
Manevi sohbet eden kişide, benlik ve iddiÂ, yerini muhabbet ve tevÂzûya terk etmelidir. Zira tevÂzû, sozu muessir kılan bir ozelliktir.Şunu hicbir zaman unutmamak gerekir ki, insan olmak cihetiyle herkes Âcizdir. Bir topluma onderlik eden de Âcizdir, o toplumdaki fertler de… An gelir, peygamber bile Âciz kalır. Yani herkes mutlak bir acziyet icindedir. KÂdir-i Mutlak, yalnız CenÂb-ı Hak ’tır. Dolayısıyla bir toplumda baştakinin de, ortadakinin de, sondakinin de tevÂzû ve mahviyet hÂlinde olması zarûrîdir. Boyle olmazsa oradan cirkin bir benlik kokusu gelir ve sohbetin rûhÂniyeti zaafa uğrar, heder olup gider.
HÂlbuki CenÂb-ı Hak, ilk once kulunun benliğe iptal muhru vurmasını istemektedir. Nitekim kendini beğenen, cimri, ahmak ve Âhirete karşı dunyayı tercih eden kişilerin AllÂh ’a yakın olamayacakları ifÂde edilmektedir.
Sohbetci, yapmış olduğu hizmetteki aksaklıklardan dolayı başkalarını suclamadan once, ayıp ve kusuru evvel kendinde aramalıdır. Şu kıssa, bu gonul kıvÂmını ne guzel hulÂsa etmektedir:
Hak dostlarından Abdullah bin MubÂrek Hazretleri, kotu huylu bir kimseyle yolculuk yapmıştı. Seyahatleri sona erip ayrıldıklarında, Hazret icli icli ağlamaya başladı. Bu hÂle şaşıran dostları, nicin ağladığını sordular. O ince ruhlu Hak dostu, derin bir ic cekti ve nemli gozlerle:
“–O kadar yolculuğa rağmen beraberimde bulunan arkadaşımın kotu hÂllerini duzeltemedim. O bîcÂrenin ahlÂkını guzelleştiremedim. Duşunuyorum ki; acab benim bir noksanlığımdan oturu mu ona faydalı olamadım? ŞÃ‚yet o, benim hat ve kusurlarımdan dolayı istikÂmete gelmediyse, yarın hÂlim nice olur!..” dedi ve boğazında duğumlenen hıckırıklarla ağlamaya devam etti.
Unutmamak gerekir ki mÂneviyat yolu, hizmetkÂrlık yoludur. Kalbin, oturduğu koltukta değil, kapı eşiğinde olması gerekir. Oyle bir zaman gelir ki zehirle pişmiş aşı, yuzunu ekşitmeden yiyebilmek îcÂb eder.
TevÂzû sahibi kişinin insanlarla ulfet etmesi kolay olur. Herkes ona rahatlıkla yaklaşabilir. Butun guzel vasıfların mutevÂzı kimsede toplanmasına şaşmamak gerekir. Zira yuksek yerlerdeki sular hep aşağıya doğru akar ve orada birikir.
Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“İbÂdu ’r-RahmÂn (yani RahmÂn ’ın rahmetinin tecellî ettiği has kulları) yeryuzunde mutevÂzı olarak dolaşırlar ve cÂhiller kendilerine lÂf attığında (tebessumle) «SelÂm!» derler (gecerler).” (el-FurkÂn, 63)
Rasûlullah (s.a.v.) şoyle buyurmuştur:
“Kim Allah TeÂl Hazretleri ’nin rızÂsı icin bir derece tevÂzû gosterir (alcak gonullu) olursa, Allah TeÂl onu bu sebeple bir derece yukseltir. Kim de AllÂh ’a karşı bir derece kibirde bulunursa, Allah da onu bu sebeple bir derece alcaltır, boylece onu esfel-i sÂfilîne (aşağıların aşağısına) atar.” (İbn-i MÂce, Zuhd, 16)
Peygamber Efendimiz ’in amcası Hazret-i AbbÂs ’ın TÂif ’te uzum bağı vardı. İslÂm ’dan once de sonra da oradan kuru uzum taşır, Zemzem suyunun icine katarak hacılara ikram ederdi. Kendisinden sonra oğulları ve torunları da hep boyle yaptılar.[1] Bir defasında Rasûlullah r Harem-i Şerîf ’teki su ve şerbet ikram edilen sebîl mahalline gelmiş ve icecek istemişti. AbbÂs t, oğluna:
“–Ey Fadl! Annene git ve yanındaki husûsî icecekten Peygamber Efendimiz ’e getir!” dedi.
Rasûlullah Efendimiz:
“–Hayır, bana herkesin ictiği bu icecekten ver!” buyurdu.
AbbÂs (r.a.):
“–YÂ RasûlÂllah! Buraya bÂzen insanların eli dokunuyor.” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.):
“–Olsun, sen insanların ictiği yerden ver!” buyurdu ve Hazret-i AbbÂs ’ın ikram ettiği meşrubatı icti. Sonra Rasûlullah r Zemzem kuyusuna geldi. Hazret-i AbbÂs ’ın Âilesi burada kuyudan su cekiyor ve hacılara ikram ediyorlardı.
