CenÂb-ı Hak, insanoğluna icinde korku olmayan, mutluluk deposu, mÂnevî neşe kaynağı, sevgi madeni, dostluk madeni, aşk ve hayranlık madeni, harika bir oz ufledi. Bu bizim rûhumuzdu. Mutlu olmamız icin bedenimizi rûhumuzun yonetmesi gerekiyordu. İşler yolunda gitmedi; nefis sultan oldu bedene, ruh cok orselendi. İbadetler dahî ruhsuz olunca işler daha beter sarpa sardı.İnka tapınaklarına bilim adamlarını goturen yerliler, ara sıra oturmaktadır ve bilim adamları da mecburen onlarla birlikte beklerler. Hedefe ulaşılıp sebep sorulunca, yerlilerin verdikleri cevap cok enteresandır:

“-Ruhlarımız geride kalmışlardı, onları bekledik.”

İnka tapınaklarına giden yerliler, ruhlarının geride kaldıklarını fark ederek ruhlarını bekliyorlar. Nasıl fark ettiler ruhlarının bedenlerinin uzağında kaldığını, bunun alÂmetleri var mı idi? Biz neden fark edemiyoruz? Ya da en basiti şu soruyu soralım:

“-Bedenimizde rûhumuzun varlığını fark ediyor muyuz? Rûhumuz, bedenimizde guclu mu, sağlıklı mı? Beden devletimizi kim yonetiyor?”

Bilim, insanoğlunu tarif ederken insanoğlunun biyolojik, psikolojik ve sosyal bir varlık olduğunu soyler. Yani insanın fizyolojik bir bedeni vardır ve yeme, icme, ısınma, giyinme gibi ihtiyaclarının karşılanması gerekir. Psikolojik bir varlıktır. Cunku onun bir ic dunyası vardır, rûhu vardır. Rûhunun da beslenmesi gerekir. Sosyal bir varlıktır, toplum icinde yaşar, dost-arkadaş edinir, evlenir, coluk cocuk sahibi olur. Yapayalnız yaşayamaz. İnsanlara ihtiyacı vardır.

Bedenini, yani biyolojik tarafını beslemek, geliştirmek ve iyileştirmek icin insanoğlu cok buluşlar yaptı. Estetiğinden, nefes alma tekniklerine, ozel bir şekilde terkip edilmiş kendi kanını vucuduna şırınga etmekle hucrelerini yenilemeye, onarmaya, hÂsılı epey şeyi başardı.

Kurduğu ya da girdiği arkadaş grupları ile sosyal olma ihtiyaclarını sanal da olsa karşılıyor. İnsanlar gerek teknolojik, gerekse ekonomik bakımdan, imkÂnlar nisbetinde belki de en guzel donemlerini yaşıyorlar. Bedenlerimiz, yani nefsimiz cok mutlu olmalı! Acaba oyle mi?

Garip bir şekilde, insanlık mutlu değil. Mutluluğu “sahip olmakla eş” kabul ettik, her şeyin sahibi olmak icin cok calışıyoruz. Bir şeye sahip olup anlık mutluluk duyarken, hemen yine mutsuzlaşıp, ondan daha guzel sahip olunacak şeyler olduğunu gorup bu kez onu hedef alıyoruz. Elimizdekini beğenmeyip, başkalarının elindekine gozumuzu dikip onlara sahip olmak istiyor, tekrar huzunleniyoruz. Hep bir başkaları ile kıyas icindeyiz. Arabalar, evler, eşler, eğitim, mevki; bunun sonu da yok. Sahip olma arzusu artınca kibir, hırs haset de devreye girip bataklık oluşuveriyor; neye sahip olursak olalım, cıkamıyoruz icinden…

“HevÂsını (arzusunu) tanrı edinen kimseyi gordun mu?..” (el-Furkan, 43) Âyeti, nefsinin her dediğine boyun eğen bizlerin cıkmazını anlatıyor. Bedenine nefsini hukumdar edenlerin zavallılığını…

Hazret-i MevlÂnÂ, Hazret-i Şems ’e sorar:

“-SultÂnım, yeryuzunde o kadar cok insan varken buralara kadar yorulup da bizi irşad etmeyi secmenizin sebebi nedir?”

