
Efendimiz ’e duyulan muhabbet; ibÂdetlere huzur, beşerî davranışlara nezÂket, ahlÂka incelik, gonullere rikkat, sîmÂlara nûrÂniyet, lisanlara rûhÂniyet, nazarlara derinlik olarak akseder. Zîr butun bu guzelliklerin tahsil edileceği en feyizli menbÂ, Peygamber Efendimiz ’dir.CenÂb-ı Hak, butun mahlûkÂtı ve bilhassa insanı muhabbet meyliyle donatmıştır. İlÂhî bir imtihan dershÂnesi olan bu Âlemde insan, muhabbetini Hakk ’a ve hayra yonelttiği nisbette mÂnen seviye kazanır. Rûhun huzur ve sukûna kavuşacağı aslî ve nihÂî muhabbet merkezi, onu kendi rûhundan insana lutfeden Allah ’tır. Bu yuzden nihÂyeti Hakk ’a varmayan, sonu O ’na ulaşmayan, yanlış adreslerde aranıp cıkmaz sokaklarda heb edilen butun fÂnî muhabbetler, rûh icin beyhûde bir yorgunluk ve sıklet sebebidir.
MevlÂn Hazretleri, kulun bu gafletini ne ibretli bir misÂlle ifade eder:
“Kuzunun kurttan kacmasına şaşılmaz. Zîr kurt, kuzunun duşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda gonul kaptırmasıdır!..”
Bu bakımdan, muhabbetin asıl merkezi olan Allah TeÂl ’yı unutmadan, butun fÂnî muhabbetleri ilÂhî muhabbete basamak kılacak bir gonul kıvÂmına sÂhip olmak îcÂb eder. Bu, insanın yaratılışının muktezÂsıdır.
İLAHİ MUHABBETE GOTUREN EN DOĞRU VE KESTİRME YOL İlÂhî muhabbete goturen en doğru ve kestirme yol da, Efendimiz ’e muhabbetten gecmektedir. Bu muhabbetin tezÂhuru ise O ’na itaat etmektir. “Seven, sevdiğinin her şeyini sever.” dustûrunca, Peygamber Efendimiz ’e her bakımından bağlılık ve itaat şarttır. Zîr bu bağlılık ve itaat, Hakk ’a muhabbetin bel kemiğini oluşturur.
Efendimiz ’e duyulan muhabbet; ibÂdetlere huzur, beşerî davranışlara nezÂket, ahlÂka incelik, gonullere rikkat, sîmÂlara nûrÂniyet, lisanlara rûhÂniyet, nazarlara derinlik olarak akseder. Zîr butun bu guzelliklerin tahsil edileceği en feyizli menbÂ, Peygamber Efendimiz ’dir.
Hakîkaten gonuller, ancak o Efendimiz ’in rûhÂniyeti etrÂfında aşk ile yanan bir pervÂne hÂline geldiğinde O ’nun gonul iklîminden ilÂhî aşk dersini kÂmil mÂnÂda tahsil edebilir. Nitekim Efendimiz ’e olan muhabbetimizin derecesini mîzÂn etmemiz icin MevlÂn Hazretleri, kÂinattaki muhabbet tecellîlerinden birkacını şoyle misÂl verir:
“Aşk uğrunda nice pervÂne ateşe atıldı. Alevler icinde kanat cırpıyor, yanıp kavruluyordu da hÂl lisÂnıyla: «Sen de benim gibi ol!» diyordu.”
“Mum, hem yanıyor hem de ağlıyordu. Kendini ateşe, ıztırÂba vermişti. Fakat gozleri yaş dokerken etrafa ışık sacıyordu. Yine o mum: «Bu dunyÂda kazanc elde etmek icin altınlar, gumuşler sacsan, bunlar sana ne fayda sağlar? MÂnevî kÂr elde etmek istiyorsan, benim gibi yanmaya, erimeye bak!» diyordu.”
