
Sufiler, temiz gonulleri Rablerine vasıl kılmak icin Kur'Ân-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz'in sunnetinden aldıkları metotlarla insanları terbiye etmeye calışırlar. Zikir, tefekkur, tezekkur, zuhd, sohbet ve hizmet gibi usuller tum tarikatların ana merkezini oluşturur. Ne var ki bu usuller aslında bir değişiklik olmadan zaman ve zemine gore farklı şekillerde uygulanabilir.Mesela bazı tarikatlar cehri zikri tercih ederken bazıları da hafi zikri one cıkarır. Bazıları şiir, bazıları nesir, bazıları da musiki ile corak kalpleri ihya ederler. Murşidler bunu yaparken insanların ihtiyaclarını, adetlerini, zamanın gereklerini goz onune alırlar.
Mesela dini hayatın baskı altına alındığı zor zamanlarda sadece sınırlı sayıda derviş ile sohbet ederek irşad vazifesini yerine getiren Sami Efendi, bu bile mumkun olmadığında faytonuna yolcu gibi aldığı bir sevenini irşad etmekten geri kalmamıştır. Zaman değişip te şartlar iyileştiğinde Sami Efendi ’nin evlatları camilerde aynı anda binlerin gonlune hitap etmişlerdir. Tarikatlar sadece ferdî kurtuluş gayreti olmadığından, ihtiyaca binaen bu yolun mensupları Afrika ’nın ucra koşelerinde Kuran kursları, aşevleri acmış, daha onceki zamanlarda gorulmeyen yeni hizmet ceşitlerini ortaya cıkarmışlardır.
TASAVVUFİ TERBİYEYİ GUNCELLEMEK
Nitekim sufiler daha onceleri de miskinler tekkesi adıyla hastalara, okcular tekkesi ile sporculara, Mevlevi tekkeleri ile musikiseverlere ulaşmışlar, toplumun her kesimine yeni şeyler soyleyebilmişlerdir. Mevlana sufilerin irşad icin geliştirdikleri bu tur yenilikleri, suyun daima hareket ederek temizlenmesine benzetir; “Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş, dun dundu cancağızım, şimdi yeni şeyler soylemek lazım” diyerek tasavvufi terbiyeyi guncellemenin onemine işaret eder. Tabi ki Mevlana ’nın bu beyitlerden kastı İslam ’ın değişmez gerceklerini yeni şekillerde sunmaktır. Yoksa gecen her şey gecmişte kaldı diyerek, dinde yeni şeyler uydurmak değildir, bu ise yine Mevlana ’nın beyanı ile suyun bulanık akması gibi kotu bir şeydir.
İtiraf etmek gerekir ki maziye gereğinden cok bağlanmak bazı sufiyyenin icine duştuğu bir problemdir. Sufilere gore bu tur bir durgunluk suyun bir yerde birikip akmaması ve kokmasına benzer. İnsanlığa yeni hizmetler uretmek yerine gecmiş murşitlerin kerametleri ve hatıraları ile yaşamak, onların kabirlerini aşırı olcude kutsamak ozellikle Hindistan, Mısır gibi bolgelerde ve ulkemizde de gorulmektedir. Ahmet Rifai hazretleri maneviyat adına bu tur işlerle meşgul olan eşhası şoyle uyarır:
Sakın murşidinin tekkesini harem, kabrini sanem (put), hÂlini gecim kaynağı yapma. Hak yoluna sulûk etmiş asıl murid odur ki, o yolda ihlÂsla ve sadÂkatle katettiği merhaleden dolayı şeyhi onunla iftihÂr eder. Yoksa, asıl murîd, şeyhi ile iftihar eden değildir. (Ahmet er-Riafi, Hak Yolcusunun Dusturları)
HİCBİR ZAMANDA TEK TİP SUFİLİK OLMADI
Gercekten de sufiler İslam Âleminin guclu olduğu zamanlarda zuhdu one cıkarmışlar, devletin nizamının bozulduğu zamanlarda ise futuvvet teşkilatları ile ticaret ve zenaatları da kullanarak toplumu islah etmişlerdir. Bu uygulamalar zahiren birbirine zıt gorunse de zamanın ihtiyaclarına gore hepsi gerekli olmuştur. Başka bir deyişle hicbir zaman tek tip bir sufilik olmamıştır. Sufilerin bu konuda değişmez olculeri yeni metotların İslam ’ın ruhuna uygun olmasıdır.
