Sıradışı, cunku peşini bırakmayan ve ABD ’ye girişini yasaklayan bir tecavuz davası soz konusu yonetmen hakkında. Kendisi 43 yaşındayken, 13 yaşında bir kıza tecavuzle suclandı Polanski. En son gercekleşen duruşma sonrasında bilmem kac milyon dolar kefaletle serbest bırakıldı.
Boyle diyoruz da, adam daha altı yaşındayken sefaletle tanıştı. Ailesinin fedakÂrlıkları sayesinde 9 yaşındayken soykırımdan kurtulması icin koylulere emanet edildi. Koylulerin yanında saklanarak hayatta kaldı. Annesini, zamanın bile durduğu Auschwitz ’te kaybetti, ki o sırada annesi hamileydi. İlerleyen yaşlardan olumlerden dondu, tecavuze uğradı. Once oyuncu, sonra yonetmen oldu. Her şey iyi giderken 8,5 aylık hamile eşi Sharon Tate, Charles Manson denilen ruh hastasının cetesi tarafından katledildi (tam da Rosemary ’s Baby ’nin cekimlerinde sona yaklaşmışken). Niyetimiz Polanski ’yi temize cıkarmak değil elbette, ama insanı icinde bulunduğu koşullar yaratır. Tum bunları yaşamış bir insandan da “normal” olmasını beklemek biraz anlamsız sanki.
Neyse ki bu liste Polanski sinemasıyla ilgili. Onun bu “tartışmaya acık” yonu, sinemasının mukemmelliğini kapatmıyor. Yonetmenin, Knife in the Water (Sudaki Bıcak ) ile başlayan macerası henuz sona ermedi. Gorunuşe bakılırsa daha anlatacak bir suru hikÂyesi var bize.
İlk yonetmenlik deneyimi: Knife in the Water (Sudaki Bıcak – 1962)
Polanski ’nin Polonya yapımı yegÂne filmidir Sudaki Bıcak. Filmde, tekne gezisine cıkmaya niyetlenen ve yolda karşılaştıkları bir yabancıyı da bu geziye davet eden Andrzej-Krystyna cifti anlatılır. Andrzej, Krystyna ’yı etkilemek icin ortama dÂhil ettikleri elemanı aşağıladıkca aşağılar. Bu durum, uclu arasındaki gerilimi, ozellikle de cinsel gerilimi artırır. Sozlu dalaşmalar zamanla yerini fiziksel şiddette bırakır. Film buyuk oranda teknede gecer, bu yonuyle “tek mekÂnlı filmler” kategorisine de dÂhil edilebilir. Film izleyiciyle buluştuğu yıl “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar ’a aday gosterildi.
Yalnızlığın yarattığı şizofreni: Repulsion (Tiksinti – 1965)
Polanski ’nin Apartman Uclemesi ’nin ilk filmidir Tiksinti. Hayatını manikur yaparak idame ettiren Carol ’dan (Catherine Deneuve) bahseder film. Carol, cinselliği ilgi cekici bulur ama bir o kadar da iğrenir cinsellikten. Onun icin devrelerin yandığı nokta, birlikte yaşadığı kız kardeşi Helen ’ın, erkek arkadaşıyla birlikte tatil yapmak icin evden ayrılması olur. Evde tek başına kalan Carol ’ın psikolojisi alt ust olur ve gercek ile gercek olmayanı ayırt edemez hale gelir. Film, Polanski ’nin Avrupa macerasının son urunudur. Deneuve ’un performansı gercekten tuyler urperticidir ve sinema tarihindeki en başarılı kadın oyuncu performanslarından biridir. Filmde Polanski ’nin kendisi de kucucuk bir rolle ete kemiğe burunur, calgıcı olarak gorunur. Bir de yer altı notu ekleyelim. Rivayet odur ki, Tiksinti, Darren Aronofsky ’ye Black Swan ’de onculuk etmiştir.