İşte boylesine derin bir muhabbetle sevmemiz gereken Efendimiz, omru boyunca; “ummetî, ummetî…” diyerek yaşadı. O ’nun, um­metine olan muhabbet ve şefkati, yavruları uzerine titreyen, onlara kol-kanat geren muşfik bir annenin sevgisiyle kıyaslanamayacak derece ustundu. Ummetinin Âkıbetini kendisine oyle dert edinmişti ki, bu uğurda cektiği cileleri ifÂde sadedinde; “…Allah yolunda hic kimsenin gormediği eziyetlere mÂruz kaldım…” buyurmuştu. (Tirmizî, KıyÂmet, 34/2472)
Yine ashÂbına buyuruyordu ki:
“Dikkat edin! Ben hayÂtımda sizin icin bir emniyet vesîlesiyim. VefÂt ettiğimde ise, kabrimde: «Y Rabbî, ummetî ummetî!..» diye ilk Sûr ufleninceye kadar nid edeceğim…” (Ali el-Muttakî, Kenzu ’l-UmmÂl, c. 14, s. 414)
O ’nun, ummetine olan muhabbetine vef gostermek, her mu ’minin en başta gelen bir vicdan borcudur. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (BuhÂrî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfi muktezÂsınca O ’nu canımızdan cok sevmeli, O ’nun Sunnet ’ine uymalı, ahlÂkıyla ahlÂklanmalı­yız. Zîr bu, O ’na olan muhabbetimizin en hassas bir terÂzîsi ve gostergesidir.
HİKMETLİ TAVSİYELER İşte Efendimiz ’in bizlere ebedî saÂdet ve kurtuluş sermÂyesi olacak hikmetli tavsiyelerinden ikisi:
1. Rabbim bana zulmedeni affetmemi emretti, (ben de size tavsiye ederim.)[1]
Affetmek, sucluyu cezÂlandırmaya muktedir olunduğu hÂlde, intikam almak yerine bağışlamaktır. Yaratan ’dan oturu yaratılanlara gosterilen en guzel bir muhabbet tezÂhurudur. YÂni sucluya karşılık verme husûsunda kendi nefsini aradan cıkarıp, AllÂh ’ın affını umarak, suclu şahsı ilÂhî af ve merhamete muhÂtap kılabilme olgunluğudur. Tabiî ki bu olgunluk, ilÂhî irÂde karşısında “hiclik” şuuruna ermiş, ilÂhî ahlÂk ile ahlÂklanmış, kÂmil mu ’min­lerin kÂrıdır. Affede affede, affa lÂyık olma azminin bir neticesidir. Hazret-i Omer buyurur:
“Merhamet etmeyene merhamet olunmaz. Kusurları bağışlamayan kimsenin, kendisi de bağışlanmaz. Affetmeyen kişi affolunmaz...” (BuhÂrî, el-Edebu ’l-Mufred, s. 415, no: 371)
Ofkeyi yenmek ve affedebilmek, nefse zor gelen bir iştir. Fakat elde edilen bir neticenin şerefi, ona ulaşmadaki zorluk nisbetinde buyuk olduğundan, AllÂh icin bu dirÂyeti gosterebilmek, pek mustesn bir fazîlettir. Nitekim ofke zaafına dûcÂr olan bir kimse, Peygamber Efendimiz ’den oğut istemişti. Efendimiz de ona; “Kızma!” buyurdu. Adam dileğini birkac kez tekrar ettiyse de, Efendimiz her defÂsında aynı cevÂbı verdi. (Bkz. BuhÂrî, Edeb 76)
AFFEDEBİLME HASLETİ NASIL KAZANILIR? Yine Efendimiz mu ’minleri, ofkelerini yenerek affedebilme hasletini kazanmaya şoyle dÂvet etmiştir:
“İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şayet zulmederlerse biz de zulmederiz, diyerek her hususta başkalarını taklîd eden basit kişiler olmayın! LÂkin kendinizi, insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmaya, kotuluk yaparlarsa zulmetmemeye (affetmeye) alıştırın!” (Tirmizî, Birr, 63/2007)
Nitekim bu hakîkatler ışığında buyuklerimiz:
“İyilik yapana iyilik, her kişinin kÂrı; kotuluk yapana iyilik ise, er kişinin kÂrıdır!” demişlerdir.
