan Oldboy’un Spike Lee tarafından yonetilen Hollywood evirmecesi olan film, orijinalini mumla aratacağa benzer. Hollywood’un kronik bir alışkanlığı olan Uzak Doğu filmlerini kendi endustrisiyle tekrar harmanlayarak onumuze koyması yeni bir şey değil. Fakat vizyona girdiği yıl neredeyse bir Hollywood yapımı kadar gişe hasılatı elde eden ve bir bakıma kult statusune erişen bu filmi tekrar ana akım carkına sokmaya ne gerek vardı, bilemiyoruz.
En aile kavramını alt ust edeni: Stoker
Chan-wook Park’ın yonettiği Nicole Kidman’lı ve Mia Wasikowska’lı gerilim filmi kesinlikle bir Oldboy değil. Hikayesi kendini keşfetme surecinde olan bir kızın ve ailesinin uzerinden yediriyor kendisini. Burada Mia’nın canlandırdığı karakter olan India’yı hormonlarına yenik duşmuş bir ergen olarak gorebiliriz, senaryo da karakterleri goz onunde bulundurunca biraz zayıf kalmış fakat Park’ın Oldboy ile beraber bu filmde de bellediğimiz aile, anne, akraba, arkadaş gibi kavramlarla nasıl oynadığını, bize bu kavramları nasıl tekrar sorgulattığını gormek mumkun ve bunu kesinlikle her yonetmen yapamaz.
En şatafatlısı, afillisi, şıkır şıkırı: The Great Gatsby
Baz Luhrmann Romeo & Juliet ve Moulin Rouge’dan tarzını yeterince bellediğimiz bir yonetmen. Onun kabareleri aratmayan, şaşaalı dunyasını duşununce Scott Fitzgerald’ın aynı adlı romanının filmi icin de Luhrmann’dan başka bir yonetmen duşunulemezdi orası kesin. Gercekustu gorunen sahneleri, karakterlerin ressam elinden cıkma gibi gorunduğu kareleri ama yine de surekli arka planda devam eden sahtelik hissiyle film Amerikan Ruyası’nın dibine kadar girebileceğinizi ama yine de ona tam olarak ait olamayacağınızı gozunuze sokuyor. Birinci Dunya Savaşı sonrası kayıp kuşağın amiyane tabirle ipini kopardığı ve Caz Devri denilen donemi yaşadığı New York’ta gecen film Leonardo DiCaprio’nun kalburustu oyunculuğuyla ve kesinlikle odulu hak eden kostum, sahne tasarımıyla bu senenin iyileriyle yarışamayacak olsa da produksiyon tasarımı ve kostumleriyle odule değer. Soundtrack’lerinin de guzelliğini unutmayalım.
En gişe hasılatı garantisiyle cekileni: The Hunger Games Catching Fire
Serinin ilk filmindeki başarısızlığın ardından ikinci filmi buyuk bir beklenti duşukluğuyle izleyen seyirciler mutlaka ikinci filmin ilkinin katbekat uzerine cıktığının farkındadırlar. İlk filmde romanı okumayan izleyicilerin aklında sorular bırakan zayıf senaryo, ikinci filmde altı doldurulan karakterlerle ve bir genclik romanı cevirisinden oteye gidişiyle Hunger Games’e kesinlikle sınıf atlatıyor. Başarılı ses tasarımı ve makyajı, yer yer distopik bakış acısıyla Catching Fire kesinlikle buyuk butceli bir Hollywood filmi olmaktan fazlası.
En “based on a true story”si: Rush
70’li yıllarda yaşamış, aralarında ezeli rekabet bulunan iki F1 pilotunu anlatan film, Chris Hemsworth’un sadece Marvel yapımlarında (bkz: Thor) kas sergilemekten ve oyunculuğa dair bir şey bulunamayacak filmlerde boy gostermekten ibaret olmadığını ve kesinlikle sınıf atladığını gosteriyor. Mutlaka sinemada izlenmesi gereken bir yapım. Kurgusu son derece sağlam, oyle ki filmin 40 yıl oncesini anlattığını fark etmiyorsunuz bile.
En cocuk bahane edilerek izlenesi: Despicable Me 2
Tavuklar Firarda ve Toy Story olmasa animasyon film seviyor olur muyduk, bilemiyorum. Ozellikle o yıllarda cocuk olmuş herkesin favorisi olan bu filmlerin ustune en azından bizim icin hicbir film cıkamayacak olsa da, Despicable Me son yılların “Animasyon olacak diye hikayesiz olması gerekmiyor” tezini destekleyen yapımlarından bir tanesi.