Verilen cevap gunumuze de ışık tutar:

“Onların hepsi ilÂhlıklarını îlÂn etmişti. İclerinde hic kul yoktu, kul olarak sadece seni gorduk.”

VARLIĞINI DA YOKLUĞUNU DA FARK EDEN VAR MI?

Depresif, endişeli; korkuları gun gectikce buyuyen, bir suru bedeni suslu insanlar… Bunlar ac falan değil, savaşta evlÂtlarını da kaybetmiş değiller. İnsanlık mutlu değil. Neden acaba? Rûhumuzu nerede bıraktık, şu an rûhundan haberi olan var mı? Varlığını ya da yokluğunu fark eden var mı? Mutsuzluğumuzun sebebi, modern zamanların en buyuk derdinin cevabı bu sorunun icinde…

CenÂb-ı Hak, insanoğluna icinde korku olmayan, mutluluk deposu, mÂnevî neşe kaynağı, sevgi madeni, dostluk madeni, aşk ve hayranlık madeni, harika bir oz ufledi. Bu bizim rûhumuzdu. Mutlu olmamız icin bedenimizi rûhumuzun yonetmesi gerekiyordu. Sultan ruh olmalı idi, nefis ise hizmetkÂr… İşler yolunda gitmedi; nefis sultan oldu bedene, ruh cok orselendi. İbadetler dahî ruhsuz olunca işler daha beter sarpa sardı.

Tabiat harika… Guzel Turkiyemizin en guzel yerlerine arınma, temizlenme otelleri kurmuşlar. Nefes teknikleri ile, az yiyerek, cok hareket ederek, tabiat yuruyuşleri, hayat sohbetleri; taşlar, kokularla arınma teknikleri ile mutluluğu aramaya calışıyor insanoğlu… Milyonlarca para oduyorlar, mutlu olmak icin… Seyahatler duzenleniyor, seyahatte sıhhat vardır diye… Turkiye ’yi beğenmeyen yurtdışına gidiyor; arınmak, huzur bulmak icin… Bircok kitap var, arınmak adına… Kitapla başaramayanlar icin beş yıldızlı otellerde şatafatlı seminerler veriliyor; beynini, zihnini temizleme teknikleri oğretiliyor. Yoga, meditasyon, ne ararsan var…

Stres; cağın vebası, kolerası… Doktor, hemen hastalığın teşhisini koyuyor; stres, hastalığınızın sebebi stres… Stresin tarifi, zaaflardan kaynaklanan gucsuzlukler topluluğu… Ne garip değil mi, nefsini ilÂh edinen insanlığın, nefsinin zaafları ile yani “ilÂhı” ile başı dertte…

Rûhumuz, en buyuk mutluluk kaynağımız… Oyle programlanmış, sevince mutlu oluyor. En buyuk sevgi kaynağı, CenÂb-ı Allah olduğu icin rûhumuzun tek ilÂcı var: AllÂh ’ı sevmek! O ’nunla birlikte olunca mutlu oluyor, AllÂh ’ı tanıyınca, O ’na yakınlaşınca mutlu oluyor insan...

Zunnûn-i Mısrî ’ye:

“-Rabbini ne ile tanıdın?” diye sorulunca:

“-Rabbimi Rabbimle tanıdım! Eğer Rabbim olmasaydı, Rabbimi tanıyamazdım!” cevabını veriyor.

Rûhun temel gÂyesi, ayrıldığı Yaratan ’a ulaşmaktır. O ’nun sevgisine ulaşmak!. O sebeptendir ki, şeytanın butun derdi, kendi mutsuz dunyasına insanı da ortak etmek icin insanı Allah ’tan uzaklaştırmaktır. Kur ’Ân dinlendiği zaman AllÂh ’a yaklaşıldığını anlayan muşrik Araplar, o sebepten kulaklarını tıkamışlardır. Mutluluk, AllÂh ’a yakınlıkla doğru orantılı… AllÂh ’ı cok sevmekle doğru orantılı…