Bu ahlÂk, aslında muhim bir mÂnevî terbiye metodudur. Zîr iyilik yapılan kimse duşmansa, bu iyilik onun kalbindeki kin ve duşmanlığı kırar, dostluk temÂyullerini filizlendirir. Ortada bir kişiyse, gonlunde dostluk ve yakınlık arzusu peyd olur. Dost ve yakın biriyse, muhabbeti daha da artar. Nitekim Âyet-i kerîmede buyrulur:
“İyilik ile kotuluk bir olmaz. Sen (kotuluğu) en guzel yol ne ise onunla onle. O zaman gorursun ki, seninle arasında duşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın bir dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34)
İbn-i AbbÂs (r.a.) bu Âyeti şoyle tefsîr eder:
“Âyetteki «en guzel yol» tÂbiriyle kastedilen, ofke Ânında sabır ve kotuluğe mÂruz kalındığı andaki aftır. Allah, bunu yapabilenleri muhÂfaza eder, duşmanlarını da kendilerine boyun eğdirir, sanki samimî bir dost kılar.” (BuhÂrî, Tefsîr, 41/1)
“AFFEDEBİLME” FAZÎLETİ TÂrih boyunca insanları zulum, haksızlık ve kotulukten vazgecirmek ve onlara Hakk ’ı ve hayrı telkin etmek husûsunda “affedebilme” fazîletinin cok bereketli neticeleri gorulmuş; bu meziyet, nice gÂfillerin intibÂhına vesîle olmuştur. Nitekim Mek­ke ’nin fet­hi gu­nu Allah Resûlu, umû­mî bir af ve emÂn îlÂn et­mişti. KÂbe ’de toplanmış olan halka:
“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler:
“–Biz Sen ’in hayrını ve iyiliğini umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, ke­rem ve iyilik sÂhibi bir kardeş, kerem ve iyilik sÂhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler. Bunun uzerine Efendimiz:
“–Ben de Hazret-i Yûsuf ’un kardeşlerine dediği gibi: «…Size bugun hicbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şuphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” bu­yurdu.
Allah TeÂlÂ, yıllarca muslumanlara zulmeden Kureyş muşriklerini Resû­lu ’nun eline duşurduğu ve O ’na boyun eğdirdiği hÂlde, Efendimiz onları affetti ve serbest bıraktı.[2] Bu Âlicenap tavır karşısında nice taşlaşmış yurekler yumuşadı, nice karanlık gonuller hidÂyet nûruyla aydınlandı.
PEYGAMBERİMİZİN AFFI VE BAĞIŞLAMASI Peygamber Efendimiz ’in sevgili kerîmesi Zeynep (r.a.), muhterem babasına hicret ederken İslÂm duşmanlarından HebbÂr bin Esved peşinden koştu. Devenin ustundeki hevdec ’de, yÂni mahfazada bulunan Hazret-i Zeynep ’e mızrağıyla vurarak onu bir kayanın uzerine duşurdu ve ağır bir şekilde yaraladı. O vakit hÂmile olan Hazret-i Zeynep kanlar icinde kalarak cocuğunu duşurdu. Ustelik orada aldığı yaralar, daha sonra vefÂtına sebep oldu. HebbÂr, bunun yanında daha bircok suc işlemişti. Mekke ’nin fethinden sonra kactı ve ele gecirilemedi.
Resûlullah, Medîne ’de ashÂbıyla oturduğu bir esnÂda HebbÂr, huzûr-i saÂdete gelerek Musluman olduğunu bildirdi ve affını diledi. Efendimiz onu da affetti. Ustelik onceden yaptıkları icin ona hakÂret edilmesini de yasakladı.[3] Cunku Yuce Rabbimiz:
“(Ey Resûlum!) Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, cÂhillere aldırış etme, onlardan yuz cevir!” (el-A ’rÂf, 199) buyuruyordu.
Hazret-i Peygamber, şahsına karşı işlenen sucları hic tereddutsuz affederdi. LÂkin umûma karşı işlenen suclarda, hak ve adÂlet yerini buluncaya kadar, O ’nu hic kimse sÂkinleştiremezdi. Zîr affetmek, affedenin şahsına karşı işlenen suclarda mevzubahistir. Şayet bir suc, toplumu ilgilendiriyorsa, o zaman toplumun hakkını korumak gerekir. Zîr boyle bir suclu affedildiğinde, daha buyuk haksızlıklara kapı aralanıp topluma zulmedileceği muhakkaktır.
