
Dinin etkisiyle oluşan değerler nelerdir? İslam dininin korumayı emrettiği temel değerler nelerdir? İslam dininde emir ve yasaklarla muhafazası gozetilen beş temel değer...İslam, fıtratı koruma dinidir. Fıtrat ise, AllÂh ’a en yakın olma hÂlidir. İnsanın dunyaya geldiği ilk hÂli; gunahsız, temiz ve saftır. Dolayısıyla sonradan oğrenilen ve davranış kalıbına dokulen her şey, insanın bu temiz fıtratına uygunluğu nispetinde, insanı AllÂh ’a yaklaştırır.
İSLAM ’DA KORUMASI EMREDİLEN BEŞ TEMEL ESAS Bu sebeple İslÂm ’ın prensipleri, aynı zamanda “fıtratı korumaya” yoneliktir. Fıtrat, yani doğuştan kazanılan temel haklar; kişiye mahsustur; devredilemez ve dokunulmazlığa sahiptir. İslÂm; bu temel hakları; can, mal, akıl, din ve nesil olarak sıralamış ve butun prensiplerini bu beş temel esası korumaya mÂtuf kılmıştır.
Yaratılış ve insan fıtratının aksine yapılan her fiil, İslam suzgecinden gecirilmelidir. Zira yaratılışına ve dolayısıyla İslÂm ’a aykırı butun davranış modelleri, aynı zamanda bizatihî insanın kendi yok oluşudur.
İslÂm, doğup geliştiği bolgelerin dışında yayılmaya başladığında, mesel Hindistan, Bizans, İran gibi yeni fethedilen topraklarda cok koklu ve eski medeniyetlerle karşılaştı. Bunları ne olduğu gibi kabul etti, ne de tamamıyla reddetti. Orta bir yol tuttu; İslÂm ’a ve insan tabiatına aykırı unsurları ayıklayarak; fıtrata ve kendi temel değerlerine uygun olan bilgi, orf ve Âdetlere musamaha ile yaklaştı. Boylece farklı ırktan, farklı renk ve kulturdeki pek cok insan, kendi toplum ve değerleriyle İslÂm ’ı te ’lif etme imkÂnı buldu. Bu da İslÂm acısından buyuk bir zenginlik ve farklı bir mozaik oluşmasına zemin hazırladı.
İslÂm, icinde doğup yeşerdiği Arap toplumunda da aynı şekilde var oldu. Arapların “putperestlik” ve “kız cocuğunu gommeye varan” bakış acılarına karşı tavizsiz bir mucadele başlattı. Ama onların orfunde olan pek cok unsura da, temel değerlerine zarar vermediği muddetce hoşgoruyle yaklaştı.
İslÂm ’ın dunya capında pek cok toplum tarafından sevilmesi, beğenilmesi ve sahiplenilmesinin altında bu bakış acısı ve esneklik yatmaktadır.
Bugun de durum cok farklı değildir. Batı toplumlarında doğup gelişen ceşitli felsefî akımlar, bilim ve teknolojik gelişmeler, butun dunyayı şekillendirdiği gibi, İslÂm toplumlarına da az-cok tesirde bulunmuştur, bulunmaktadır.
Muslumanların bu farklı kultur ve medeniyet anlayışına karşı tavrı ne olmalıdır? Her şeyi olduğu gibi kabul mu etmeli, yoksa top yekun karşı mucadeleye mi gecmelidir? Aslında iki durum da hayatın gerceklerine uymadığı gibi, surdurulebilir değildir. Gozumuzu olup bitenlere kapatmak, onu yok kılmaz. Biz kendimizi bir şekilde korusak da, etrafımızı ilelebet boyle korumak mumkun değildir. Oyleyse metodumuz ne olmalıdır? Tıpkı İslÂm ’ın daha once asırlar boyu tatbik ettiği ve insan fıtratına uygun olan metodu, bugun de kullanmak sûretiyle...