“İnsanlardan kimi de Allah ’tan başka şeyleri O ’na eş tutuyorlar da onları, AllÂh ’ı sever gibi seviyorlar. Oysa îman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azÂbı gorecekleri zaman butun kuvvetin AllÂh ’a ait olduğunu ve AllÂh ’ın azÂbının gercekten cok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı.” (el-Bakara, 165)

Ruh, CenÂb-ı Hak tarafından cok sevildiği, sevilerek yaratıldığı, sebeplerin olmadığı; hurriyet yurdu emir Âleminden esir olarak kaldığı, gaflet perdesi ile ortulmuş dunya zindanındaki beden koğuşuna girince sudan cıkmış balığa donduğu icin, rûhu tez elden Allah ile buluşturmak gerekiyor. Ruh, sevmek potansiyeline sahip olmakla birlikte sevilmeye de cok buyuk ihtiyacı var. Bebeğin doğar doğmaz en cok sevgiye ihtiyac duyması o sebepten…

Orselenmeden, hakaret edilmeden guzelliklerle tanıştırılmaya ihtiyacı var rûhun; tabiat ile, hayvanlar, ağaclar, cicekler ile, su ile, deniz ile… Rûhun fonksiyonu; hayran olmak, şaşırmak, coşkun akan su gibi olmak… Rûhun bunları yaşaması icin imkÂnlar sağlanmalı, engellemeler olmamalı ki, guven ve sevgi ile dolu olarak hayata başlayabilsin.

Cocukların, AllÂh ’ın onu cok sevdiğini, butun bu nimetleri onun icin verdiğini, kÂinattaki her şeyi onun hizmetine seferber ettiğini, AllÂh ’ın kulunu asl yalnız bırakmadığını, her an onunla olduğunu bilmesi lÂzım. Anne ve babalar, kolları sıvayıp cocuklarına AllÂh ’ı, AllÂh ’ın sevdiklerini sevdirmeleri gerekiyor. İhtiyacın hÂricinde her şeyin israf olduğu, bununla kişinin mutlu olamayacağı anlatılıp, cocuklara nefis terbiyesi yapılması gerekiyor. Elindeki ile yetinmesinin, kendisini gercekten mutlu edecek olan rûhunu yukseltme gayretine girmesinin oğretilmesi gerekiyor. Du etmesi, Allah ile sohbet etmesi, dertlerini Rabbine anlatması, O ’nunla arasını hoş tutması, kulun dunyada en buyuk ihtiyacının Allah ile birlikteliği, O ’na yakınlığı, O ’na guvenmesi, O ’na dayanması olduğunun oğretilmesi gerekiyor.

Nefret, rûhun faaliyeti değildir, kusluk de… Kıskanclık, haset; rûhun faaliyeti değildir. Karşılıksız paylaşmak, onu mutlu eder. Gozyaşlarını dindirince mutludur o!. Doğum gununde pasta yiyince mutlu olan ruh değil, nefistir. Kişi, rûhunu nelerin mutlu ettiğini oğrenince, bedeninde kimin sultan olduğunu hemen anlar.

Dunyevîleşmek, her şeye sahip olmak, rûhu mutlu etmez. Rûhun mutluluğu, kalıcı mutluluktur. Yaratılanı seven, ilk onların yaralarını gorur, onları tedavi eder. Ruh bu işi iyi biliyor. Ağacların dilinden anlar, ruzgÂr ile dost olur, suyun sesini dinler, kÂinatla konuşur ruh… Bunların hepsini başarabilir, yeter ki, nefis devreden cıksın. Bir yerde enÂniyet, kavga, hırs, haset, kibir, gıybet, tembellik varsa, ruh orada zayıflar. Bu ise psikolojik rahatsızlık demek!. Yurumeyi, koşmayı, mÂnevî sohbetleri, dostluğu sever ruh… Vahşî ve suflî diskoları değil; Âhenkli mûsikîyi, renkleri, sanatı sever. Toprağın bir parcası olan bedene Âdeta topraklama yapar, iki parcayı bir araya getirmeyi sever.

Ruh, asl umitsiz olmaz. Nefis, umitsiz olur. İcimizde umitsizlik artıyorsa, rûhumuz nefsimiz tarafından alabora edilmiş demektir. Hemen rûhu yukseltmenin careleri bulunmalıdır. Bunun en buyuk caresi namaz, oruc, sadaka vermek, iyilik, hele hele Kur ’Ân ’dır.