Ne iduğu belirsiz tuhaf ve guzel film: Cul de Sac (Bozuk Duzen – 1966)
Polanski ’nin en basit tabirle “tuhaf” filmlerinden biridir Cul de Sac. Richard Dicky ve Albie yaralı birer sucludur. Deniz kenarındaki eski bir kalede tavuklarla dolu bir barınak bulurlar. Barınağın sahibi Amerikalı George ve onun Fransız eşi Teresa ’dır. Albie olur ve Richard ’ın bu tuhaf ciftle tuhaf ilişki sureci başlar. Cifte kendini silah zoruyla kabul ettiren Richard ’ın gecmişi bilinmez ve film iki erkek-bir kadın merkezli diyaloglar uzerine kuruludur. Gerilim deseniz değildir, komedi deseniz değildir, olsa olsa kara mizahtır bu film. Hadi bir de dedikoduvari bir bilgi paylaşalım; yazılıp cizilene bakılırsa başroldeki uc karakter gercek hayatta birbirlerinden hic hazzetmez, Polanski bunu bile bile onlara başrol verir. Ve rivayet odur ki, sette gerilimin tavan yaptığı anlar da olur ve Polanski, senaryodan bağımsız bu diyalogları da yeri geldiğinde filme aktarır. Catherine Deneuve ’un kendisinden daha guzel kardeşi Francoise Dorleac ’in guzelliği tabii ki dillere destandır. Bu guzellik maalesef bir araba kazasında yok oldu gitti yıllar yıllar once.
Bir korku-gerilim başyapıtı: Rosemary ’s Baby (Rosemary ’nin Bebeği – 1968)
İşte, Polanski adıyla birlikte anılan en onemli filmlerden birisi! Oyku, tanınmış bir aktor olan Guy ve onu guzel eşi Rosemary uzerine kurulu. Guy-Rosemary cifti, New York ’taki yeni hayatlarına başlamak icin eski bir binanın bir dairesini kiralarlar. Bulundukları yere alışma surecinde ust kat komşuları Castavet cifti onlara yardımcı olur. Fakat Castavet ciftinin gunden gune artan gereksiz misafirperverliği Rosemary ’yi rahatsız eder. Olaylar, Rosemary ’nin bir gece ruyasında şeytani bir varlık tarafından tecavuze uğradığını gormesi ve sonrasında da gercekten hamile olduğunu oğrenmesiyle iyice gizemli hale gelir.
Film, Ira Levin ’in romanından sinemaya uyarlandı ve korku-gerilim filmleri arasında tam bir başyapıt. Mia Farrow ’un performansı izleyeni hayran bırakan bu film, Polanski ’nin “Apartman Uclemesi”nin ikinci filmi. Filme kaynaklık eden kitap ise ulkemizde ilk olarak 1971 yılında Bebek adıyla basıldı, ancak şu anda kitabı basan bir yayınevi bulunmuyor.
Filmin adı neden Chinatown bir tek Polanski biliyor: Chinatown (Cin Mahallesi – 1974)
Polanski dendiğinde akla gelen neredeyse ilk filmdir Chinatown. Eski polis yeni dedektif Jake Gittes ’tır kahramanımız. Sıradan aldatma meselelerini araştıran Gittes ’a gunun birinde Evelyn adlı bir kadın başvurur ve kocası Hollis Mulwray ’in kendisini aldattığını soyler, Gittes ’tan yardım ister. Ama olay bu kadar basit değildir. Zira Mulwray sular idaresinin yoneticisidir ve o sıralar ciddi bir kuraklık yaşayan Los Angeles ’ta sulamayla ilgili turlu turlu katakulliler donmektedir. Hollis Mulwray ’in olu bulunmasıyla ortalık iyice karışır, fakat Gittes olayların peşini bırakmaz. Chinatown, Polanski ’nin en onemli yapıtlarından birisidir ve Akademi odulunu de kapar. Başrollerde ise Jack Nicholson, Faye Dunaway ve John Huston gibi buyuk oyuncular yer alır. Polanski de kucucuk bir rolle karşımıza cıkar bu filmde. Filmin adı Chinatown diye, filmin tamamının Cin mahallesinde cekildiğini zannetmeyin, oyle bir şey yok. Filmin adı neden Chinatown ’dır bilinmez, birkac detay dışında o kadar alakasızdır ki, herhangi başka bir isim de verilebilirdi filme. 1975 ’te en iyi senaryo dalında Oscar ’ı kapar bi de.
Yavaş yavaş bir başkası olmak: The Tenant (Kiracı – 1976)
Apartman Uclemesi ’nin son filmi de bu. MekÂn da, hoş bir gecmişi olmayan bir apartman dairesi ve şuphe uyandıran sakinleri olan bir apartman. Başrolde, filmin yonetmeninin ta kendisi var. Kahramanımız sıradan memur Trelkovsky, yeni bir binaya taşınır. Dairesinde, o oturmadan once Simone adlı bir kadın oturur ve en onemlisi Simone camdan atlayarak intihara yeltenmiştir. Trekovsky Simone ’u hastanede ziyaret eder. Simone ’un olmesiyle birlikte Trelkovsky kadını takıntı haline getirir ve yavaş yavaş onun ruh haline burunmeye başlar. Trelkovsky ’yi sadece Trelkovsky olarak biliriz, ilk adı muammadır. Uclemenin diğer filmlerinde olduğu gibi yalnızlık ve yabancılık kavramları bu filmde de on plandadır. İlginc detaylardan birisi, Trelkovsky ’nin yaşadığı dairede tuvalet olmamasıdır. Film, 1976 ’da Cannes ’da Altın Palmiye ’ye aday gosterildi ama odulu Taxi Driver ’a kaptırdı.
Talihsizliklerle dolu bir cekim sureci: Tess (1979)
Martin Thomas Hardy ’nin “Tess of the D ’Urbervilles” adlı romanından sinemaya uyarlanan Tess, fakir bir koylu kızının babası tarafından, onu da kendilerinden biri gibi gormelerini umarak zengin akrabalarının yanına gonderilmesini anlatır. Bu film, Roman Polanski ’nin en unlu filmlerinden biridir. Durağan, sakin bir atmosferi vardır Tess ’in. Cekimleri esnasında ve sonrasında bircok talihsizlik yaşar film. Goruntu yonetmeni Geoffrey Unsworth olur, Coppola filme kısaltılması şartıyla para yatırmak ister ama olmaz, yapımcı neredeyse iflas etmiştir, Cannes surecinde gozler Polanski ’nin Samantha Geimer davasında olduğu icin filmle ilgilenilmez, tum bu ve benzer sebeplerden dolayı da başarıyı cok gec yakalar Tess. Amerikalı bir film eleştirmeninin film hakkında olumlu cumleler yazmasıyla bir dağıtımcı bulabilir bu film ve Akademi, BAFTA, Cesar ve Golden Globe odullerine layık gorulur bircok dalda. Nastassja Kinski ’yi une kavuşturan filmdir aynı zamanda.
Aşk ve tutkudan kole-efendi ilişkisine: Bitter Moon (Acı Ay – 1992)
Oykumuz luks bir yolcu gemisinde gecer. Nigel ve Fiona cifti İstanbul ’a seyahat etmektedirler. Bu yolculukları esnasında Oscar adlı tekerlekli sandalyeye mahkûm bir adamla tanışırlar. Oscar, tanışmalarından cok kısa bir sure sonra Nigel ’a başından gecen saplantılı bir aşkla birlikte başka sırlarını da anlatır. Oscar ’ın aşk macerası Nigel ’ı bir hayli etkiler. Sozunu ettiği kadının onlarla aynı gemide olduğunu oğrenmesiyle durum daha da gizemli hale burunur. Polanski ’nin fazlasıyla başarılı aşk filmidir Acı Ay, izleyenin canını yakar. Temelde kadın erkek ilişkilerini, şehvetin diğer her şeyi nasıl da onemsiz hale getirdiğini ve her şeyin carcabuk tuketilmesini anlatır, vurgular. Başrollerde Hugh Grant, Peter Coyote, Emmanuelle Seigner var. Pascal Bruckner ’in filme kaynaklık eden romanı “Hınc Ayları” da Ayrıntı Yayınları ’ndan cıktı bu arada, hatırlatmadan gecmeyelim.