Rasûlullah (s.a.v.):
“–Ey Abdulmuttalib oğulları, cekiniz! Siz sÂlih bir amel uzeresiniz!” diye taltîf buyurdu. Sonra da:
“–İnsanlar, (ben yaptım diye) hucûm edip başınızda kalabalık etmeyecek olsalardı, ben de devemden iner, (mubÂrek eliyle omzuna işÃ‚ret ederek) kuyunun ipini şuraya koyar, sizin gibi su cekerdim.” buyurdu. (BuhÂrî, Hac, 75)
Hazret-i Enes (r.a.) şoyle buyurur:
“Rasûlullah r hastaları ziyaret eder, cenÂzelerde bulunur, kolelerin dÂvetlerine gider, merkebe binerdi. Hayber ’in fethedildiği ve Benî Kurayza uzerine yurunduğu gun, yuları hurma liflerinden olan bir merkebe binmişti. Altında da liften yapılmış bir semer vardı.” (Tirmizî, CenÂiz, 32/1017; İbn-i MÂce, Zuhd, 16; HÂkim, II, 506/3734)
“…Bineğinin terkisine insanları bindirir, yemeğini yere koyup yerdi…” (HÂkim, IV, 132/7128)
Ebû Mûs (r.a.) da şoyle buyurur:
“Rasûlullah (s.a.v.) merkebe biner, kaba yunden elbise giyer, oturup koyunun sutunu sağar, misafirleriyle ilgilenir, onlara hizmet ve ikram ederdi.” (HÂkim, I, 129/205)
SAHABE-İ KİRAM'IN TEVAZUSU
Âmir bin Rebî ’a (r.a.) anlatıyor:
Rasûlullah r, KÂbe ’yi tavÂf ederken ayakkabısının bağı koptu. Bir kişi hemen kendi ayakkabısının bağını cıkarıp Efendimiz ’in ayakkabısına bağlamaya başladı. Bunun uzerine Allah Rasûlu bağı cıkardı ve şoyle buyurdu:
“–Bu, kişinin kendisini tercih ederek arkadaşlarından ustun gormesidir. Ben kendimi tercih edip ustun gormeyi sevmem.” (Heysemî, III, 244; IX, 21)
Burada muhteşem bir tevÂzu orneği daha goruyoruz: Diğer rivÂyetlerden oğrendiğimize gore aslında Peygamber Efendimiz ’in ayakkabısına bağ takan kişi, hadîsi rivÂyet eden sahÂbînin kendisidir. Ancak yuksek tevÂzû ve mahviyeti sebebiyle burada mechul bir ifÂde kullanmaktadır. SahÂbe-i kirÂma Âit bu nevî tevÂzû misallerine, rivÂyetlerde sıkca rastlamak mumkundur.
HZ. HASAN'IN YOKSULLARIN GONULLERİNİ ALMASI
Bir gun Hazret-i Hasan (r.a.) KÂbe ’yi tavÂf etmiş, ardından MakÂm-ı İbrahim ’de iki rekÂt namaz kılmıştı. Sonra yanağını MakÂm ’a koyup ağlamaya ve şoyle munÂcÂt etmeye başladı:
“YÂ Rabbî, Sen ’in kucuk ve zayıf kulun kapına geldi. AllÂh ’ım, Âciz hizmetcin kapına geldi. YÂ Rabbî, dilencin kapına geldi. Sen ’in yoksulun kapına geldi!”
Bu niyÂzı defalarca tekrar ettikten sonra oradan ayrıldı. Yolda kuru ekmek parcalarıyla karınlarını doyurmaya calışan yoksul insanlara rastladı. SelÂm verdi. Onlar da Hazret-i Hasan ’ı mutevÂzı yemeklerine dÂvet ettiler. Hasan, yoksullarla birlikte oturdu. Peygamber nesline sadaka yemek cÂiz olmadığı icin o azîz sahÂbî:
“–Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim sizinle birlikte yerdim.” dedi.
İkramlarını kabul edemediği yoksulların gonullerini almak icin de, onları evine goturdu, yemek yedirdi, elbiseler giydirdi ve ceplerine de bir miktar para koydu. (Ebşîhî, el-Mustatraf, Beyrut 1986, I, 31)
"BİLMİYORUM" DİYEBİLMENİN BUYUKLUĞU
TevÂzû sahibi bir sohbetci, istişÃ‚relere de cok ehemmiyet vermelidir. Zira hic hatırına gelmeyen bir husûsu bir kardeşinin soyleyebileceğini ve her şeyi en iyi kendisinin bilemeyeceğini hatırından cıkarmamalıdır. Bilmediği bir hususla karşılaştığında enÂniyetine mağlup olmayıp “Bilmiyorum, bunu sorup-araştırıp oğrenelim.” diyebilmelidir. Zira her şeyi bilen yegÂne Âlim-i mutlak, CenÂb-ı Hak ’tır. İnsanın fÂrik vasfı ise cehÂlettir. O yalnızca bildiğinin Âlimidir, bilmediğininse cÂhilidir.
Bu hususta buyuk İslÂm Âlimi İmÂm Ebû Yûsuf ’un sahip olduğu firÂset, bilhassa sohbetciler icin muhim bir dustur olmalıdır.
İmÂm Ebû Yûsuf ’a bir gun Halîfe HÂrun Reşîd bir mes ’ele sorar.
İmÂm Ebû Yûsuf:
“–Bilmiyorum.” diye cevap verir. Halîfenin yardımcısı İmÂm Ebû Yûsuf ’a:
“–Bunca maaş ve tahsîsÂtınız varken bilmiyorum diyorsunuz!..” der.
İmÂm Ebû Yûsuf da cevÂben:
“–Benim maaşım ilmime goredir. Bilmediklerim icin de verilecek olsa hazineniz yetmezdi...” der.
AllÂme İmÂm GazÂlî de:
“Bildiklerime nisbetle bilmediklerimi ayaklarımın altına alabilseydim, başım goklere değerdi.” buyurmakla aczini îtirÂf edip tevÂzû gostermiştir.
[1] İbn-i HişÃ‚m, IV, 32; İbn-i Sa ’d, II, 137; VÂkıdî, II, 838.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Sohbet ve Adabı, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan