Kuantum fiziği, uzay-zaman teorisi, paralel evrenler, mukemmel tasarım, tanrı parcacığı ve evrendeki kara delikleri konuştuğumuz bir dunyada Alice ’in tavşan deliğinden Harikalar Diyarı ’na duşmesine kim masal diyebilir ki! Kara delik, solucan deliği veya tavşan deliği; derine, daha derine inmeye ne dersiniz?
Alice, Harikalar Diyarı ’na inerek aklın, mantığın, matematiğin ve felsefenin derinliklerinde dolaştı. Lewis Carroll mahlaslı Oxfordlu matematikci, papaz ve fotoğrafcı Charles Lutwidge Dodgson da calıştığı okulun dekanının kucuk kızı Alice Liddell icin yazdığı “Alice Harikalar Diyarında” kitabıyla tam da bunu amaclamıştı; okuyanların tavşan deliğinden duşup gerceğin sınırlarından cıkarak olasılığa, “sacma”ya -kitap dunya literaturunde tur bakımından “cocuk kitabı”nın yanı sıra “edebi sacma (literary nonsense)” olarak da nitelendiriliyor-, “hayale” duşmesini…
Bir cocuk kitabı olmaktan cok ote, felsefi bir metin diyebileceğimiz ve dunyada, universitelerin ozellikle matematik ve felsefe bolumlerinde okutulan bu “ufacık tefecik ici dolu turşucuk” masaldaki felsefik oğeleri sizler icin ozetledik. Tavşan deliğinden Harikalar Diyarı ’na gecmeye hazır mısınız?
1. Her şey merakla başladı
Dunyanın aklı en duru, en onyargısız, en meraklı filozofları; bitmez tukenmez soruları, kural/kalıplarla sakatlanmamış hayal gucleri ve meraklı bakışlarıyla cocuklardır desek cok da haksız sayılmayız değil mi? Filozof olmak icin gerekli olan her şey, kucuk bir cocukta var. Oxford ’lu matematikci ve mantıkcı Dodgson da bunu keşfetmiş olacak ki eserine kahraman olarak kucuk bir cocuğu secmişti.
Harikalar Diyarı ’ndaki bu surreal yolculuk icin kim, canı sıkılmış 11 yaşındaki bir kız cocuğundan daha uygun olabilirdi ki? Bilim adamlarına deney, kÂşiflere keşif, mucitlere buluş ve filozoflara felsefe yaptıran merak; Alice ’in de tavşan ya da daha guncel bir tabirle “solucan deliği”nden başka bir dunyaya/evrene gecmesini sağlamıştı. Alice, “bilgelik yolu”ndaki “insan”dı…
2. “Down the rabbit hole”
Alice ’in merakla tavşan deliğinden bakması ve ardından hic bitmeyecekmiş gibi gelen o duşuş, insanın kendini birdenbire soruların, sorgulamaların, paradoksun ve kavramların “cokuş”unun ortasında bulması; bir anda zırhsız ve zeminsiz, cırılcıplak kalıvermesiydi aslında.
Bunun tedirginliğiyle aydınlanmanın baş donduruculuğunu aynı anda yaşaması ve kendini bambaşka bir dunyada, kilitlerin-şifrelerin cozulduğu Matrix ’te (Latincede “rahim” demektir, yani “yeniden doğuş”) buluvermesiydi.
Ne diyordu Morpheus, Neo ’ya: “Bu senin son şansın. Artık geri donuş yok. Mavi hapı alırsan hikÂye sona erer. Yatağında uyanırsın ve inanmak istediğin her neyse ona inanırsın. Kırmızı hapı alırsan ‘harikalar diyarı ’nda kalırsın. Ben de ‘tavşan deliği ’nin gittiği yerleri gosteririm… Unutma, sana vaat ettiğim tek şey gercek, daha fazlası değil…”
3. “Hayat” denilen balonda, sonsuzluğa acılan bir delik
Carroll ’un bir amacı vardı; kalıplar ve kurallarla cevrili insanı, dunyanın dışına cıkarıp ozgurleştirmek. İnsanlarda merak uyandırıp akla gelebilecek her şeyle ilgili soru sormalarını ve cok iyi bildiklerini sandıkları kavramları (iyi-kotu, doğru-yanlış, guzel-cirkin, hızlı-yavaş vb.) sorgulamalarını sağlamak. Carroll ’un, “hayat” dediğimiz balonda, sonsuzluğa actığı bir delikti “Alice Harikalar Diyarında”.