ALLAH İCİN AFFETME FAZÎLETİ AllÂh icin affetme fazîleti, Âlemlere rahmet olarak gonderilen Peygamber Efendimiz ’in en buyuk şiÂrı idi. Oyle ki Peygamber Efendimiz, tebliğ vazîfesi esnÂsında kendisine hakÂret edip zulmeden nice insanları affetmiş, onların da hidÂyete ermeleri icin Rabbine niyazda bulunmuştur. Nitekim İslÂm ’ı teblîğ icin TÂif ’e giden Efendimiz, oradaki cÂhil ve putperest halk tarafından taşlanmış, kan-revÂn icinde bırakılmıştı. CebrÂil (a.s.) Peygamber Efendimiz ’e gelmiş ve bu kavmi helÂk etmek icin emrini beklediğini bildirmişti. Rahmet Peygamberi Efendimiz ise:
“–Hayır, ben CenÂb-ı Hakk ’ın, onların neslinden sadece AllÂh ’a ibÂdet edecek ve O ’na hicbir şeyi ortak koşmayacak kimseler cıkarmasını dilerim.” karşılığını vermişti. (Bkz. BuhÂrî, Bed ’u ’l-Halk, 7; Muslim, CihÂd, 111)
Bu rahmet uslûbunun bereketiyledir ki, hakîkaten TÂif halkı bir muddet sonra İslÂm ile şereflendi.
CİRKİN İFTİRA DunyÂnın belki de en ağır zulum ve haksızlığını işleyerek, iffet timsÂli Hazret-i Ayşe vÂlidemiz hakkında cirkin bir buhtanda bulunan iftirÂcılar arasında, Ebûbekir ’in (r.a.) yardım etmekte olduğu Mıstah isimli bir fakir de vardı. Onun bu hÂli, Hazret-i Ebûbekir ’in cok gucune gitmişti. Zîr iftir edilen; ummetin annesi, ResûlullÂh ’ın zevcesi ve gozunun nûru kızı idi. Hazret-i Ebûbekir, nice zamandır yardım etmekte olduğu Mıstah ’tan gorduğu bu dehşetli nankorluk karşısında; bundan sonra ona bir şey vermeyeceğine dÂir yemin etti. Hazret-i Ebûbekir ’in yardımı kesilince Mıstah ve Âilesi perişan bir hÂle duştu.
Bunun uzerine CenÂb-ı Hak, fazîlet sÂhiplerinin kendilerine zulmedenleri dahî affetmeleri gerektiğini bildirip:
“AllÂh ’ın sizi affetmesini istemez misiniz?” (en-Nûr, 22) buyurunca, Hazret-i Ebûbekir:
“–Evet, vallÂhi AllÂh ’ın beni affetmesini elbette isterim!” dedi ve ardından yemin keffÂreti odeyerek Mıstah ’ın nafakasını vermeye devÂm etti. (BuhÂrî, MegÂzî, 34; Muslim, Tevbe, 56)
VelhÂsıl, affın asıl sÂhibi CenÂb-ı Hak ’tır. Mu ’minler de, kalplerindeki Allah muhabbetinin seviyesi nisbetinde affetmekten haz alırlar. İlÂhî vuslatın zevkini tatmak isteyenler, gonul bahcelerinin latîf gullerinden af rÂyihaları dağıtanlardır. Kişinin, kendisine zulmedeni AllÂh icin affedebilmesi, rûhunun kazandığı gercek zaferdir.
2. Allah Resûlu tavsiyelerine devamla şoyle buyurur:
Rabbim bana mÂrûfu emretmemi, (munkerden nehyetmemi emir buyurdu, ben de size tavsiye ederim.)
