Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, gozumuzun, kulağımızın, ağzımızın, kalbimizin şukru nasıl yapacağımızı anlatıyor.
GOZUN, KULAĞIN, AĞZIN, KALBİN ŞUKRU NASIL ÎF EDİLİR? CenĂ‚b-ı Hak buyuruyor A‘rĂ‚f Sûresi ’nde:
“…AllĂ‚h ’ın nîmetlerini tefekkur edin (ve şukrune koşun) ki felĂ‚ha eresiniz.” (el-A‘rĂ‚f, 69)
Şukrune koşmak, nasıl olacak?
Demek ki “YĂ‚ Rabbi şukur!” demekle beraber;
Goz verdi CenĂ‚b-ı Hak, gozun şukrunu îfĂ‚ etmek: Gozu haramdan korumak.
Kulağın şukru: Kulağı yanlış sadĂ‚lardan korumak.
Ağzın şukru: Ağzını yanlış ifadelerden korumak.
Kalbini yanlış yerlerde bulundurmamak.
Bu şekilde;
“…AllĂ‚h ’ın nîmetlerini tefekkur edin (ve şukrune koşun ki) felĂ‚ha eresiniz.” (el-A‘rĂ‚f, 69)
Yine buyuruyor CenĂ‚b-ı Hak:
“Nîmetlerimi saymaya kalkarsanız onu sayamazsınız.” (Bkz. İbrahim, 34; en-Nahl, 18)
En buyuk nîmet, sıralarsak…
Demek ki her gorduğumuz mahlûkatta onu duşuneceğiz: CenĂ‚b-ı Hak bizi “insan” olarak yarattı. Biz o koyun olarak yaratmakla, oburu yılan olarak, oburu deve olarak, bizi insan olarak yaratmakla… Kendi irĂ‚demiz var mıydı bizim? Yok. Demek ki bu, buyuk bir lûtuf, ihsĂ‚n-ı ilĂ‚hî. CenĂ‚b-ı Hak eşref-i mahlûkat olacak istîdatlarda kulu yaratıyor.
Onun cok cok cok daha otesinde bir “hidĂ‚yet”le devam ediyoruz. HidĂ‚yet, en buyuk CenĂ‚b-ı Hakk ’ın lûtfu, en buyuk ikramı. Dunyada ne kadar yaşarsan yaşa, gecici, bitici. KıyĂ‚metten bakışta;
“اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا (“…Sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar.” [en-NĂ‚ziĂ‚t, 46]) buyuruyor CenĂ‚b-ı Hak.
Sanki bir akşamın loş vakti veya o seherin hemen gelip gecici bir vakti. Obur taraf ise ebediyyet, bir sonsuzluk Ă‚lemi.
İşte mu ’min, bu idrĂ‚k icinde yaşayacak. Zira CenĂ‚b-ı Hak, bu insan olmanın, hidĂ‚yete ermenin, takvĂ‚ olan munasebetimizin, -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’e ummet olmamız, Allah Rasûlu ’nun hĂ‚linden hĂ‚ller elde etmenin, bunun bir hesabını goreceğiz.
CenĂ‚b-ı Hak:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“O gun, verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-TekĂ‚sur, 8) buyuruyor.
Ondan sonra gelen Ă‚yet-i kerîmede, yine bu kalbî hayata vurgu yapılıyor:
“Onlar ki, ayakta dururlarken, otururlarken, yanları uzerinde yatarken (her vakit) AllĂ‚h ’ı zikrederler…” (Âl-i İmrĂ‚n, 191)
Yani otomat olarak insan o hÂle gelecek.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak AllĂ‚hʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28]) buyruluyor. Kul, CenĂ‚b-ı Hak ’la beraber olmakla huzur bulacak.
İşte peygamberler… En cok cileler, peygamberlerin başından geciyor. En cok huzurlu insanlar, peygamberler.
O cileler, CenĂ‚b-ı Hak ’la beraber olmanın yanındaki zevkten, lezzetten, hemen hemen bir “hic” hĂ‚line geliyor, bir cakıl taşı gibi kıymetsiz oluyor. Onun icin Efendimiz dĂ‚imĂ‚ kendini misal goruyor: “Namazı benim kıldığım gibi kılın.” buyuruyor. (Bkz. BuhĂ‚rî, EzĂ‚n, 18)
Her şeyde kendisine benzememizi istiyor. Âhirette de beraber olmamız icin de:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (BuhĂ‚rî, Edeb, 96)
Yani aramızdaki, dunyadaki, Rasûlullah Efendimiz ’le aramızdaki mesafe ne kadar? Demek ki Ă‚hirette de o mesafe kadar bulunacağız.