Biraz once saydığımız, İslÂm ’ın korumayı en temel gÂye olarak belirlediği unsurları başa alır ve insanın fıtratına uygun olanları kabul eder, ona zarar verecekleri ise tavizsiz reddederiz. İcinde zararlı unsurlar bulunan “karışık malzemeyi” ise, ıslah edip alternatifini oluşturarak bunyemize dÂhil ederiz. Boylece en az zararla, en yuksek fayda temin edilmiş; zamanın ihtiyacları karşılanırken kendi ozumuzu de kaybetmemiş oluruz.
Kimi zaman populer kultur, kimi zaman kapitalizmin insanları suruklediği birtakım yetersizlik duyguları ya da kişinin icinde bulunduğu sosyal cevre, insanın dînî hayatını ve yaşayışını tesir altına almaktadır. İnsan, bazen tek başına kaldığı zaman bir “irÂde zaafiyeti” gostererek tesir altında kalır; bazen de tek başına olduğu zaman toplumun genelinden daha buyuk bir irade ve kararlılık gosterebilir.
TOPLUMU OLUŞTURAN UNSURLAR Toplumu oluşturan halkalar, tek başına bir “insan”dan ibarettir. O insan, ne kadar bilgili, şuurlu ve uyanıksa; toplum da o kadar zinde ve guclu olur. Bu diriliği, gonuldeki “halk icinde Hak ’la beraber olma” esası temin eder. Şuurlu insanların da birbirlerinden guc alması, goruş ve faaliyetlerini birleştirmesi gerekir ki, buna “sÂlih ve sÂdık insanlarla birlikte olma” esası diyebiliriz. Boylece ferd cemiyeti, cemiyet ferdi karşılıklı dokur.
Gunumuzde ferdiyetcilik ozendirilmiş, insanın kendi ihtiyac ve menfaatleri, her şeyin ustunde ve otesinde tutulmuştur. Bu erkekler icin boyle olduğu gibi, kadınlarda da aynı tesiri gostermiş; kadınlar “kendi işini kendi gormeye”, “kendi ayakları ustunde durmaya” zorlanmıştır. Mahremiyet ve Âile ici dengeler îcabı, uzun bir zamandır geri plÂnda kalan kadın, bugun ısrarla sokağa, hayatın odağına cekilmeye calışılmaktadır.
Bunun icin sık sık “kadın-erkek eşitliği”, “ilerlemenin butun cinslerin birlikte gayret gostermesi ile olacağı” şeklinde sloganlar tekrar edilip durmaktadır. Kadınlar, fıtratlarına aykırı olsa da pek cok iş kolunda erkeklerle aynı şartlar altında calışmaya zorlanmakta; bu hoyrat ve maddeci bakış acısından nÂzenin yapısı ile birlikte cocuk ve Âile de nasibini almaktadır.
Cok yakın bir zamana, bundan yirmi-yirmi beş yıl oncesine baktığımızda, ozellikle hanımların toplumdaki konumu daha insanî, daha İslÂmî ve daha fıtrata uygun idi. Erkeklerin hÂkim olduğu bir toplumda, farklı komplekslere girerek “kendini ispat etme” kaygısı taşıyan ve taşıttırılan kadın, kendine has karakteri, fıtrî farklılıkları hesaba katılmadan ve hatta onun aslî ozellikleri unutularak yeni bir rol icine itilmiş oldu.
Âdeta bu konuda “sun ’î ihtiyaclar” îcad edildi ve bu ihtiyaclar konusunda da kadın ve toplum bir tur “ikn odasına” sokuldu. Arkasından da aslında “olmayan” bu ihtiyacların giderilmesi icin kadının toplumsal rolu ile oynandı. Oysa hicbir zaman kadın-erkek mevzularını; bir “eşitlik” ve “karşıtlık” bağlamında ele almamak gerekir. Cunku her iki taraf, yaratılış itibariyle birbirinin rakibi değil, bir butunun ayrı parcaları ve birbirinin tamamlayıcı unsurlarıdır. Ne zaman kadın ve erkeği, sadece kendi icinde ve birbirinden ayrı duşunmeye başlarsak problemler buyur ve icinden cıkılmaz bir hÂl alır.