Yıllar sonra ele gecen intikam fırsatı: Death and the Maiden (Olum ve Bakire – 1994)
Musmutlu Gerardo-Paulina Escobar cifti anlatılır filmde. Bir gece Gerardo arabasıyla eve gelirken lastiği patlar ve kendisine Roberto adlı bir doktor yardım eder. Kısa bir sure sonra Roberto, iyilik yaptığı bu adamın evine gider ve bu sefer de o Gerardo ’dan yardım ister. Gerardo da onu evine davet eder. Paulina da misafirin sesini duyar duymaz onun yıllar once kendisine tecavuz eden işkence yapan kişi olduğunu anlar. Paulina ’nın bunu fark etmesiyle olaylar bambaşka bir hale burunur. Film, Ariel Dorfman ’in “Olum ve Kız” oyununun sinemaya uyarlanmış halidir. Cok oyunculu, cok mekanlı olmayan bu filmin başrollerinde Sigourney Weaver, Ben Kingsley ve Stuart Wilson var.
Tuzak ve olumle dolu bir yolculuk: The Ninth Gate (Dokuzuncu Kapı – 1999)
Filmde, zengin koleksiyonerler icin eski kitapları araştırıp bulan Dean Corso adlı bir araştırmacı anlatılır. Corso ’nun yeni muşterisi Boris Balkan adlı bir koleksiyonerdir ve şeytani ayinlerin bulunduğu “Karanlıklar Ulkesinin 9 Kapısı” adlı el yazması bir kitabın kayıp iki nushasını bulmasını ister. Rivayet odur ki, bu kitap, Karanlıklar Krallığı ’nın dokuz kapısını acabilecek bir kitaptır. Corso, kitabı arama surecinde Avrupa ’ya da uzanan zorlu bir yolculuğa cıkar. Bu yolculuk, bircok tuzak, gizem ve olume de gebedir. Corso rolunde Johnny Depp ’in yer aldığı bu Polanski filmi, Artura Perez Reverte ’in “Dumas Kulubu” adlı kitabından uyarlamadır beyazperdeye. İzleyici tarafından “guya korku filmi” olmakla itham edilir bu film, ozellikle de -izleyici yorumuyla- tırt finali insanı izlediğine izleyeceğine pişman eder. Filmde o kadar cok sigara tuketilir ki, başrolde Lucky Strike var sanırsınız.
Yaşanan vahşetin bambaşka bir anlatımı: The Pianist (Piyanist – 2002)
Polanski ’nin, kendisinin de maruz kaldığı Nazi şiddetini beyazperdeye yansıttığı sert filmi Piyanist. Filmde unlu piyanist Wladyslaw Szpilman anlatılır ve zaten film onun anılarını anlattığı kitaptan uyarlamadır. Szpilman, Luftwaffe ’de radyo istasyonu bombalandığında Chopin ’in C minor Nocturne ’unu calmaktadır. İşgalle birlikte o ve ailesi evlerinden cıkartılır, Varşova gettolarına surulur. Bir şekilde esir kampına gitmekten kurtulur ve kenar mahallelerde hayatta kalma sureci başlar. Zaten film de esasen bu surece odaklanır. II. Dunya Savaşı filmlerinden gına gelse de Polanski hatırına izlenmesi gerekir bu filmin. Diğer Yahudi soykırımı filmlerinden farklı olarak, itirazsız olume giden Yahudiler dışında, Nazi askerlerine direnen Yahudiler de goruruz Piyanist ’te. Başroldeki Adrien Brody oyunculuğuyla ağızları acık bırakır, yetmez bir de şapka cıkarttırır. Bu oyunculuğuyla Akademi ’nin En İyi Erkek Oyuncu odulunu de alır. Film oyle sanıyoruz ki, şu muhteşem diyalogla olumsuzleşmiştir:
* Lutfen ateş etmeyin, ben Polonyalıyım.