En salya sumuk bohuhuh ağlatanı: The Broken Circle Breakdown
Arka planına bluegrass gibi tum zamanların en iyi muzik janrlarından birini alıp, biri hayalperest diğeri realist, birbirine sonsuzluk kadar uzak iki insanın aşkını ve bu aşkla birlikte değişen hayatlarını, olmek uzere olan cocuklarını anlatan filmi sular seller gibi gozyaşı dokerek izliyorsunuz. Her şeyde olduğu gibi film piyasasında da otekileştirme bol bulunduğundan sozde “farklı” karakterlerin aşkı, insanların ilgisini diğerlerine gore daha fazla cekiyor. Sıradan bir aşk filmi olmayışı ve hikayesini cok gercekci bir şekilde anlatması sebebiyle seyircinin kalbini kazanıyor The Broken Circle Breakdown. Bir kutu mendille izlenmesi tavsiye olunur.
En ergen olmayan genclik filmi: The Perks of Being A Wallflower
Stephen Chbosky’nin aynı adlı romanından uyarlama olan film 10-15 yaş arası macera romanları film cevirmelerinde oynayan Logan Lerman’ı tekrar keşfetmeniz icin bir secenek. Eskilerin Hermione’si şimdilerin tanrıcası Emma Watson’ı da başrole koyan film sıradan Amerikan lisesi ve cevresinde gecen “amigo kız-beyzbolcu yakışıklı cocuk-asosyal inek karakter” ucgeninin dışında kalışıyla ve sade diliyle 2013’un mutlaka izlenecek filmler listesine alınmayı hak ediyor.
En yine Oscar’ı alamayacak olan aktoru: Leonardo DiCaprio
Martin Scorsese’nin son filmi olan The Wolf of Wall Street’te başrolde izleyeceğimiz DiCaprio muhtemelen yine bir aktor olarak cok iyi bir iş başardı, hatta Oscar’a da yine aday olur; ama bu Akademi seni sevmiyor be Levo, anla artık. 3 kere aday olduğu Oscar’dan bir kere bile eli dolu donemeyen DiCaprio’nun her ne kadar şansı pek yuksek gozukmese de bu yıl altın adamı evine goturebilmesini, dantellere sarabilmesini diliyoruz. Wall Street’in sert, rekabetci dunyasına mizahi bir bakış acısı getiren filmi de heyecanla bekliyoruz.
En yine Oscar’a aday olacak olan aktrisi: Meryl Streep
Yine bu senenin en iyi yapımlarından biri olan August: Osage County Hollywood’da var olmuş butun oyuncuları icinde barındırıyor diyebiliriz. Julia Roberts’tan Benedict Cumberbatch’e ve Ewan McGregor’a şaşaalı bir oyuncu kadrosuna sahip olan filmde Meryl Streep yine dokturmuş. Leonardo DiCaprio’nun bu yıl Oscar’ı alamayacağından ne kadar eminsek Meryl Streep’in de 18. adaylığını garantileyeceğinden o kadar eminiz.
En sinemada izlemezseniz olmazı: Gravity O gorsel efektler, o sizi icine ceken dunya, boşluk hissi… Gravity’nin etkisi o kadar muazzam ki filmi doğru duzgun bir salonda doğru ses sistemiyle izlediyseniz kendinizi uzayda hissetmemeniz icin hicbir sebep yok. Filmin goruntu yonetmenliği ve ses kurgusu muazzam. Alfonso Cuaron’a En İyi Yonetmen adaylığını kesin olarak getirecek. Vizyondayken izlemediyseniz gercekten buyuk kayıp, cunku Gravity kesinlikle bilgisayar başında izlenecek bir film değil. “Uzayda olan uzayda kalır.” teziyle film boyunca karakterlerin Dunya’da gecirdikleri zamana dair hicbir sahne barındırmayan film insana “Arayışta olan bir karakterin kendini bulması icin uzay boşluğundan daha iyi başka neresi olabilir?” sorusunu sorduruyor. Nevrotik, takıntılı kadın karakterlerinin dışında izlediğimiz Sandra Bullock da sinir bozucu romantik komedi filmlerinden başka yapımların altından gayet guzel kalkabileceğini kesinlikle kanıtlıyor.