Meraklı Alice o deliğe duşmuş ve dunyanın referans olamayacağı kadar farklı ve her an her şeyin, paradigmanın dışına cıkıp sacmalama ozgurluğune sahip olduğu bir diyara varmıştı. Bu duşuş sırasında dunyaya ait binlerce, milyonlarca kitabın, bilginin, tecrubenin icinden gecmiş; dibe cakılmakla sınanmış ama korkmamıştı. Bu cesareti onu, dunyayı sorgularken her şeyiyle kendini de sorgulayacağı bir yolculuğa cıkaracaktı.
4. Sormak ya da sormamak; işte butun mesele bu!
Felsefe tam da buydu zaten; varlığı ve varoluşu, bilgiyi, gerceği, iyiliği, guzelliği sorgulamak. Surekli sorgulamak ve aslında cevap bulmak icin değil, yeni sorular uretmek icin sormak. Sormayı ve sorgulamayı sevmek.
Alice de tam olarak boyle yapıyordu. Sokratesci bir felsefe izliyor; gorduğu, hissettiği, karşılaştığı her şeyi sorguluyor; onlara dair kÂh kendine kÂh başkalarına sorular soruyor; bir “son”a, “nihayet”e ulaşmayı dert etmiyordu. Sorgulamaya ise dunyanın merkezinden başlamıştı; kendinden…
5. Sacmalamanın dayanılmaz hafifliği
Zaman geciyor, gectikce her şey değişiyor, farklılaşıyordu. Alice, kendi harikalar diyarında yeni yeni varlıklar, objeler, kavramlarla tanışıyor; bakıyor, dokunuyor, kokluyor, tadıyor yani tecrube ediyor ve uzerine duşunuyordu. “Tecrube etmek” ne guzeldi. Oyle ki, gercek hayatta cok tuhaf ve sacma bulacağı şeylerle karşılaşmak Alice icin işten bile değildi artık.
Bunu, kendi gozyaşlarından oluşan havuzun icinde yuzerken soylediği şu sozlerden anlıyordunuz: “Keşke o kadar ağlamasaydım. Sanırım kendi gozyaşlarımın icinde boğularak bunun cezasını cekeceğim. Bu kesinlikle cok tuhaf olurdu. Ama bugun her şey tuhaf zaten.” Doktuğu gozyaşlarında yuzen Alice, “sacmalığın daniskası” icinde “sacmalamanın dayanılmaz hafifliği”ni yaşıyordu.
6. Değişiyorum, oyleyse varım!
Paradigmanın dışında olmak boyle bir şeydi işte. Surekli değişiyor, yeni şeyler oğreniyor, oğrendikce farklılaştığını hissediyordu. Bu noktada, mantıktan değil varoluştan soz edilebilirdi ancak.
Ve Alice, Harikalar Diyarı ’nın ucsuz bucaksız yemyeşil ormanlarında kaybolmuşken rastladığı, bilgeliği temsil eden Absolem adındaki yaşlı tırtılın “Sen de kimsin?” sorusuna tam da buna uygun bir yanıt verdi: “Ben de pek bilmiyorum efendim. En azından şu an icin pek emin değilim. Aslında bu sabah uyandığımda kim olduğumu biliyordum ama o zamandan bu yana birkac kez değiştim sanırım.”
An be an her şey değişiyordu, bu nedenle “şey”leri tanımlamak zordu. Hele ki kendini… Fonda ise Heraklitos “Aynı nehirde iki kere yıkanamazsınız” diyor, bu ozlu soz, “Aynı nehirde bir kere bile yıkanamazsın” diyen Kratylos ’ta yankısını buluyordu.