Misal verirsek. Mesel Efendimiz buyuruyor ki:
“Benim kıldığım gibi kılın.” buyuruyor. (Bkz. BuhĂ‚rî, EzĂ‚n, 18) Hep olculer geliyor…
Efendimiz ’in namazı, zirve bir namazdı. CenĂ‚b-ı Hak ne buyuruyor:
“…Namaz, fahşĂ‚dan, munkerden korur...” (el-Ankebût, 45) buyuruyor. Kotuluklerden korur buyuruyor.
Diğer, zıddı Ă‚yette:
فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ “Yazıklar olsun…” (el-MĂ‚ûn, 4) buyuruyor.
Demek ki bir mîzĂ‚n etmemiz lĂ‚zım. Biz ne kadar Allah Rasûlu ’nun kıldığı namaza benzeyebiliyorsa namazımız, o kadar selĂ‚mete cıkmış oluyoruz. Kendi namazımızı mîzĂ‚n edebiliriz biz:
“Benim namazım ne kadar Hak katında? Namaz ne kadar beni yanlıştan koruyor? Gozumu ne kadar korudu? Gozum yanlışlıklara bir Ă‚mĂ‚ hĂ‚linde, kulağım birtakım yanlış seslere sağır hĂ‚linde, dilim bircok dedikodular vs. lĂ‚ubĂ‚lî şeyler, onlara bir lĂ‚l hĂ‚linde, kalbim kiminle beraber?..”
İşte bu, benim kıldığım namazın seviyesini gosteriyor. Demek ki benim kıldığım namaz bu kadar. Acaba kıldığımız namazın yuzde on mu, yuzde yirmi mi, yuzde elli mi, yuzde seksen mi, yuzde doksan mı var?..
Malı nasıl kullandın? Allah bana bir rızık veriyor, bir mal veriyor, bir şey veriyor. Bunu ben nasıl kullanıyorum? Demek ki malım ne kadar helĂ‚l, ne kadar değil? Boğazımdan gecen gıdĂ‚ ne kadar helĂ‚l, ne kadar değil?..
Ne kadar bir diğergĂ‚m hĂ‚lindeyim? Diğer benden mahrum olanları bir tefekkur hĂ‚lindeyim? Onlara karşı yureğim ne kadar uzanıyor benim? Onu duşuneceğiz. Eğer benim hakîkaten hep hayır-hasenĂ‚ta gidiyorsa, demek ki benim kazancımda helĂ‚llik var. Demek ki ben…
Yahut bir memursam, mesaimin tam hakkını veriyorum. Oğretmensem, talebemi yetiştirmemin butun gayreti icindeyim. Aldığım maaş, benim durumumu gosteriyor. O maaşla ben nerelere gidiyorum, o kazancla ben nerelere gidiyorum?..
Yani benim irĂ‚dem yok esĂ‚sında. Malımın, paramın benim uzerimde hĂ‚kimiyeti var. Kazancımı tahlil edebilirim bu şekilde. Eğer hayırdan gelirse tamamen helĂ‚lse, helĂ‚le gider. Aldığım rızık da ferahlık verir, huzur verir, ibadetimde vecd verir. Eğer kĂ‚h oyle, kĂ‚h boyleyse; kĂ‚h oyle, kĂ‚h boyle olur. Zaman zaman gaflet, zaman zaman uyanıklık.
Eğer -Allah korusun- tamamen menfilerden geliyorsa, o zaman kendime de ziyan, ibadet bir lezzet de vermez, hattĂ‚ ibadetten uzaklaşır insan, kazancı da menfî yola gider.
Efendimiz; “Ebû Zer!” dedi. En fakiriydi. Bir helĂ‚l şeyi.
“–Corbana su koy.” dedi. Tane koyacak hĂ‚li yoktu.
“Etrafını gozet.” dedi. Mahrumları bul dedi. (Bkz. Muslim, Birr, 142)
“…Sen onların sîmĂ‚larından tanırsın…” (el-Bakara, 273) CenĂ‚b-ı Hak buyuruyor.
