
MuhÂsebe, insanın yaratılış gÂyesi doğrultusunda kendisini hesÂba cekmesidir. Bir işe başlamadan, bir adımı atmadan, bir sozu soylemeden once sonunu hesab ederek hareket etmek, sonradan duyacağımız pişmanlık ve yanlış anlaşılmalara onceden mÂnî olmaktır.Kur ’Ân-ı Kerîm ’de; “İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanıyor?” buyruluyor. Allah insana pek cok nimetler vermiş, bunların nasıl kullanılması gerektiğini de bildirmiştir. İnsan, kendisine emÂneten verilen bu nimetleri, keyfine gore değil gÂyesi doğrultusunda kullanmakla yukumludur. Bunları yapmadığı veya yarım yamalak yaptığı zaman once Mevl ’sına, sonra da kendisine ve diğer insanlara hesap vermek zorundadır. Bu sorumluluk, yaratılışımızın temelidir. Eğer bu sorumluluk şuûru olmasaydı insanın hayvanlardan farkı kalmazdı.
Kulluktaki bu hassÂsiyet ve titizliği hayata gecirmek icin insanın kendine karşı da bir sorumluluğu vardır. Burada hesap soran da sorulan da kendisidir. İcimizde başlayıp icimizde devam eden bir muhÂsebe anlayışı. Hz. Peygamber: “Akıllı kişi nefsine hÂkim olan ve olumden sonrası icin calışandır.” buyurur. Hz. MevlÂnÂ: “Nefsinin emîri olan efendi, esîri olansa koledir.” derken bu gerceğe işÃ‚ret etmektedir. İnsanın başkalarının hata ve kusurlarıyla meşgûliyeti, kendi kusurlarını gormesini engellediği icin Hz. Peygamber: “Kendi kusurlarıyla meşgûliyeti başkalarının ayıplarını araştırmaktan alıkoyan kula ne mutlu!” buyurmuştur. Oto-kritik diyebileceğimiz muhÂsebe ’de nefse, oz-denetim diye tanımlayabileyeceğimiz murÂkabe ’de kalbe yoğunlaşmak esastır.
BUGUNE VE YARINA BAKARAK HESABIMIZI YAPMALIYIZ
MuhÂsebe: İnsanın, yaratılış gÂyesi doğrultusunda kendisini hesÂba cekmesidir. Bir işe başlamadan, bir adımı atmadan, bir sozu soylemeden once sonunu hesab ederek hareket etmek, sonradan duyacağımız pişmanlık ve yanlış anlaşılmalara onceden mÂnî olmaktır. İrşad anlayışında muhÂsebeye cok onem verdiği icin “el-MuhÂsibî” adıyla meşhûr olan Haris b. Esed, muhÂsebeyi: Gecmişe ve geleceğe yonelik muhÂsebe diye ikiye ayırır. Geleceğe yonelik muhÂsebe, yararlıyı zararlıdan ayırmak, ayak kaymasına ve dil surcmesine mÂnî olmak icin onceden tedbir almaktır. Bu tur bir muhÂsebe, kişinin attığı her adımın, soylediği her sozun, duyduğu her sesin ve aldığı her nefesin farkında olması, yaptığını bilerek yapması demektir.
HÂris el-MuhÂsibî bazı eserlerinde “vera ’” kavramını yorumlarken, “Gunah; gonlune yatmayan ve seni rahatsız ederek icini tırmalayan şeydir.” “Şupheye duşuren şeyleri bırak, şuphe vermeyene bak.” gibi hadislere dayanarak: “Bir iş icin gonlunde harekete gecme arzusu belirdiği zaman bunun doğru mu? yanlış mı? olduğu belli oluncaya kadar bekleyerek kalbin durup duşunmesi.” şeklinde tarif etmiş ve bu bilincin muhÂsebe ve takvÂdan kaynaklandığını soylemiştir.
Gecen gecmiş ve olan olmuşsa eğer geriye pişmanlıktan başka yapılacak bir şey kalmamıştır. Gecti mi bir daha geri gelmeyecek sıcak anı, ne gecmişe takılarak, ne de gelecek hayÂli kararak heb etmek yerine Ânımızın verimliliğine yoğunlaşmalıyız. Gecmişimizi curuten ve geleceğimizi korelten anlarımızın ihmÂlidir. Bizler dunde kalarak ve dune hayıflanarak değil, bugune ve yarına bakarak hesÂbımızı yapmalıyız. Gercek muhÂsebe; gecmişe takılarak değil geleceğe bakılarak yapılan muhÂsebedir. Dune yaslanarak, bugune basarak ve yarına bakarak yurumeliyiz.
YARINA NASIL HAZIRLANMAMIZ GEREKİYOR?