7. Kimsin sen?
Bilge Absolem kelebek olamamış, huysuz, yaşlı bir tırtıldı. Ve Alice ’in verdiği cevaplar onu epey kızdırmıştı. Konuşma Sokratik bir diyalog şeklinde suruyordu. “Korkarım bu durumu daha fazla acıklayamayacağım. Nereden başlamam gerektiğini bilmiyorum. Bir gun icinde bir kuculup bir buyumek zaten yeterince kafa karıştırıcı. Bir gun kozaya girip kelebeğe donuştuğunuzde siz de kendinizi farklı hissetmeyecek misiniz?” diye sordu Alice.
Absolem iyiden iyiye sinirlendi: “Hic de bile.” “Demek ki benden farklı duşunuyorsunuz. Tek bildiğim bu durumun bana tuhaf geldiği” dedi Alice. Bilge Absolem ’in kucumseyici bir ifadeyle, “Sana mı, sen de kimsin?” sorusu, diyaloğu başa dondurmuş, bir fasit dairenin (kısırdongu) icine sokmuştu. Alice cevap veremedi. Sahi kimdi? Kendini nasıl, ne olarak tanımlıyordu? Bu, bilgeliğin ikinci adımıydı: “Kimsin sen?”
8. Goreli ama kime gore?
Alice ’i şaşkına ceviren donuşumler, Absolem ’i hic şaşırtmamıştı. Donuşmek, değişmek ve yeniden doğmak tırtılın doğasında vardı; bu durum ona hic de karmaşık gelmiyordu. Evrende var olan ve insana cok tuhaf gelen şeyler, başka bir varlığın doğasının bir parcasıydı. Her şey, “fil”in neresinden baktığınıza bağlıydı; goreliydi, aynı Einstein ’ın “İzafiyet Teorisi”ndeki gibi…
Buyuk-kucuk, doğru-yanlış, uzun-kısa, guzel-cirkin, eski-yeni, hızlı-yavaş ama neye ve kime gore? İşte kocaman bir soru daha! Elbette herkes kendi kadar goruyor, gorduğu kadar anlıyor ve anladığı kadar yaşıyordu. Ortada bir elma vardı. Bu elma Alice icin yalnızca iki ısırıklık sulu bir meyve, tırtıl icinse aylarını gecireceği bir sığınaktı. Ve bu kadar farklılığın olduğu bir yerde şaşılacak asıl şey, bu duruma şaşırmaktı.
9. Paradigmayı kıran paradigma
Her şey bulunduğumuz yere gore değişiyorsa ve anladığımız kadarsa “gercek” diye bir şey yoktu. Dunya “anladığımız kadar”lardan oluşuyordu ve belki de biz bircok şeyi -belki de her şeyi- yanlış anlıyor ve aktarıyorduk. Her şeyi “usa vuruyor”, sınırsız varoluşu sınırlı bir akılla anlamaya calışıyorduk.
Gercek neydi veya daha da onemlisi var mıydı? Tecrube, bilgi ve akıl, bu sorulara neden cevap veremiyordu? Hepsi bir yanılsama mıydı? Mantığın o milyon yıllık paradigması burada hicbir işe yaramıyordu. Paradigmanın kuvvetli dayanağı işte tam bu noktada kırılıyor, akıl cırılcıplak kalıyor; paradigmanın kırılması da paradigmalaşıyordu.
10. Tum yollar “hakikat”e cıkar
Mantık artık işlemiyordu; hele ki Harikalar Diyarı ’nda. Dizgelerle duşunmeye, tasnif etmeye alışmıştık ve bunların dışında kalan bir şey, kotu bir kaleci misali bizi ters koşeye yatırıyordu. İşin icine mantık girer de, zekice bakışlarının altından alaycı alaycı sırıtan Cheshire Kedisi olmadan olur muydu hic?