En dikkat ceken Amerikan bağımsızı: Fruitvale Station
2008’i 2009 yılına bağlayan yılbaşı gecesi polis tarafından sebepsiz yere vurulan Oscar Grant’in gercek hikayesinden esinlenen film yılın iyi bağımsız yapımlarından bir tanesi. Yaşamının son 24 saatini izlediğimiz Oscar’ın hikayesi ister istemez polis şiddetine aşina ve alışık olan biz icin ise ayrı bir empati kaynağı şuphesiz. Gezi eylemleri boyunca haksız yere dovulen ve hatta oldurulen genclerimizden Oscar’ın hicbir farkı yok, cunku bir sucu yok. Oscar icin olumunun ardından polise karşı bircok protesto yapıldığını belirtelim. Bizim ulkemizde yaşayan bir insan kadar kimseye bu kadar yakın gelmeyeceğini umduğumuz filmi kesinlikle izlemenizi oneriyoruz.
En başından kotu olduğu belli olanı: The Host
Stephenie Meyer’in Alacakaranlık serisinden sonra evde depresyona girerek yazdığını duşunduğumuz Gocebe (The Host) romanının aynı adlı uyarlaması olan film icin soylenecek pek bir şey yok zira Alacakaranlık diyerek yeterince acık olduğumuzu duşunuyoruz. Hannah, filminde gelecek vaat eden Saoirse Ronan’ın neden bu yapımlarla vakit kaybettiği ise ayrıca bir merak konusu.
En “Adam Sandler geliyor, kacın” diye bağıranı: The Grown Ups 2
Tum zamanların en gıcık, en oyuncu olmaması gereken ama buna rağmen bir şekilde oyuncu olmuş ve milyonlarca başarısız komedi filmi cekmiş yumurta kafası Sandler’ın bir başka sacmalığı. Vakit kaybı. Yılın en vasat filmlerinden bir tanesi.
En “hay allah, bu sefer olmamış” dedirteni: The Hangover Part 3
İlk filmini izlediğimizde hikayesinin orjinalliği ve aşırı komik oluşuyla kendine bağlayan Hangover serisi 2. filmiyle bizi hayal kırıklığına uğratmış fakat ilk filmdeki kredisi fazla olduğundan serinin devam filmindeki bu fikir yoksunluğunu goz ardı etmiştik. Buna rağmen serinin final filmi hepten batıyor ve bırakın komik olmayı, sıkıcılaşıyor. Fikrini ilk filmde tuketmiş olduğunu maalesef itiraf etmek zorunda olduğumuz serinin bu son filmi, ne yazık ki “olmamış”.
En hissiz Disney yapımı: Oz The Great And Powerful Var olmuş en histen ve duygudan yoksun Disney yapımı: Oz. Nemrut James Franco ve yuz guzelliğinden başka oyunculuğa dair hicbir şey barındırmayan Mila Kunis’li kadrosuyla zaten baştan beklenti duşuruyor. Rachel Weisz ve Michelle Williams gibi kaliteli oyunculara rağmen film kendini sevdiremiyor cunku bu tur peri masalı filmlerde gormek istediğimiz sıcaklık, burada yok.
En yarısında cıkılanı: After Earth
M. Night Shyamalan icin 6th Sense’ten sonra hicbir şey eskisi gibi olmadı. Kotu otesi Avatar cevirmesi ve After Earth’un ardından kendisine bir an once silkelenmesini salık veriyoruz. Film Will Smith ve sinir bozucu omurgasız oğlu Jaden Smith’in aşık attığı, vasat bir bilim kurgu. Posterindeki uzerine cok duşunulmuş sloganından başka bir şeyi olmayan bir yapım. Para ziyanı olarak nitelendiriyoruz.
En keşke yapılmasaydı dedirteni: Hansel & Gretel Witch Hunters
Cocukluğumuzda muhtemelen en aşina olduğumuz Grimm kardeşler masalı olan Hansel ve Gretel’in cadı avcıları olarak lanse edildiği filmde oyunculuktan yoksun Gemma Arterton ve neden bu yapımda rol aldığını anlayamadığımız Jeremy Renner var. Klasik bir masala yeni bir dokunuş vaadinde bulunan film ne yazık ki vasadın altında.
