
Şiirin yaşayan tanrısı Şukru Erbaş… Keşke sadece şiir olsa, duzyazının da tanrısı o. İiir dışında yazdığı denemeler icin şoyle soyluyor usta yazar: “Ben duzyazıdan hep uzak durmaya calıştım. Sanki şiire kuma getiriyormuşum gibi bir garip duyguyla uzak durdum.”
Oysa iyi ki de yazmış, iyi ki de şiire kuma getirmiş! Cunku o zaman, dunyanın en guzel duzyazısıyla tanışma şansımız olmayacaktı. Elbette “Omur Hanımla Guz Konuşmaları”ndan bahsediyoruz. Şukru Erbaş ’ın duzyazıya cok yakın olan bu şiiri, dunyanın en guzel duygularını taşır icinde. Her okuduğunuzda yureğinizi bulursunuz onun cumlelerinde. Biz de guze sayılı gunler kala aklımıza duşen bu anlamlı yazıdan bazı cumleleri paylaşalım istedik sizinle. İşte Omur Hanımla Guz Konuşmaları ’ndan kalbinize işleyecek o alıntılar.
Ve guz geldi Omur Hanım. Dunya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın icini karartan bulutların seferi var goğun maviliğinde…
Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir cisenti yokluyor boşluğunu insan yureğinin. Huznun butun koşulları hazır.
Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Omur hanım? Her şeyi iyi yanından gormeyi kim oğretti bize?
Acıyı gormeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevincten ne anlar? Goğu gormeden, denizi gormeden maviyi anlamaya benzemez mi bu?
Bilincinde olmadan ustlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere donelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın gorkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine donelim.
Olcusuz yaşamak bize gore değil Omur Hanım.
Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi gorebilseydim carşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gomlek, bir ayakkabı, bir elbise…
… bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı ortmeye, kendimi gostermeye, varolmaya, ‘dar cevre yitikleri ’nde onem kazanmaya…
Oysa ben bir akşamustu oturup turuncu bir yangının eteklerine, yureği avuclarımda atan bir can yoldaşıyla dunyayı ve kendimi tuketmek isterdim.
Oyle bir tuketmek ki, sonucu yepyeni bir “ben”e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her donduğumde.
Susmak yalnızlığın ana dilidir, Omur Hanım, şiiridir, beni konuşmaya zorlama ne olur. Sozun sularını tukettim ben, kaynağını kuruttum.
Geriye bir buyuk sessizlik kaldı yureğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar buyuk…Yalnızım Omur Hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar icre, oyle yitik, oyle uzgun, yalnızım.
Sozu yasaklamalı Omur Hanım, yasaklamalı…
Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dunyada soz boşluğu dovmekten başka ne işe yarıyor ki?
Kimse duşlerine yetişemez ve kimse gecemez gerceğini bir adım bile; bu yuzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur, insanın kucucuk omrunun karşısında.
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parcamız kalır ve bolune bolune biteriz.
En buyuk hunerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak… Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın olcusundedir; ufuklarımızsa sisler icinde.
Olumu bilerek nasıl yaşar insan, geride dunyanın kalacağını bilerek nasıl olur; bilmek butun acıların anasıdır.
Gokyuzunu opmek isterdim Omur Hanım, gozlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan.
İcimde bir cocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut olulerini ciğneyerek.
Sahi yaşlılık, derin bir ic cekiş, yanılmış bir cocukluk olmasın Omur Hanım?