PEYGAMBER MESLEĞİ Yaratan ’dan oturu yaratılanlara şefkat ve merhametin tezÂhuru olan mÂrûfu (iyilikleri) emredip munkerden (kotuluklerden) nehyetmek, insanlara yapılabilecek en muhim hizmettir. Zîr insanların en buyuk ihtiyÂcı “îman selÂmeti”dir. Bunun icindir ki insanları hidÂyete cağırmak, “Peygamber mesleği” denilebilecek mukaddes bir vazîfedir. Zîr CenÂb-ı Hak, Âyet-i kerîmede şoyle buyurur:
“Elbette kendilerine peygamber gonderilen kimseleri sorguya cekeceğimiz gibi, gonderilen peygamberlere de mutlaka soracağız.” (el-A ’rÂf, 6)
Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm- da, omrunu tebliğ vazîfesine adamış ve Ved Hutbesi ’nde arka arkaya uc defÂ; “Tebliğ ettim mi?” diye sorarak, vazîfesini îf ettiğine dÂir ummetinden te ’yîd almıştır. O ’nun bu mukaddes vazîfesi, ummeti olan bizler icin de gecerli bir mes ’ûliyettir. Kur ’Ân-ı Kerîm ’de buyrulur:
“(İnsanları) AllÂh ’a dÂvet eden, sÂlih ameller işleyen ve «Ben muslu­manlardanım.» diyenden daha guzel sozlu kim olabilir?” (Fussilet, 33)
“Sizden, hayra cağıran, iyiliği emredip kotuluğu men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar felÂha erenlerdir.” (Âl-i İmrÂn, 104)
Hadîs-i şerîfte de şoyle buyrulur:
“AllÂh ’a yemin ederim ki, CenÂb-ı Hakk ’ın senin vÂsıtanla tek bir kişiyi hidÂyete kavuşturması, (en kıymetli duny nîmeti sayılan) kızıl develere sÂhip olmandan daha hayırlıdır.” (BuhÂrî, AshÂbu ’n-Nebî, 9)
Butun bu iltifat ve mujdelere nÂil olmak, mu ’min gonuller icin ne buyuk bir saÂdettir. Zîr yine bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu uzere:
“HidÂyet yoluna dÂvet eden kimse, ona tÂbî olanların ecirleri kadar ecir alır. Bu, tÂbî olanların ecrinden de bir şey eksiltmez!..” (Muslim, İlim, 16)
İşte hakkı ve hayrı tebliğ yonundeki hÂlisÂne gayretlerin mukÂfÂtı, bir kar topunun yuvarlanarak buyuk bir cığa donuşmesi gibi katlanarak artmaktadır. O hÂlde, îman nîmetinden mahrum olanların, yÂhut mu ’min olduğu hÂlde gaflet ve cehÂletleri sebebiyle dîni sığ ve kaba olculer dÂhilinde yaşayanların îkaz ve irşÃ‚dına gayret gostermek, onlara yapılabilecek en buyuk iyilik olduğu gibi, kendimiz icin de, hem buyuk bir ecir vesîlesi hem de îman nîmetimizin şukur borcudur.
Ote yandan, tebliğ husûsundaki gayret derecemiz, bir bakıma îmÂnımızın seviyesini gosteren mihenk taşı mevkiindedir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Sizden her kim bir kotuluk gorurse onu eliyle duzeltsin; buna gucu yetmezse diliyle duzeltsin; buna da gucu yetmezse kalbiyle buğzetsin, ki bu, îmÂnın en zayıf derecesidir.” (Muslim, ÎmÂn, 78)
Tebliğ husûsunda ihmalkÂr davrananlar icin de pek cok şiddetli îkazlar vÂrid olmuştur. Nitekim Allah Resûlu:
“Bana hayat bahşeden AllÂh ’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder kotulukten nehyedersiniz ya da Allah kendi katından uzerinize bir azap gonderir de o zaman du edersiniz fakat duÂnız kabûl edilmez.” buyurmuştur. (Tirmizî, Fiten, 9)
TEBLİĞ VAZÎFESİNİN USÛL VE ÂDÂBI Ancak, tebliğ vazîfesinin usûl ve ÂdÂbına da riÂyet edilmelidir. Aksi hÂlde kaş yapayım derken goz cıkarmaya, yÂni fayda yerine zarara da sebep olunabilir. Hakkı tebliğ ve hayra teşvik icin evvel hakkın ve hayrın mÂhiyetine doğru bir şekilde vÂkıf olmak gerekir. Zîr cÂhilin tebliğinin, hem uslûp hem de muhtev bakımından yanlışlardan berî olması mumkun değildir. O hÂlde, bu yoldaki ilk şart, ilmî ve kalbî sermÂyedir. Boş bardakla ikrÂm olmayacağı gibi, ilim ve irfansız bir tebliğden de hayırlı bir netice alınamaz.