En beklendiği gibi cıkmayanı: Man of Steel
Her Christopher Nolan yazan filmi koşarak izleyemeyeceğimizin bir kanıtı gibi Man of Steel. Henry Cavill yeni Superman olarak goz doldursa da filmdeki aksiyon yoğunluğu ve hikayenin filmin sonlarına doğru kendini izletmeyişiyle beklentilerin altında kalıyor. Batman filmleriyle super kahraman filmlerinin gercekten yaşayabileceğini var saymamıza sebep olan realist bakış acısı Nolan’ın yapımcılığını ustlendiği Man of Steel’da da fazlasıyla hissediliyor. Yine de pek cok super kahraman filmlerinde gormeye alıştığımız ucuz detayları var Man of Steel’ın. Şehrin neredeyse tamamının yok olmasına rağmen bu yıkımı sadece iki sozde “normal” vatandaş uzerinden gostermeye calışması ve Superman tam bir ucube gosterisiyken birden kırmızılar ve maviler icindeki Amerikan bayrağı alt temalı uniformasıyla iki dakika icinde bir halk kahramanına donmeyi başarması gibi ayrıntılar bunlardan birkacı. Gorsel efektleri guclu, buna diyecek bir lafımız yok. Yine de bizce senaryonun altı boş bırakılmış ve filmin kotu karakterini oynayan Michael Shannon kesinlikle iyi bir oyunculuk gostermesine rağmen kotu adamın amacsızlığı biraz yıldızını sondurmuş. Bu kadar beklentiden sonra bizi hayal kırıklığına uğratan Man of Steel icin maalesef “beklendiği gibi cıkmayan” diyoruz.
En klişesi: Thor The Dark World
Cizgi roman cevrimi film severlerin izleyebileceği bir film olsa da, Thor’un devam filmi alışık olduğumuz senaryo kodları ve genel olarak izleyiciye yeni bir şey sunmamasıyla malesef klişe olma ozelliğini taşıyor.
En “Bunlar en son Disney prensesiydi la noldu?” dedirteni: Spring Breakers
Amerikan gencliğine surreal bir ironi niteliğinde olan Spring Breakers bu ironiyi pekiştirmek icin olsa gerek Disney cıkışlı iki oyuncuyu secmiş: Selena Gomez ve Vanessa Hudgens. Kendilerini bu filmde izlemek oldukca garip kacsa da, hikayenin altını cok guzel bir şekilde ciziyorlar orası kesin. Yonetmen Harmony Korine’in yarattığı dunyada paraları olmadığı icin restoran soyan ve bu sayede bahar tatiline giden 4 genc kızı izliyoruz filmde. Kızlardan ikisi ayrı ayrı eve donukten sonra kalan ikisi James Franco’nun canlandırdığı ismi munhasır Alien isimli gangster ile birlikte underground suc dunyasına adım atıyor ve pembe kar maskeleriyle adam olduruyorlar. Sevenin seveceği, nefret edenin gercekten nefret edeceği, uc ama bir o kadar da guzel bir film.
En doğaustu film kotasını dolduranı: Warm Bodies
Danny Boyle’un 28 isimli filmi ve The Walking Dead dizisiyle beraber populer kulturde iyiden iyiye yerini sağlamlaştıran zombi miti, Alacakaranlık roman serisiyle tavan yapan sempatik, evcil vampir ve beraberinde gelen kurt adam rekabetinden bıkan, ama mitolojik oluşumları bir o kadar seven izleyiciler icin keyifli bir alternatif. 2011’in en başarılı yapımlarından biri olan 50/50’nin yonetmeni olan Jonathan Levine’nin hem senaryosunu kaleme aldığı hem de yonettiği filmde zombi olmasına rağmen hissetmekten kacamayan R isimli karakteri izliyoruz. Başarılı muzik secimleri ve rol yapabilen oyuncularıyla Warm Bodies genclik filmlerindeki mimik ve yetenek yoksunu Kristen Stewart gibi secimlerin yanında seyirlik bir alternatif.
En izlenesi Turk filmi – Yozgat Blues
Bizim topraklarımızdan bir kara mizah olma ozelliğini taşıyan Yozgat Blues senenin dikkat cekici yerli yapımlarından. Ne yazık ki her bağımsız Turk yapımı gibi gosterim yapacak yer cok az buluyor. O yuzden izleyelim, izletelim!