Zira diğer dinlerin saliklerinin sapıtmasının sebebi, maneviyat adına dinlerinin aslını bozmaları ve ruhbanlığı statik bir hale getirmeleridir. Nitekim gecen yuzyılda komunizmin etkisiyle takibata uğrayan manastır ve kiliseler ayakta duramaz iken, aynı talihi yaşayan tekkeler yeni şartlara ayak uydurmuş ve her dervişin gonlu bir dergaha donuşmuştur. Hristiyan ruhbanlarının bu hatasına dikkat ceken İbn Acibe ruhbanlar ile sufiler arasındaki farkı şoyle anlatır:
SUFİLER SUNNET EHLİ RUHBANLAR İSE BİDAT EHLİDİR
Arifler dağ başlarına, mağaralara cekilmez, aksine insanlar arasına karışarak onları terbiye ederler. Sufilerin ruhbanlığı, cÂmi ve tekkelerde diğer ihvan ile halk icinde olur. Bu sebeple sufiler sunnet ehli, ruhbanlar ise bidat ehlidir, yani rahipler ruhbanlığı icat ederek peygamberlerin sunnetinden yuz cevirmişlerdir, bu hataya bazı tarikat erbabı da zaman zaman duşmektedir. Cuma namazını ve cemaati terk ederek zÂviyelerde halvete girmek, et yememek gibi aşırı uygulamalar sunnetten ayrılmak ve şeytanın yoluna tabi olmaktır.
İbn Acibe ’nin de ifade ettiği uzere Allah TeÂl ’nın rızÂsı şeriat ve tarikatı aynı anda muhafaza etmekle elde edilir. Hic kimse tarikat adına şeriatın hukumlerini ikinci plana itemez. Halvetteyim diye cemaatten geri kalamaz, toplumdan kopamaz. Sufiler zaman ve zemine gore bazı yeni uygulamalar getirse de, esas amacları şeriatı yaşamak ve yaşatmaktır, bu sebeple salik tarikata girerken İslam ’da olmayan yeni bilgiler oğreneceğini ve kimsenin yapmadığı ilginc işler yapacağını zannetmemelidir. Zira boyle bir vehim İmam RabbÂnî ’nin de ifade ettiği uzere saliki doğru yoldan saptıracaktır:
TASAVVUF SOZLE DEĞİL YAŞAMA İLE OĞRENİLİR
İtikat ve amele dair iki kanat elde ettikten sonra, Hak TeÂl ’nın tevfiki ile tasavvuf yoluna girmek gerekir. Bu yola girmenin gayesi itikad ve amel hususunda fazladan ve yeni bir şey elde etmek olmamalıdır. Zira boyle bir arzu, ayak kaymalarına sebep olan uzun emeller ve boş maksatların peşinde koşmak olur. Tarikata girmekten amac itikad edilen şeyler hakkında yakîn ve itminan elde etmektir. Oyle ki sÂlikin imanı şuphecilerin bulandırması ile sarsılmayacak hale gelecektir
İtiraf etmek gerekir ki gunumuz tasavvufi hareketlerindeki değişimlerin tumu İslam ’ın ruhuna uygun değildir. Mesela bunların başında tasavvufun amelî tarafının ihmal edilerek teorik meselelere yonelinmesidir. Modern insan dinin ve maneviyatın kurallarını yerine getirmek yerine beyin jimnastiği mahiyetinde teorik ve felsefî tartışmalar yapmayı sevmektedir. HÂlbuki klasik tarifi ile tasavvuf ilm-i kal değil ilm-i hÂldir. Yani tasavvuf sozle değil yaşama ve pratik etmekle oğrenilir. Bırakın yeni başlayan mubtedileri, yolun sonuna gelmiş olanların bile anlamakta zorlandıkları derin konuları, sekr halinde soylenmiş şatahatları ortalığa sacmak, bunları televizyonlarda tartışmak faydadan cok zarar getirecektir. Ahmed er-Rifai hazretleri tasavvuf erbabını, ameli goz ardı edip de teorik tartışmalara dalmamaları konusunda şoyle uyarır:
Tasavvuf ehlinin bazısının ayağını kaydıran vahdet-i vucud konusunda soz soylemekten sakın. ŞÃ‚thiyyata varan olcusuz sozlerden de sakın. Cunku boyle olcusuz sozlerle kufre duşup kÂfir damgası yemek, gunahla perdelenmekten daha beterdir.