Harikalar Diyarı ’nda yolunu kaybetmiş olan Alice, Cheshire Kedisi ’ne sordu: “Hangi yone gitmem gerekiyor?” “Sorunun cevabı nereye gitmek istediğine gore değişir.” Alice: “Nereye gittiğim cok da umurumda değil. Bir yere varayım yeter ki.” Cheshire Kedisi: “O zaman ne yone gittiğin fark etmez. Yeteri kadar yurursen emin ol bir yere varırsın.”
Bilgeliğin yolu hakikate varmaktan, onu idrak etmekten geciyordu. Ve hakikate varmak icin sectiğin yol onemli değildi. İster Budist, ister ateist, ister Hıristiyan, ister Musluman, ister Şaman ol; yeterince yuruyup icsel yolculuğunu hakkıyla tamamlarsan hakikate varırdın.
11. Sırıtmasız kedi, kedisiz sırıtma
Aslında Cheshire Kedisi haklıydı. Yeterince yol alırsa bir yere varabilirdi. Bu sırada kedi, tıpkı yok olan bir duşunce, unutulmaya yuz tutmuş bir anı gibi, kuyruğunun ucundan başlayarak yavaşca silinmeye başladı; ta ki yalnızca sırıtan ağzı kalana kadar. Alice daha once pek cok defa “sırıtmasız kedi” gormuştu. Ama “kedisiz bir sırıtma”yı ilk defa goruyordu.
Bu, Harikalar Diyarı ’nda şimdiye kadar gorduğu en tuhaf şeydi. Nasıl olurdu? Bir nesnenin veya “şey”in kendisi olmadan ilineği, yani niteliği olabilir miydi? Alice bugune kadar ilinekleri hep tozlerle birlikte algılamış ve duşunmuştu. Aklın, algının kapılarını, sınırlarını yok etmenin tam zamanıydı. Belki de Alice ’in karşılaştığı kedi Cheshire değil kuantumun simgesi, Schrodinger ’in kedisi‘ydi.
12. Saatleri ayarlama saati
Aceleci Beyaz Tavşan yani merak, Alice ’i Mart Tavşanı ’nın evindeki Cılgın Şapkacı ve Fındık Faresi ’nin katıldığı beş cayına goturmuştu. Cılgın Şapkacı ’nın saati takıldı gozune. Saati değil de ayın kacı olduğunu gosteriyordu.
“Ne garip bir saat! Saati değil de ayın kacı olduğunu gosteriyor sadece” dedi Alice. Cılgın Şapkacı, “Saati niye gostersin ki!” diye mırıldandı, “Senin saatin hangi yılda olduğumuzu gosteriyor mu?” “Tabii ki hayır” dedi Alice hazırcevaplılıkla: “Ama zaten uzunca bir sure aynı yılda olmayacak mıyız?” “Benim saatim de bu nedenle saati gostermiyor işte” dedi Cılgın Şapkacı.
Evet bu izafi bir durumdu. Harikalar Diyarı ’nda zaman cok yavaş akıyordu; saatler, gunler kadar uzundu. Peki 24 saat; 150 yıl yaşayan bir fille, omru yalnızca o kadar olan bir kelebek icin aynı mıydı? Veya uzayda gecen 1 saatle dunyadaki 1 saat aynı uzunlukta mıydı?
13. “Bilme”nin duz ovasında…
Zaman, uzam ve hareket bağımsız şeyler değillerdi. Birbirlerini butunluyor ve etkiliyorlardı. Alice bunları duşunurken bir yandan da “Hayatımda hic bu kadar sacma bir cay partisi gormemiştim” diye gecirdi icinden. Ama soylenen şeyler uzerine duşununce; Bilge Absolem ’e de, Cheshire Kedisi ’ne de, Cılgın Şapkacı ’ya da hak verdi.
O kadar ki, kendisinin bunları daha once nasıl olup da duşunemediğine şaştı. Her şey berraklaşıyor, netleşiyordu. Tıpkı ayaklarının altındaki toprak, gokyuzundeki guneş gibi. Bilmenin, anlamanın ve icselleştirmenin duz ovasındaydı şimdi. Kendine her an biraz daha yaklaştığını duyumsamanın coşkusuyla bir adım daha attı…