Ayrıca kalbi bencillik ve benzeri mÂnevî zaaflarla dolu bir kimsenin tebliğe kalkışması da son derece yanlıştır. Boyleleri, hayra cağırayım derken daha da zarar verirler. Makbul bir tebliğ icin, Kur ’Ân hikmetleriyle yoğrulmuş hassas bir gonle ve İslÂm ’ın guler yuzunu yansıtan mutebessim bir cehreye sÂhip olmak lÂzımdır. Yine hakkın, hayrın, fazîlet ve doğruluğun canlı bir timsÂli hÂline gelmek ve ornek bir hayat yaşayarak rahmet sacan bir gonul diliyle konuşmak gerekir.
Tebliğ, ikrÂm ile, ihsÂn ile, İslÂm şahsiyetinin nezÂket ve zarÂfetini temsîl ile yapılmalıdır. Zîr insan, ihsÂna mağluptur ve gorduğu yuksek şahsiyet ve karaktere meftûn olur. Diğer taraftan tebliğ hizmetini îf eden biri, muhÂtabı hangi curmu işlemiş olursa olsun, onu tebliğ dÂvetinden mahrum etmemelidir. Bir kayanın, hatt duvarın icinden bile nice ciceklerin ve ağacların cıkabildiğini duşunerek, hic kimseyi dışlamamalı, AllÂh ’ın rahmetinin sonsuzluğunu hatırından cıkarmamalıdır.
Resûlullah, kızı Hazret-i Zeyneb ’i deveden duşurerek vefÂtına sebep olan HebbÂr bin Esved ’e, Mekke fethine kadar her turlu duşmanlığı yapan İkrime bin Ebû Cehil ’e, amcası Hazret-i Ham­za ’yı şe­hît eden Vah­şî ’ye ve hat­t amcasının ci­ğe­ri­ni hırs­la ısı­ran Ebû Suf­yÂn ’ın ka­rı­sı Hind ’e bile tebliğ ka­pı­sını ka­pat­ma­mış­tır. Bu bakımdan muhÂtap, kufrunde Firavun derecesinde şiddetli bile olsa, tebliğ dÂvetinden mahrum bırakılmamalıdır. Nitekim CenÂb-ı Hak, Mûs ’ya, tanrılık iddiÂsındaki Firavun ’a gidip ona yumuşak bir lisÂn ile tebliğde bulunmasını emretmiştir.
Gunah yuku altında ezilerek kendileri icin artık bir kurtuluş umîdi kalma­dığını zanneden gunahkÂrlara da AllÂh ’ın rahmet ve merhameti­nin buyukluğunu telkin etmek gerekir. Zîr Rabbimiz buyurur:
“De ki: Ey ne­fis­le­ri­ne zul­met­mek­te aşı­rı gi­den kul­la­rım! Al­lÂh ’ın rah­me­tin­den umî­di­ni­zi kes­me­yi­niz! Cun­ku Al­lah bu­tun gu­nah­la­rı af­fe­der. Mu­hak­kak O, Ga­fûr ve Ra­hîm ’dir. Onun icin umidinizi kesmeyin de başınıza azap gelmeden evvel tevbe edip Rabbinize yonelin ve O ’na teslim olun. Yoksa yardım goremezsiniz.” (ez-Zu­mer, 53-54)
İşte gunah batağında boğulan mucrimleri, İslÂm ’ın umit ve merhamet dergÂhına guzel ve hikmetli sozlerle ve rahmet uslûbuyla dÂvet etmek îcÂb eder.
HÂsılı, tebliğ husûsunda mu ’minlere duşen; ye ’se ve rehÂvete kapılmadan, yorgunluk ve bezginlik gostermeden gayrete devÂm etmek, neticeyi AllÂh ’a havÂle edip tevekkul etmektir. Ayrıca İslÂm ’ın guzelliklerini, hakkı ve hayrı tebliğ imkÂnı varken birtakım zahmetlere katlanmayıp sırf kendi kurtuluşuyla yetinme bencilliğinden de AllÂh ’a sığınılmalıdır.
CenÂb-ı Hak, yarattığı sayısız mahlûkÂtıyla bizlere nice hikmet ve hakîkatleri beyÂn etmektedir. Bu sır ve hikmetler Âlemini okuyabilmek, kalbin sanatıdır. Kalbi ibret ve ders almaya istîdatlı kimseler icin kÂinat, muhteşem bir dershÂnedir. Hazret-i MevlÂn ve Yûnus misÂli Hak dostları, bu kÂinÂt mektebinin en guzîde talebeleri oldular. Bu Âlemden hikmet ve sırlar devşirerek mÂrifete teşne gonullere rûhÂnî rÂyihalar sactılar. Rabbimiz butun kÂinÂtı onlara Âdeta bir kitap gibi actı.