Manevi sekr halinde soylenmiş olan ve genelde İbn Arabi ve Hallac-ı Mansur gibi sufilere atfedilen sozleri ve onlara ait ozel halleri yaşamak tasavvufun esas amacı değildir. Sufilere gore tasavvufun amacı tekdir; o da Allah ’a vasıl olmak ve onun rızasını kazanmaktır.
Mevlana ’nın tabiri ile Allah dostlarının sozlerini ezberleyip de onları anlamadan soyleyenler, ordekleri avlamak icin ordek sesi cıkaran avcılara benzerler. Onların bu sesi cıkarmaktan maksadı saf gonulleri avlamaktır.EN TEHLİKELİLERİ TARİKAT-HAKİKAT ADINA ŞERİATI GEREKSİZ GORENLER
Gunumuzde tasavvuf anlayışına zamanın gereği diye değişiklikler getirmek isteyen gruplar arasında inanc acısından en tehlikelisi ise tarikat ve hakikat adına şeriatı gereksiz goren kesimlerdir. Aslında bu kesimler gercek manada sufi değildir, onlar tarihin her doneminde sıkca rastlanan batınî hareketlerin gunumuz versiyonlarıdır.
Sufiler ile batıniler arasındaki onemli fark şudur; birincisi İslam ’ın zahirini ve şeriatını samimiyetle uygulayarak maneviyatı yaşamaya calışırken, ikincileri ise şeriatı ve Kur'Ân ’ın zahirini inkÂr ederler ve tasavvufu sadece kendi uydurdukları batınî/felsefî manalara indirgerler. Uydurdukları batınî yorumlara Mevlana, İbn Arabi, Hacı Bektaşi Veli, Niyazi Mısrî gibi sufilerin sozlerini de karıştırdıkları icin insanımız bu tur kimseleri sufi zannetmektedir.
İslam'ı sekulerleştirmek, faiz yasağını, tesetturu ve diğer şer ’î olculeri ortadan kaldırmak isteyen kesimlerce bu anlayış başta televizyon olmak uzere sosyal medyada one cıkarılmaktadır. İftar programlarında sık sık boy gosteren ve akıllarınca Muslumanlara islam'ı oğreten bu zavallılar, tasavvufu aslını bozmadan yeni ihtiyaclara gore insanlara sunmak yerine, insanların heva ve heveslerini merkeze koyarak dini zamane insanına hoş gostermeye calışmaktadırlar. Bu tur sahte şeyhlerin sıfatlarını bize yine Ahmed Rifai hazretleri gibi gercek Allah dostları tarif etmektedir. Hidayet rehberi gercek Sufileri sapık yenicağ dinlerinin oncusu sayabileceğimiz batınî gurulardan ayırt edebilmek icin Rifai ’nin şu sozlerini iyi anlayalım:
Şeyh o kimsedir ki: Senin kitaba ve sunnete yapışmanı sağlar, seni bid ’at ve hurÂfelerden uzaklaştırır. Şeyhin zÂhiri de şerîattır, bÂtını da şerîattır. Tarîkat, şerîatın ta kendisidir. “BÂtın zÂhirin gayridir.” diyen yalancılar, bu tarîkat hırkasını kirlettiler. Onlar oyle derler. Arif ise şoyle der: – BÂtın, zÂhirin bÂtınıdır ve zÂhirin hÂlis ozu ve cevheridir.Netice olarak gercek sufiler zaman ve zemine uyum sağlamakla beraber hicbir şekilde Kuran ve sunnetin ruhundan ve onların asli unsurlarından taviz vermeyecektir. Bunun aksin yapanlar ve zamana uyacağız diye tasavvufu tahrip edenler, bizzat zamanın sillesini yiyerek unutulmaya terkedileceklerdir. Allah Teala değişen şartlar icinde İslam ’ın ruhunu ve ihsan demek olan tasavvufun ozunu değiştirmeden yaşamayı bizlere nasip etsin. Amin.
Kaynak: Prof. Dr. Suleyman Derin, Altınoluk Dergisi, Sayı: 364
İslam ve İhsan