Bugun kapitalizmin “daha cok kazanmak” ve “daha cok tuketmek” anlayışı uzerine kurulu tuketim mantığının acımasız dişleri arasında kadın, “ezilen” ve “somurulen” bir varlık hÂline geldi. Anne-babaların, “Evladım kendi ayakları uzerine dursun, kocasına bile muhtac olmasın!” duşuncesiyle, sabahın karanlığında evden uğurladıkları genc kızlar, akşama kadar insafsız bir sistemin kurbanı olmakta, akşam da tukenmiş bir şekilde evine donmektedirler. Boyle bir nesilden nasıl fedakÂr bir annelik ve nasıl sağlıklı bir Âile yuvası beklenebilir?
Bırakalım biraz eşler birbirine muhtac olsun. Bırakalım kızlarımız, oğullarımız; anne ve babalarına ihtiyac duysun. Bu denli hurriyet duşkunu (!) olmak, birbirimize saygımızı, fedakÂrlığımızı, canımızdan ote varlıklarımızı duşunmemizi engelledi maalesef…
Bir market kasasında, bir mağaza tezgÂhında veya hanımlar icin ağır sayılabilecek diğer işlerde uzun saatler boyunca calışmak zorunda kalan gencecik kızlarımız, neden kendi başlarına bırakıldılar? Onların babaları, ağabeyleri, kardeşleri, kocaları nerede? Bu evlÂtlarımız, belki hÂllerinden memnun gibi gorunseler de, boyle bir hayat akışına normal bir insanın dayanması ve bu hayatı, bir omur boyu surdurebilmesi mumkun mu? Diyelim ki, “emekli olana kadar” boyle yaşadı; acaba ne kadar mutlu bir insan, ne kadar mutlu bir kadın, daha da onemlisi ne kadar mutlu bir anne veya eş oldu bu hayat tarzında?!
Biz bu noktaya nasıl savrulduk? Bu yolun Batıdaki yolcularının nasıl bir enkaza donuştuğunu, Âile ve toplumun ne hÂlde olduğunu gormemize rağmen, nasıl oluyor da gozleri kapalı ve doludizgin bu fecî Âkıbete suruklenmeye devam ediyoruz?
Yavrularımız, bizim gozbebeklerimizdir. Onların her turlu derdi, bizim derdimiz; sevincleri ise bizim hayatımıza değer katan en tatlı anlarımızdır. Onların dunyalık ihtiyaclarına gereğinden fazla odaklanarak, gercek hayat olan Âhireti unutuyorsak; bu nasıl bir evlat sevgisi ve nasıl bir anne-babalıktır?
“Kadın hic mi calışmasın?”, “Hep başkalarının eline mi baksın?” Elbette kadın da calışacak; ama fıtratına uygun işlerde ve gucu nisbetinde… Birilerinin oyuncağı olmadan ve somuru vasıtasına donuşmeden… Kadınlığını ve anneliğini zedelemeden…
Kadınlar, gercek mÂnÂsıyla ne kadar mutlu ise, toplum da o kadar mutludur. Annenin yuzu ne kadar guluyorsa, cocukların yuzunde de o kadar tebessum cicek acıyordur.
Akıllı insan, kotuluklerin neticesini hep deneye-yanıla oğrenmez. O hataya duşenlerin husran dolu Âkıbetlerinden kendisine lÂzım olan dersi cıkartır ve hayatını ona gore tanzim eder. Aksi hÂlde kendisi de başkaları icin “ibretlik hÂle” gelir.
Kaynak: Şefika Meric, Altınoluk Dergisi, Sayı: 166
İslam ve İhsan