Rûhu Kur ’Ân ’a kacırmak gerek. Kur ’Ân ’dır rûhun şifası… Peygamber sevgisidir, salavÂttır. Geceleri ruh daha cok beslenir. Cunku Sevgilisi ile baş başadır. Arada hicbir engel yoktur, gozyaşı doker aşkından... O gozyaşı, şehit kanına kıymetce denktir.

“-Ben Seninle y Rab, daha mutluyum!.” der.

Secde ile, mihrap ile, du ile mutlu olur. Kişinin rûhu guclu ise, sebeplere kafasını bile takmaz. Cunku Rabbinin sebeplere ihtiyacı olmadığını bilir. Du etse ve istediğine kavuşamasa, yine de mutsuz olmaz. Cunku Rabbi ile baş başa ne guzel dakikalar gecirmiştir.

Ego bilmez, benlik bilmez, sahip olmayı zerrece dert etmez, guzelliklere Âşıktır. AllÂh ’ın sanat eseri olan kÂinatı, tefekkurle mutlu olur. İlim ile, ama irfanla orulmuş ilim ile mutlu olur. AllÂh ’ın isimlerini tanımak, onları zikretmekle mutlu olur. Başkalarının sahip oldukları ile ilgilenmez ruh, nefis başkalarının elindekine gozunu dikince cok rahatsız olur. Menfaatlerinin peşinden koşmadığı zaman huzur icindedir. Sukûnete, ancak o zaman erer.

Dr. Munir Derman şoyle der:

“Madde Âleminde rûhu bunalmış bitkin insanoğlu! Eğer mÂnen hasta olduğunu hissediyorsan, bu da senin icin bir mujdedir. MÂneviyat hastanesine git! Bu hastanenin başhekimi Rasûl-i Ekrem ’dir. Asistanları nebîler, hastabakıcıları velîlerdir. O hastane ucretsizdir, menfaatsizdir, iltimassızdır, vizitesizdir… Hastaneye kapıdan girerken seni memur, kapıcı karşılamaz, bizzat başhekim Rasûl-i Muhterem karşılar. Oraya girdikten sonra tedavi olmadan cıkamazsın. Şifayı alan, saÂdet yolunu bulur…”

Rûhun olumle bir derdi yoktur, korkmaz. Onun icin olum; Rabbe kavuşmak, dunya zindanından kurtulmaktır.

Ruh, Allah olmadan kÂim olamadığını, varlığının kendi zÂtından olmadığını bilir; Âcizliğini, haddini bilir. Sıkıntıları ve kederleri ile sadece AllÂh ’a guvenmek sûretiyle, teslim olarak ve dua ederek baş edebileceğini bilir. Zaten Rabbini bilen, O ’nu cok sever. Rabbini sevdiği kadar korkar da… Cunku o korkusu olmasa, nefsi dizginleyemez, gunahların onune set cekemez, nefse takvÂsını anlatamaz. (Bkz: el-EnfÂl, 29; Âl-i İmrÂn, 102)

Fakat ruh yine bilir ki, Allah korkusu, Allah sevgisi ile taclanmazsa îman, kemÂle eremez. Hazret-i MevlÂn ne guzel soyler:

“Oyleyse muhabbet ve aşkı sadece AllÂh ’ın vasfı bil.

Ey aziz, korku, AllÂh ’ın vasfı olamaz.

Havf ve haşyet, kulun vasfı ve en muhim meziyetlerindendir.

Madem ki (Kur ’Ân ’da) «yuhibbûnehû»yu okuyorsun, «yuhibbuhum» ile de istediğine yaklaşırsın.”[1] “MÂn ehliyle otur kalk da, hem ihsÂnlara nÂil ol; hem de comert bir adam ol.” (Mesnevî, I, 711)

“Sen de, CenÂb-ı Hakk ’ın Kur ’Ân ’ına kacar sığınırsan, peygamberlerin canlarına ulaşır; onların huylarıyla huylanırsın.” (Mesnevî, I, 1537)

AKILLARIMIZ BOZULMUŞ, KALPLERİMİZ KUSURLU

Akıllarımız bozulmuş, kalplerimiz kusurlu… ZekÂmızla ovunuyoruz; buluşlarımızla medenî olduğumuzu zannediyoruz. KÂinatı bozmuş, ifsÂd etmişiz. Şerle beslenen, cimri, kendini beğenmiş, tevÂzû bilmeyen nefis cehennemini cennet zannetmişiz de; hayret, muhabbet, aşk ve ibadetle orulu cennetimize kavuşamıyoruz.

CenÂb-ı Allah ’tan kacıyoruz, şehvetimiz at koşturuyor beden ulkemizde… Utanc verici duyguların icinde yaşıyoruz. Bu korkunc girdaptan cıkmaya da hevesli değiliz. Mutluluklarımız kısa ve sun ’î, cunku mutlu olduğunu zanneden sadece nefsimiz… Rûhumuz mutlu olamadığı icin de ıstıraplarımız surekli ve pişmanlıklarımız buyuk…

“Eğer bir hasta hekimine duşman olursa, eğer bir cocuk oğretmenine hasım olursa, eğer bir camaşırcı guneşe ofkelenirse, eğer bir balık okyanusa kızarsa, bak ve gor kim kaybeder! Sonunda kim tÂlihsizlik ceker! Hakikatte onlar yalnızca kendi yolunu keser. Kendi hayatlarını ve akıllarını kendileri boşa harcar.” buyuruyor Hazret-i MevlÂnÂ.

SufyÂn-ı Sevrî, RÂbiatu ’l-Adeviyye ’ye:

“-Her kulun bir olcusu, her îmanın bir hakikati vardır. Senin îmÂnının hakikati nedir?” diye sorduğunda:

“-Ben AllÂh ’a O ’ndan korktuğum icin ibadet etmiyorum. Boyle olsaydı, sahibinden korktuğu icin calışan kotu bir hizmetci gibi olurdum. Ben O ’na, cennet sevgisiyle de ibadet etmiyorum. Boyle olsaydı, sahibi kendisine bir şey verince calışan kotu hizmetci gibi olurdum. Ben Rabbime, ancak O ’nu sevdiğim ve kendisine kavuşmak istediğim icin ibadet ediyorum.” cevabını verir.

Hazret-i RÂbia, Allah aşkına vurgu yapmış, insanların iclerine yonelmelerini, Yaratan ’a donmelerini tavsiye etmiştir:

“-YÂ Rabbim, gece sona erdi, gun ışıdı. DuÂlarımı kabul edip etmediğini oyle bilmek isterim ki… Bana teselli ver, zira beni ancak Sen avutabilirsin. Sensin bana hayat veren, Sensin beni gozeten ve Sensin azîm olan... Kapından kovsan da kalbimde taşıdığım aşkından dolayı ayrılamam eşiğinden.”

“Ey Gonuller Sultanı, yok bir benzerin. Merhamet et Sana gelen bu gunahkÂr kuluna! Ey umudum, huzurum, mutluluğum… Senden başkasını gonul nasıl sevsin?!”

“Ey benim sevincim, isteğim, desteğim! Ey benim yoldaşım, kuvvetim ve butun dileğim! Kalbimin rûhu Sen, umidi Sen, dostu Sen! Yol boyunca butun azığım Senin iştiyakın... Sen olmazsan, ey hayatım, ben bu genişlikler icinde perişan olmazdım. Senin kac iltifatına mazhar oldum; kac bağışına, kac iyiliğine nÂil oldum. Şimdi ise, butun dileğim, butun zevkim; ey kalp gozumun butun cilası; Senin sevgindir. Yaşadıkca Senden ayrılmam. Cunku Sen kalbimin icindesin Sen benden hoşnut isen, demek ki ey kalbimin serveri, ben de mes ’ûdum…”

[1] CenÂb-ı Hak, MÂide Sûresi ’nde, “Allah onları sever (yuhibbuhum), onlar da AllÂh ’ı severler (yuhibbûnehum).” buyuruyor.

Kaynak: Fatma HÂle Sağım, Şebnem Dergisi, Sayı: 156
İslam ve İhsan