Kainatta her şey insan icin, o da Allah ’a kul olmak icin yaratılmıştır. İnsan kendisine bahşedilmiş nimetlere gore hesaba tabi tutulacaktır.Zamanımızda “Sorumluluk Duygusu” diye ifade edilen bu hissi İslam getirmiştir. İslam inancına gore insanlar, başıboş bırakılmış yaratıklar değildir. Allah Teala, bin bir hikmetle yarattığı insana en guzel ve mukemmel şeklini, mahiyetini vermiş; onu mukerrem olarak yaratmıştır. însana has olarak yarattığı ruh ile onu canlı, akıllı duygulu, kendini aşan yuceliklere meyilli kılmış, butun bu kabiliyetlerini gercekleştirmesi, hedeflerine ulaşması, Cennet, Cemal, Rıdvan diye ifade edilen ebedî saadete layık olabilmesi icin Dunya ’ya gondermiş, ona dunya hayatı vermiştir.

Hristiyanlık ’ta mesuliyet hissi yoktur. Onların inancına gore: “İnsanlığı busbutun gunah kirlerine boğan Adem ve onun kıyamete kadar gelecek neslinin gunahlarını affettirmek icin ilah mertebesine cıkardıkları İsa gelmiş ve kefaret olarak carmıha gerilmiştir.” Bir de ruhanî reislerinin Allah adına gunahları affetme yetkisi vardır.

İslam ’da kimsenin gunah affetme yetkisi yoktur. “Kimse kimsenin senin gunahını yuklenemez.” Şefaatcılar da yine Allah ’ın izniyle ve musaade edilenlere şefaat edebileceklerdir..

Klasik Batı ve Alman Felsefesinde de insan, ilah olmamak icin gunah işlemek zorundadır. Bu da sakat bir duşuncedir. Zaten insan gunahkarlığı ile husrandadır. Bir de gunah kavramı, insanın capına gore değişir Avam nazarında kebair, havas nazarında mekrûhat, mukarrebûna gore ise Allah ’tan bir anlık gaflet, gunah addedilir. Hatasızlığını iddia eden ise busbutun hata icindedir, cunku hatasızlık ilahî bir vasıftır.

İslam ’da herkesin kademe kademe mes ’uliyet sahası vardır. Sorumluluk, cobanlık anlayışı icinde ele alınmıştır. Devlet başkanı halkın cobanıdır ve onların her şeyinden mes ’uldur. Ailede erkekler reis olarak, kadınlar da bekci olarak cobandır ve mes ’uliyetleri farklıdır. Hizmetci efendisinin, işci iş vereninin malının cobanıdır.

HER ŞEY İNSAN İCİNBir de mucerred manada insanı duşunelim: Kainatta her şey onun icin, o da Allah ’a kul olması icin yaratılmıştır. İnsan kendisine bahşedilmiş nimetlere gore hesaba tabi tutulacaktır.

Vazifesinin şuurunda ve kalpleri Allah ’a karşı saygıyla dopdolu olanlar “Allah ’ın adı yanlarında anıldığında kalplerinde bir urperti hasıl olanlar ve ayetler kendilerine okununca imanları ziyadeleşenler” mujdelenmiş, vurdumduymazlık yerilmiş ve boylelerinin, cennetin kokusunu bile alamayacakları belirtilmiştir.

Kainatın esrarını bir kitap gibi okuyabilen, eşya ve hadiselere iman zaviyesinden basiretle bakabilen mu ’minin kalbinde şu uc sebepten bir urperti olur

GUNAHKÂR OLUŞAllah ’a karşı mahcubiyet ve hacÂletin eseri olarak selim fıtrat uzere yaratılan ve beyaz bezlerin icinde cırpındığı zamanın saffetini muhafaza edememenin kirlenmeden, yaralanıp berelenmeden sacını sakalını ağarttığı ana gelemediği icin, Allah ’ın adı anıldığında ilahi azamet ve azabın şiddetini hatırlayacak, urperecek ve titreyecektir. Kur ’an ’ın ifadesiyle “Zerre kadar hayır işleyen de, şer işleyen de karşılığını gorecektir” fermanı mu ’mini sarsacak, cile cektirecektir. “İki emniyeti de iki sıkıntıyı da bir kuluma vermem” hadis-i kudsîsî, dunyada emin ve endişesiz yaşayanların, kalplerinde korku olmayanların ukbada korkacaklarını, burada sıkıntı cekenlerin, hesabını yapanların orada “emn u eman” icinde olacaklarını beyan etmektedir.

VAHŞİ ’NİN HİKAYESİAshab-I Kîram mesuliyet hissiyle dopdoluydu. Herbiri bir muhasebe kitabı, muhasebe kutusu idi. Tasnife gore arkadan gelen ve Mekke ’nin fethinde Musluman olanlardan Vahşi ’ye atf-ı nazar edelim:

Tedricen nazil olan uc ayetin akabinde kalbi İslam ’a ısınan Vahşi, Peygamber ’in huzuruna gelince, Efendimiz sordu: “Sen Vahşi misin?”

“ Vahşi ’yim” dedi. Efendimiz ondan Hazret-i Hamza ’yı nasıl şehit ettiğini anlatmasını istedi.

Anlatınca kalbi kırık Peygamber ’in acısı tazelendi. Uhut ’ta Hamza ’yı şehit eden mızrak sanki Nebiler Nebisinin sinesine saplanmıştı.

Aradan bu kadar zaman gecmiş olmasına rağmen Efendimiz ’in huznu eksilmemişti. “Madem ki Musluman oldun, hak ve hakikat kapışını caldın, bu kapıya geleni kimse geri ceviremez. Ancak Hamza benim amcamdır ve seni gordukce kalbimde bir burkuntu olabilir. Ne olur bana seyrek gorun” demişti.

Vahşinin tertemiz vicdanı vardı. Bir kere kiralık katil olarak kana girmiş, elini kana bulamıştı. Gunahının ağırlığını hissediyor, Peygamberini kıyıdan koşeden seyrediyor, huzura cıkamıyordu.

Bir gun dunyasını yıkan bir haber aldı. Allah Resûlu ona, “gel!” demeden gitmişti. Deli gibi geziyor, meydanlarda muharebe arıyordu. “Beklediğim olum gelse de, şu mahcubiyetten kurtuluversem, şehit olsam. Hz. Hamza ’yı oldurduğum gibi olduruluversem de, şu ağırlığı uzerimden atıversem” diyordu. Hz. Ebubekir zamanında Yemame Harbi zuhur etmiş, yalancı peygambere karşı savaş acılmıştı. Vahşi bu fırsatı ganimet bildi. Yemame duşerken Museyleme-i Kezzab kacmaya calışıyordu. Bir sahabi, bir iki darbe vurduysa da tesir edemedi, Vahşiye işaret etti. Vahşi elindeki Hz. Hamza ’nın kanına bulanmış paslı mızrağını Museyleme ’nin goğsunden saplamış ve arkasından cıkarmıştı. Mızrağını almadan secdeye kapandı ve “Allah ’ım! Artık Resûlu ’nun huzuruna cıkabilir miyim? Kafir iken Muslumanların en hayırlılarından birini oldurmuştum, Musluman oldum, Kafirlerin en şerlisini olduruyorum. Acaba kendimi affettirebildim mi?” diyordu.

Biz her an işlediğimiz binlerce gunah ve nefesimize karşı bunca vahşeti işlemiş birer vahşi olarak secdeye kapandığımızda bunların ağırlığını duyacağımıza, ne yazık ki, galiba haşre kadar surecek bir gafletin etkisi altındayız.

NİMETE ŞUKURCenab-ı Vahibu ’l Ataya ’nın bahşettiği sayısız nimet karşısında insan, semavat ’ın, arzın ve dağların yuklenmekten kacındığı emaneti nasıl tekelluf etmişse, oylece mesuliyetini idrak etmeli ve bunu şeref ve bahtiyarlık saymalıdır.

Kendi zatında kucuk olan bir kişi, yuce bir makama intisabı ile şeref kesb eder. Ashab-ı Kiram ’ın buyuk olmalarının sebebi de Resûlullah ’ın sohbetinde bulunmaktan kaynaklanıyor.

Herkesin kulluktan kactığı zamanda Allah ’a kulluğu cana minnet bilmek, yalnız O ’na boyun eğmek, yardımı yalnız O ’ndan beklemek ve tozlu topraklı yerlere O ’nun icin baş koymak ise şereflerin en buyuğudur.

Allah Resûlu vahyin murakebesinde hatadan korunup, gecmiş ve gelecek tum hataları bağışlanmışken, yine de geceleri ayakları şişinceye kadar ibadet eder, kıyam dururdu. Nefsine neden bu kadar eziyet ediyorsun? sorusuna karşı da: Şukreden bir kul olmayayım mı? cevabını verirdi.

Ashab-ı Kiram da Allah ’ın teklifleri kendilerine ulaştıkca onların ağırlığını derinlemesine ruhlarında hissederlerdi. Fakat “Gonlunuzde olanları acığa vursanız da gizleseniz de, Allah onunla sizi sorguya cekecektir.” (2/284) ayeti nazil olunca belleri kırılmış, sarsılmışlardı.

Aradan bir hafta gecmişti ki, kiminin dizleri nasırlaşmış, kiminin gozleri ağlamaktan kan canağına donmuştu. Caresiz Allah Resûlu ’nun huzuruna girdiler. Dediler ki: “Ya Resulullah, onceleri bize gucumuzun yeteceği ameller; namaz, oruc, cihat ve sadaka gibi ibadetler teklif olunmuştu. Şimdi şu nazil olan ayete takat getiremiyoruz. Biz beşeriz, seyyiatı fiillerimize aksettirmemeye gayret ediyoruz. Ancak busbutun kalbimizden gecmesine mani olamıyoruz.”