“Verirken de bir nezĂ‚ketle ver.” dedi. Kendi malını vermiyorsun, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın malını veriyorsun. O corbayı sana ihsĂ‚n eden, CenĂ‚b-ı Hak.
Hizmetlerimize bakalım, hizmetlerimizi bir muhĂ‚sebe edelim. Cunku “şefkat alĂ‚ halkıllĂ‚h” buyruluyor, dînin en muhim şeylerinden biri de bu, hususiyetlerinden. Yaptığımız ibadetleri, hizmetleri muhĂ‚sebe etmemiz lĂ‚zım:
“Acaba o hizmetleri yaparken bana bir sıkıntı geliyor mu? Cilelere rağmen, birtakım sıkıntılara rağmen, ben bu hizmetimi bir aşk, vecd icinde mi yapabiliyorum? Az goruyorum, fazlasını yapmak icin de bir gayretim var mı? Yoksa bana bir muddet bu hizmetten yorgunluk, bıkkınlık, uşengeclik mi geliyor?..”
İşte boyle hizmetimizi, kalbimizi yine burada değerlendirebiliriz.
AshĂ‚b-ı kirĂ‚m, tĂ‚ Cin ’e giderken o zamanın şartlarına gore, yorulmadı, uşengeclik gelmedi. Bıkmadı, tahammul etmekte ağır şartlara. Onun icin CenĂ‚b-ı Hak onlar icin, ashĂ‚b-ı kirĂ‚m icin:
“Allah onlardan rĂ‚zı olmuştur.” buyuruyor. “Onlara tĂ‚bî olan ihsan sahipleri” oluyor. Bizim de CenĂ‚b-ı Hak bu hususiyetlerde olmamızı Rabbimiz arzu ediyor. Âyet-i kerîmede CenĂ‚b-ı Hak:
“Onlar otururken, ayaktayken, yanları uzerinde iken AllĂ‚h ’ı (unutmazlar) zikrederler…” (Âl-i İmrĂ‚n, 191)
Demek ki kalp… Bunu kitaptan okumakla olmaz, şu cĂ‚mi dolusu kitap okusak olmaz. Bunu kendin kazanacaksın. Kendinin kendine verdiği bir hususiyet olacak. CenĂ‚b-ı Hak yine bir îkaz ediyor orada, Haşr Sûresi ’nde:
“AllĂ‚h ’ı unutan ve AllĂ‚h ’ın da kendini unutturduğu kişiler gibi olmayın. Onlar yoldan cıkanların ta kendileridir.” (el-Haşr, 19)
Yine CenĂ‚b-ı Hak, CenĂ‚b-ı Hakk ’ı unutmayanların yine bir hĂ‚let-i rûhiyesini bildiriyor:
“…Goklerin, yerin yaratılışı hakkında derin derin duşunurler…” (Âl-i İmrĂ‚n, 191)
Nasıl gokler bir sonsuz, ucu-bucağı yok. Yıldızların sayısı, adedi yok. “Kaldır başını bak!” diyor CenĂ‚b-ı Hak, “Bir futur goruyor musun?” diyor. (Bkz. el-Mulk, 3) Bir trafik kazası yok yıldızlarda. Bir Ă‚rıza yok. Atmosferin oksijeninde, azotunda bir değişiklik olsa ne olurdu?..
“…Yerin yaratılışında...” (Âl-i İmrĂ‚n, 191)
CenĂ‚b-ı Hak butun mahlûkĂ‚ta ayrı ayrı sofralar acıyor. Birinin yediğini diğeri yiyemez. Birinin hayat tarzı, oburunun hayat tarzından değişik. Hepsi bir ekolojik dengeyle gidiyor, hayatı bitiyor.
VelhĂ‚sıl CenĂ‚b-ı Hak;
“…Goklerin, yerin yaratılışını derin derin tefekkur ederler...” (Âl-i İmrĂ‚n, 191) buyuruyor.
Yani mikrodan makroya her şey, ilĂ‚hî azametin tecellîleri. Yani kul, uyanacak. Son nefeste insan uyanacak. Fakat son nefes gelmeden insanın uyanması isteniyor.
مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا
(Olmeden evvel olunuz.) buyruluyor.
NefsĂ‚nî arzulardan vazgecmek ki o şekilde bir kurtulabilmek.
“Olmeden evvel olunuz.” buyruluyor. Bu nefsĂ‚nî arzuları bertaraf edin buyruluyor.
SĂ‚dî-i ŞîrĂ‚zî diyor ki:
“Olgunlar icin (kĂ‚mil insanlar icin, kĂ‚mil mu ’minler icin, rahmet insanı icin) ağaclardaki tek bir yaprak, mĂ‚rifetullahı anlatan bir dîvandır. (AllĂ‚h ’ın hikmetini, yuceliğini anlatan bir dîvandır tek bir yaprak.) GĂ‚filler icin ise butun ağaclar, tek bir yaprak bile değildir butun ağaclar.”
Kendimizi mîzĂ‚n etmemiz lĂ‚zım. Bizi nasıl duşunduruyor? Ufacık bir tohumdan, zerre kadar bir tohumdan, koskoca bir ağac cıkıyor. Topraktan sanki, her birinin altında bir komputer var, bir pompa var, îcĂ‚b ettiği kadar suyu cekiyor. Oradan ciceğini veriyor, tohumunu, tomurcuğunu veriyor, arkadan meyvesini veriyor. Meyveyi sana bir olgunlaştırıyor orada Guneş ’te. Sana bir termos icinde veriyor. Kabuğunu actığın zaman, termostan cıkartıyorsun, yiyorsun.
Yani AllĂ‚h ’ın verdiği her şeyi yerken onu bir tefekkur edebilmek…
Sutu icerken… Hayvan, o sutun icindeki laktozun ne olduğunu, ne kadar olduğunu biliyor mu? Proteininin ne kadar olduğunu biliyor mu? Kim hazırlıyor onu, kim hazırlattırıyor hayvana?
Tavuk yumurta yaparken -mecbur yumurta yapacak, kendisi yemeyecek, sana ikram ediyor- icinde ne kadar protein var, ne kadar kalsiyum olduğunu biliyor mu?
VelhĂ‚sıl butun meyveler, sebzeler insan icin hazırlanıyor.
CenĂ‚b-ı Hak:
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hic duşunmez misiniz?” [el-En‘Ă‚m, 50]) buyuruyor.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“…Hic duşunmuyor musunuz?” [el-Bakara, 44; Âl-i İmrĂ‚n, 65; el-A‘rĂ‚f, 169…]) buyuruyor.
اُولُوا الْاَلْبَابِ (“…(Ancak) akıl sahipleri (duşunup ibret alırlar).” [Âl-i İmrĂ‚n, 7]) buyuruyor.
İnsan duşunecek:
CenĂ‚b-ı Hak bu topraktan cıkan bu kadar sonsuz bir toprak terkibinden cıkan sebzeler, meyveler, CenĂ‚b-ı Hak kimin icin verdi? Biz birisine ikram etsek, “oh” diyoruz, “ikram ettim” diyoruz. Bir de CenĂ‚b-ı Hakk ’ın ikramını bir duşunelim. Guneş, Ay, semĂ‚da kimin icin donuyor? CenĂ‚b-ı Hak:
“Guneş ve Ay bir hesapladır.” (er-RahmĂ‚n, 5) buyuruyor. Bir saniye şaşmıyor.
Soluduğumuz hava kimin icin? Hic 21 oksijen, 77 azot değişiyor mu?
İctiğimiz şu su… İki hidrojen bir oksijen. Serbest olsa, biri yanıcı, biri yakıcı; serbest olsa, bir kibrit caksan, ortalık yanar, butun kĂ‚inat yanar.
VelhĂ‚sıl CenĂ‚b-ı Hak:
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hic duşunmez misiniz?” [el-En‘Ă‚m, 50]) buyuruyor. 137 yerde CenĂ‚b-ı Hak kulunu, şu kĂ‚inattaki ilĂ‚hî azamet tecellîleriyle tefekkure davet edecek ki o tefekkur CenĂ‚b-ı Hakk ’a yaklaştıracak. “Aman yĂ‚ Rabbi!” diyecek. “Beni affet yĂ‚ Rabbi!” diyecek. “Bu kadar ilĂ‚hî ikramlar…” diyecek.
İslam ve İhsan