– Neden o lanet Alman paltosunu giyiyorsun o zaman?
* Uşuyorum.
“Eteğimdeki taşları dokeceğim”in filmi: The Ghost Writer (Hayalet Yazar – 2010)
Polanski ’nin bu filmi de bir roman uyarlaması. Eski muhabir ve gazeteci Robert Harris ’in “The Ghost” adlı romanından uyarlanan filmin kadrosunda Ewan McGregor, Pierce Brosnan, Jon Berthal, Timothy Hutton, James Belushi gibi isimler bulunuyor. Filmin oykusunu, İngiltere ’de başbakanlık yapmış eski bir politikacının, oykusunu yazması icin bir yazarla anlaşması oluşturuyor. Sağlam bir politik-gerilim altyapısına sağlam bu filmde, karmaşık politik ilişkiler ve size bir turlu rahat vermeyen muzikler bulacaksınız.
Toplumsal ilişkiler cozumlemesi: Carnage (Acımasız Tanrı – 2011)
İki cocuğun kavgası, bu kavgayla başlayan aileler arası bir tartışma ve bu tartışmanın sebep olduğu ilginc olayları anlatıyor Carnage. Fransız oyun yazarı Yasmina Reza ’nın “God of Carnage” adlı oyunundan sinemaya uyarlanan filmin başrollerinde Kate Winslet, Christoph Waltz, Jodie Foster, John C. Reilly yer alıyor. Filmde aileler arasındaki kulturel farklardan, kadın-erkek bakış acılarının farklılığından ve kadın-erkek ilişkilerinden soz ediliyor. Filmin buyuk bir kısmı evin icinde geciyor (yine tek mekÂn yani), ama izlenebilirlik konusunda bu durum sizi yanıltmasın, zira film alıp goturuyor izleyeni. Yasmina Reza ’nın oyunu da “Vahşet Tanrısı” adıyla ve Ulku Duru, Zafer Algoz, Zerrin Tekindor, İşdar Gokseven kadrosuyla seyirciyle buluştu. Filmdeki oyku Brooklyn ’de gectiği halde Paris ’te cekildi, cunku tecavuz davası dolayısıyla Polanski ’nin ABD ’ye girişi yasaktı.
HÂl anlatacağı bir şeyler var: La Vénus à la fourrure (Kurklu Venus – 2013)
Polanski ’nin -şimdilik- son filmi Kurklu Venus ve yine bir roman uyarlaması, Leopold von Sacher-Masoch ’un” Venus in Furs” romanının uyarlaması. Başrollerinde Emmanuelle Seigner ve Mathieu Amalric ’in yer aldığı filmde, yeni bir proje ortaya koymaya calışan bir yonetmen ve onun bu projesinde yer almak icin can atan guzel bir oyuncu anlatılıyor. Konu sadece bu değil tabii. Bu guzel oyuncunun yonetmeni bir şekilde ikna etmesi gerekmektedir, ama kadının ikna yontemleri sıra dışıdır. Onun icin, amaca giden her yol mubahtır. Bu filmde goruyoruz ki, yaşını başını almış olmasına rağmen Polanski ’nin hÂl bizlere anlatacağı bir şeyler var. Yeri geliyor kendi acizliklerini sunuyor bize karakterlerini kullanarak, yeri geliyor toplumsal ya da bireysel eleştirilerle kacacak delik aratıyor izleyene. Kendi gecmişi de temiz değil sonucta, o da bu şekilde gunah cıkarıyor belki de, kim bilir!