Resûlullah Efendimiz; “Sizden onceki ehl-i kitabın dedikleri gibi “işittik, isyan ediyoruz” mu diyeceksiniz? Halbuki ashabıma “işittik, itaat ediyoruz” demek duşer” buyurunca, hepsi birden “İşittik, itaat ediyoruz” dediler. Bu hareketleri Allah ’ın rahmetini celbetti de “Allah her şahsa ancak gucunun yettiği kadar sorumluluk yukler” (2/286) ayetiyle yukleri hafifletildi ve onceki ayetin hukmu nesh olundu.

NİMETLERDEN HESABA CEKİLME KAYGISIYukarıda herkesin kendisine bahşedilmiş nimetlere gore hesaba cekileceğini belirtmiştik. Allah uğrunda sahip olunan butun imkanlar seferber edilecek, yine de bir şeyler yaptım zehabı olmayacak.

Hz. Ebubekir ’i “Siddîk-ı Ekber” yapan hem servetini tumuyle harcaması, hem de bedenî hizmetlerde en onde olması; buna rağmen kendinde bir varlık gormemesi ve hesabın şiddetini de ruhunda hissetmesi idi.

“Keşki bir kuş olsaydım, daldan dala konsaydım, beni biri yakalasa yeseydi de insan olmasam, hesaba cekilmeseydim” diyordu.

Adaletin timsali Hz. Omer, bir gun Ebu Musa el-Eş ’arî ’ye, “Ya Ebu Musa, kıyamet gunu icin Allah ’tan ne bekliyorsun?” diye sorup, “Ecr-u mukafata nail olacağız. Cok iyilikler ettik, Allah ’tan buyuk ihsanlar bekliyoruz” cevabını alınca, “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah ’a yemin ederim ki; hesaptan kurtulmaktan başka bir şey istemiyorum” diyordu. Yine, “N ’olaydı, bir saman copu olsaydım, anam beni doğurmasaydı, şey ’i mezkûr olacağıma nesyen mensiyya olsaydım” derdi. Etrafındaki insanlara daima “Hesaba cekilmezden once kendi nefsinizi hesaba cekin, amelleriniz tartılmadan kendiniz tartın ki yanılmayasınız “ diye nasihatta bulunurdu.

Bu mahalde bir de Amir b. el-As ’a bakalım. O hal-i ihtizarda sıkıntı cekenleri kınardı. “Olumden niye bu kadar korkuyor, rahmet kapısından niye urkuyorsunuz, olumsuzluğe kavuşup ebedî nimetlerle perverde olacaksınız, Dunya sıkıntısından kurtulup rahata erecek. Nebiler Nebisinin turfanda hurma yediği sofraya ulaşacaksınız, ızdırabınız nedendir?” derdi.

Kendisi de o hal ile hallendikce sıkıntı cekiyor, ağlıyordu. Oğlu başkalarını kınadığı şeye kendinin de muptela olduğunu hatırlatınca da şoyle diyordu:

“Oğlum, olumu anlatamam sana. Hayatımda uc devir vardır; onceleri Allah Resûlu ’nun baş duşmanıydım, O sadık dostlarını Habeşistan ’a gonderince Necaşi ’nin fikrini bozmak ve Muslumanları yurdundan cıkarmasını sağlamak icin becerikli bir kafir olarak ben gittim. Bedir ’de ve Uhut ’ta karşısına cıktım. Karşısına cıkmak icin de vesile arardım. O zaman olseydim vay halime!

“Kalbim İslam ’a ısındı, Resûlullah ’a gittim, bana kucak actı, benden hoşnuttu. Keşki o zaman olseydim, beni eliyle yıkasaydı, namazımı kılıp benim icin mağfiret dileseydi, keski olseydim o zaman!”

“Ondan sonra ayrı bir devir oldu. Dunyaya karıştık, siyasî cekişmelerle birbirimize duştuk, şu anda bir ipeğin calılar uzerine atılıp cekilişi gibi ızdırap duyuyorum. Yer beni sıkıyor gibi, biraz sonra 60-70 yıllık bir omrun hesabını vermeye cıkacağım. Karınca kadar vucudumla tınas tınas yığınların sayılması istenecek, “mukellef bir kul olmanın hesabını ver” diyecek Mevla.” Bu sozleri soyleyen Amr, duvara doğru donup hıckıra hıckıra ağlıyordu; cunku bu manada ağlamak cocuk değil buyuk adam işiydi.

Yeniden gonul dunyamıza donup, Hak ve hakikat kapısında direnmez, kafamız catlayacak ’ hale gelmezsek, rahmet kapıları acılmaz, cennet ikliminden rıza meltemleri esmez.

Hepimiz birtakım vazifelerle mukellefiz. Teker teker idaremiz altında bulunanlardan, namaz kılmayan yakınlarımızdan, İslam ’dan habersiz dostlarımızdan, memleketimizdeki İslam ’a karşı olan alakasızlıktan Allah ’a hesap vereceğiz.

“Butun sırların ortaya dokuleceği gun” gelecektir. Burada vazifemizin ağırlığını hissedelim, burada titreyelim, urperelim, sıkıntı ve cile cekelim ki oteler otesinde “emn u eman” icinde olalım. Allah yar ve yardımcımız olsun.

Kaynak: Mustafa Avcı, Altınoluk Dergisi, 1986 - Ağustos, Sayı: 6
İslam ve İhsan