Hayat kitÂbımız Kur ’Ân-ı Kerîm ’de: “Ey iman edenler! Allah ’a karşı gelmekten sakının ve yarın icin onceden ne gonderdiğinize bakın. Şuphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdÂrdır.” buyruluyor. Bu Âyet bizleri yarına nasıl hazırlanmamız gerektiğini hatırlatıyor. Âhiret gunu icin “yarın” denmesinin; yarının dunden daha kıymetli olduğunu anlatmak, kıyÂmeti yarın kopacakmış gibi yakın bilerek ona hazırlanmaya teşvîk etmek, olumun ve Âhiretin yanı başımızda olduğunu unutmamak icindir. Allah katında zamanın, biri mukellefiyet zamanı olan dunyÂ, diğeri de cez ve mukÂfÂt zamanı olan Âhiret olmak uzere iki gunden ibÂret olduğuna dikkat cekmektir.
İmam GazzÂlî; “Ey iman edenler, sabredin ve sabır yarışında duşmanlarınızı gecin, savaş icin hazır ve tetikte bulunun ve Allah ’tan korkun ki felÂha eresiniz!” Âyetinde gecen tetikte bulunmak anlamındaki “murÂbata” kelimesini nefs muhÂsebesiyle birlikte değerlendirir. Duşmanlara karşı tetikte bulunma anlamındaki murÂbata ’nın aslında nefs terbiyesinden gectiği, “Namazda gonlu olmayanın ezanda kulağı olmayacağı” gibi nefsini beklemeyen kimsenin, duşmanı da bekleyemeyeceği gerceğine işÃ‚ret eder.
MurÂbatayı; muşÃ‚rata, murÂkabe, muhÂsebe, mu ’Âkaba, mucÂhede ve muÂtebe olmak uzere altı kademede takdîm eder ve boylece nefsi hesÂba cekmenin ancak bu altı husûsun gercekleştirilmesi hÂlinde mumkun olacağını ifÂde eder. MuşÃ‚rata, nefsle sozleşme yapmak. Onu, Âdeta bir şirket ortağı gibi gorup yetki ve sorumlulukları konusunda bir tur “sozleşmeye” ye tÂbî tutmak. MurÂkabe, sozleşmenin gerekleri karşısında nefsin ciddiyet ve titizliğini surekli takîp etmek. MuhÂsebe, nefsi hesÂba cekmek, sorgulamak. Mu ’Âkabe, nefsin kusurlarına cez ile karşılık vermek. Hat ve ihmÂllerinin bedelini odeterek yaptığının yanına kar kalmayacağını gostermek.
MUSLUMAN'IN MESÛLİYETİ
Bugun dikkat dağınıklığından, ve işimize odaklanamamaktan yakınıyoruz. Kendi işimizde, esirgediğimiz ilgiyi faydasız başka alanlara harcıyoruz. Gunumuzde meslek erbÂbının mesleği hakkında affedilmez cehÂleti, sanatkÂr sınıfının her gecen gun itibar kaybına uğraması, işini bilmeyen insanlara dair acı orneklerin artması, nefs muhÂsebesi bağlamında kaybettiğimiz değerin yalnızca dinî olmadığı aynı zamanda dunyevî olduğunu gostermektedir. Muslumanın mÂlÂyÂnî kuşatmasından kurtulup once şahsî sonra da ictimÂî mesûliyetlerini yerine getirmesinin temîni toplumsal bir proje olarak oncelikle ele alınmalıdır.
Hz. MevlÂnÂ; şehvet, şohret ve servet zaaflarını, hırs, hased, kibir ve ofke gibi duyguları ateşe benzetir. Cehennemin Âlemleri yakıp yutmasına rağmen “Hel min mezîd = daha da yok mu?” demesi gibi nefs-i emmÂre de doymak bilmez. Cunku parcalar butune benzediği gibi, nefs de aslına ve cehenneme benzer. Hazret-i MevlÂn nefsin bu sinsi yonunu kışın karlar altında kalmış, donmuş ve uyuşuk yılana benzetir.
HikÂyede nefs muhÂsebesini terk edeni, dağda bulduğu uyuşuk bir yılanı olu zannederek şehre indirip guneş sıcağına marûz bırakan şehevî ortamlar da nefsi uyandırır ve sÂhibini boğuverir. O, nefsi insanın hata yapan ve gaflete duşen olumsuz melekesi olarak gorur. Ona gore nefsin bu yanlışlıkları bilincli bir tercîhe dayanmaz; Nefs, akla ve îmana karşı insanın icinde surekli bir guc olarak mucÂdele ortamının teşekkulune sebep olur. Akıl, insanın karar mekanizmasını, kalpte bu kararları uygulama gayretini temsîl eder. Kalpteki belli bir niyete donuşmemiş cağrılar, kulu iyiye veya kotuye yonelten hissî yahut fikrî bir nitelik taşır. Bunların getirisi ve goturusunu iyi hesÂb ederek davranmak gerekir.
OLCUYU KİMDEN ALACAĞIZ?
Duşunce, ifÂde ve irÂde ozgurluğu adına insanın kutsallaştırıldığı illizyonist bir cağda yaşıyoruz. Hayatına sınır getirecek hicbir kutsalı olmayan modern insan tipi, bu anlayışıyla kendisini, kutsallığın tam merkezine oturtmuş, modernizm de “hev ve hevesini ilah edinen” bu insan tipini, “fikri ve vicdÂnı hur insan” diye goklere cıkartmıştır.
Olcuyu dinden alıp akla ve insanın eline veren bu duşunce, artık hayatın butun safhalarında gercekliğin tek belirleyicisi olmuştur. Bu anlayış modernizmin kutsalları olmadığı, butun tabuları yıktığı ve kutsallardan kurtulduğu anlamına gelmez. Tek fark, modern cağın kutsalları semÂdan inmiyor, doğrularını vahy belirlemiyor ama belli bir sınıfın tekelinde dokunulmaz değerler uretiliyor. Bu cağda kapitalist sistemin carklarına su taşıyan her turlu imkÂn kutsaldır; meşrûiyeti asla tartışılmaz. Ulkemizde modern dunyÂnın kutsallaştırdığı değerlerin zihniyetimiz uzerindeki etkilerini sorgularsak eğer, uğradığımız inanc ve kultur erozyonuyla semtimizden cekilen semÂvî değerlerin yerini, “dunyevî, beşerî ve hazcı tartışılmaz değerler”in işgÂl ettiğini cok rahat soyleyebiliriz.
RUHİ DENGESİZLİĞİN TEMELİNDE O VAR?
Bu kulturel erozyon icinde cehÂlet, baskın sekuler cevre ve iktisadî şartlar gibi ceşitli îzahlarla, nefsÂnî arzular mazûr gosterilerek bir nevi masûmlaştırılmış ve nihÂyet kutsala has bir bicimde sorgulanmayan insan nefsi, “zarûret” ve “ihtiyac” kılıfına burundurulerek Muslumanların hayatında başlı başına bir problem olarak ortaya cıkmıştır.
Bilincaltımızda nefsimize ve isteklerine atfettiğimiz kutsallığın doğurduğu Ârızalar, hakîkat arayışımızı sonucsuz kılmış, icimizde aramamız gereken hatÂları, dışımızda ve başkalarında aratmaya başlatmıştır. Psikolojik rahatsızlıklara donuşen bircok rûhî dengesizliğin temelinde, şımartılmış insan egosunun yattığını soylemek bir abartı değil aksine hafife alınmayacak kadar onemsenmesi gereken bir gercektir.
NefsÂnî zaaflar hastalık adı altında “mazûr gosterilerek” nefse mukÂvemet duyguları torpulenmiş, ve “nefs mucÂdelesi” yerini terapilere bırakmıştır. Gunah-kÂr muminlere umut aşılayan Âyet ve hadisleri, umitsizliğin onune gecmek icin gundeme getirmek yerine, adı konmamış yeni bir “dindarlık modeli”ni işimize geldiği ve kolaycılığa kactığımız icin benimseme noktasına geldik. “İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanırlarmış.” sozunde ifÂde edilen girdÂba duştuk.
SEKULER İSLAM ALGISINA MEŞRUİYET KAZANDIRMA
Başlangıcta, nefsine yenik duşen insanları, ilÂhî rahmetten dışlamamak adına benimsenen bu uslup, sekulerleşen insanları dînî hayata cekememiş, ama sekuler İslam algısına meşrûiyet kazandırmada oldukca başarılı olmuştur.
Bazı cevrelerce hoşgoru ile karşılanan bircok haram, zamanla mubahlara ve bazan da “meşrû haklar”a donuşmuştur. Modern dînî literaturde gunahkÂrlığa karşı gosterilen hoşgoru, yarı Musluman-yarı liberal bir kesimin dilinde “insanın gunah işleme ozgurluğu”ne burunmuştur. Beş vakit namazı kılmamanın buyuk gunah olduğu ve buyuk gunah işleyenlerin kÂfir olmayacağı yonundeki kelamî prensip, tekfircilik illetini onlemede ne kadar faydalı oldu bilinmez ama, en azından Turkiye ’ye has, beş vakit namazı terk eden, emirleri boş veren, yasakları hice sayan ve buna rağmen dindarlığından şuphe etmeyen pek de kaygı duymayan bir Musluman tipinin ortaya cıktığı cok rahat soylenebilir. Toplumun dînî yanlışlarına “doğru” diyerek canak tutan, bazılarının beklentisine gore fetv veren sozde hocaların bu konudaki başarılarını(!) unutmamak gerekir.
Kaynak: Prof. Dr. İrfan Gunduz, Altınoluk Dergisi, Sayı: 358
İslam ve İhsan