“DİĞERGÂMLIK” HİKMETİ İşte Rabbimiz, goren gozler, hisseden gonuller icin her bir varlıkta nice ibretler ve hikmetler sergilemektedir. Bunlar vÂsıtasıyla da bilhassa “diğergÂmlık” hikmetine dikkatimizi cekmektedir:
Mesel kırk beş gunluk bir omru olan arı, kendisi icin bal yapar, fakat kendi ihtiyÂcının belki yuz katı bal uretir. Boylece bir bakıma omrunun asıl gÂyesinin, başkalarına hizmet etmek olduğunu ifade eder.
Yine duşunmeli ki bir erik ağacının meyvesi, aynı zamanda onun tohumudur ve neslinin devamı icindir. Ama bir tanesi bile bir erik ağacının yetişmesi icin yeterliyken fazla fazla meyve verir ki, başkaları da o nîmetten faydalansın. Bunlar, Rabbimizin mahlûkatta sergilediği ne guzel diğergÂmlık ornekleridir.
Rabbimiz yine bir “cınar ağacı”yla duny hayÂtının misÂlini bildirir. Buyuk ve ihtişamlı bir ağac olan cınar, kış gelince yapraklarını doker ve hÂl lisÂnıyla olumun hak olduğunu sessiz-sozsuz haykırır. Baharda ise yeşillenen yapraklarıyla sanki olumden sonra dirilişin timsÂli olur. Fakat butun ihtişÃ‚mına rağmen cınar ağacının bir meyvesi yoktur. Hatt kereste bile olmaz, sadece odun olabilir. YÂni faydası asgarîdedir. Bu bakımdan cınar ağacı hÂl lisÂnıyla bizlere; “FÂnîliğinizi idrÂk edin ve benim gibi meyvesiz olmayın!” der.
SÂhip olduğumuz meziyetler, mesel bir zeytin ağacınınki gibi Âzamî faydalı meziyetler olmalıdır. İncecik govdesi olan zeytin ağacı, dikildiğinin ertesi senesi mahsul vermeye başlar, omru boyunca bu hizmetine devÂm eder. Yine bir gul de lisÂn-ı hÂl ile bizlere; “Ben dikenlere katlandığım icin rengimle, guzel kokumla hep tebessum hÂlindeyim. Siz de boyle olun!” der.
Comertlikten, diğergÂmlıktan uzak bir zenginlik, şukur borcu odenmeyen sağlık, makam, ilim vs. hep bir ihtişam vesîlesiyse de, bunlar Âdeta “kuru bir cınar ihtişÃ‚mı”dır. Mu ’minler icin muhim olan; meyveli bir ağac gibi olabilmek ve bu meyveleri her an daha da artırabilme gayreti icinde bulunmaktır.
İnsan, bu duşunce ve hissiyÂt icinde kendini muhÂsebe etmelidir: “Ben ne kadar kendimi, ne kadar etrÂfımdaki muhtacları duşunuyorum? Nefsimden ne kadar fedÂkÂrlıkta bulunuyorum? Bir arı, bir gul, bir erik ağacı, bir zeytin ağacı bana ne ifade ediyor?”
İnsan, arıdan, ağactan daha haysiyetli bir varlık olduğuna gore, kendi ihtiyacından kat kat fazlasıyla başkalarına faydalı olmaya calışmalıdır. YÂni varlıklar icinde en şerefli bir mevkîde bulunan insana yakışan; kendine bir, başkalarına bin hizmet etmektir. Nitekim Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…(Resûlum!) Sana, neyi infÂk edeceklerini sorarlar. «قُلِ الْعَفْوَ» De ki: «İhtiyac fazlasını» (verin)...” (el-Bakara, 219)
[1] Cezerî, CÂmiu ’l-Usûl, XI, 687/9317
[2] Bkz. İbn-i HişÃ‚m, IV, 32; VÂkıdî, II, 835; İbn-i Sa ’d, II, 142-143.
[3] Bkz. VÂkıdî, MeğÂzî, II, 857-858.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Oyle Bir Rahmet Ki, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan