
Kalbin sırları nelerdir? Kalpler, manevi durumlarına gore kac kısma ayrılır?İdrîs -aleyhisselĂ‚m- ’ın hayatı bizlere, semĂ‚vî hayranlığın esrĂ‚rını ve musaffĂ‚ (arınmış) bir kalbin, ilĂ‚hî tecellîlere nasıl mazhar olduğunu gosterir. Hayvanlardan aşağı derekelerle meleklerden ustun dereceler arasında bulunabilen insanın, zirveye ulaşarak melekî husûsiyetler kazandığını muşĂ‚hede imkĂ‚nı sunar.
Bedenin ve rûhĂ‚nî Ă‚lemin merkezi durumunda olan kalb, tasfiye ve tezkiye edilerek, AllĂ‚h ’ın lutf u keremiyle oyle bir noktaya ulaşır ki, o kalbin sĂ‚hibi, gorunuşte diğer insanlardan farklı olmamasına rağmen rûhĂ‚nî yonuyle meleklerden daha yuksek derecelere vĂ‚sıl olur.
Bunlar, İdrîs -aleyhisselĂ‚m- ’ın alĂ‚met-i fĂ‚rikaları olan husûsiyetler olduğu icin, burada kalb Ă‚lemi hakkında biraz mĂ‚lumat vermek luzûmu hissettik.
İnsanın dunyadaki en muhim vazîfesi ve en ciddî meşgalesi, sonsuz bir hayat olan olum otesine hazırlanmak olmalıdır. Bu da ancak, kalbin hakîkatini bilmek, onu her turlu tehlike ve kotulukten ko­ruyarak guzel ahlĂ‚ka yonlendirmekle mumkun olur. DunyĂ‚daki huzur ve saĂ‚det de, Ă‚hi­retteki saltanat da kalb-i selîme sĂ‚hip olmakla elde edilebilir.
Kalb, lugatte bir şeyi zıddına cevirmek, şekil ve renk değiştirmek mĂ‚nĂ‚larına gelir. Bu karakteri sebebiyle kalbler; ya rûhĂ‚nî ve melekî, ya da nefsĂ‚nî ve şeytanî fiiller arasında bir omur boyu calkalanır durur.
Fert ve toplumda kemĂ‚l ve zevĂ‚l, hep kalbin terakkî ve tedennîsine bağlıdır. RûhĂ‚niyet ile dolu kalblerde; guzel ahlĂ‚k, amel-i sĂ‚lih ve guzel hĂ‚ller zuhûr eder. Boylece kul “ahsen-i takvîm”, yĂ‚ni en guzel seviyeye ulaşır.
NefsĂ‚niyet ile dolu kalblerde ise; kufur, şirk, kotu huy, şehvet ve vesvese bulunur. Bu durumda kalb, yaratılış gĂ‚yesinin zıddına doner ve korelir. Boyle bir kalbe sĂ‚hip olanlar “Belhum edall”, yĂ‚ni hayvandan bile aşağı bir derekeye duşerler. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“And olsun ki biz, cinlerden ve insanlardan bircoğunu (kendi irĂ‚deleri ile hak edeceklerinden) cehennem icin yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, bunlarla idrĂ‚k etmezler; gozleri vardır, bunlarla gormezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler! İşte onlar, hayvanlar gibidir; hattĂ‚ daha da aşağıdırlar. İşte onlar, gĂ‚fillerin ta kendileridir.” (el-A ’rĂ‚f, 179)
Kalbi ifsĂ‚d eden nefs ve şeytanın hîle ve desîselerinden kalbin muhĂ‚faza edilebilmesi ancak ibĂ‚det, zikrullĂ‚h, rûhĂ‚nî sohbetler ve guzel ahlĂ‚k ile mumkundur. Bunların neticesinde kulda takvĂ‚ hĂ‚li tecellî eder ki AllĂ‚h indinde gercek ustunluk olcusu de budur. CenĂ‚b-ı Hak buyurur:
“…Şuphesiz ki AllĂ‚h indinde en değerli olanınız, takvĂ‚ bakımından en ustun olanınızdır!..” (el-HucurĂ‚t, 13)
Bu takvĂ‚ hĂ‚linin muhĂ‚fazası icin de, sĂ‚dık ve sĂ‚lihlerle ulfet, sohbet ve beraberlik mecbûriyeti vardır. Kalblerin mĂ‚nen muhĂ‚faza ve takviyesi bakımından bu nevî meclislerde tecellî eden fuyûzĂ‚t-ı ilĂ‚hiyenin ehemmiyeti pek buyuktur. Bu meclisler, nûr-i nubuvvetten muktebes feyizlerin coştuğu kudsî mekĂ‚nlardır. HattĂ‚ ehlullĂ‚hın beyĂ‚nına gore FeyyĂ‚z-ı Mutlak olan CenĂ‚b-ı Hak ’tan kulların gonullerine lutfedilen bu feyiz ve nûrun ilk mecrĂ‚sı, RasûlullĂ‚h Efendimiz ’in sadr-ı şerîfleridir. Buradan sĂ‚lih ve sĂ‚dıkların sadrına intikĂ‚l eder. Onlardan da, muteselsilen onlara yakın­lık ve muhabbet duyanların gonullerine akseder.
Gunumuzde sosyal psikoloji biliminin de kabul ettiği gibi insan, cevresinden gelen tesirlere acık bir varlıktır. İnsanların huy ve hĂ‚lleri birbirine sirĂ‚yet eder. Cunku rûhlar arasındaki mĂ‚nevî alış-veriş inkĂ‚r edilemez bir gercektir. Enerjik karakter­lerde dĂ‚imĂ‚ sirĂ‚yet ozelliği vardır. YĂ‚ni faal ve muessir şahsiyetlerdeki rûhî temĂ‚yuller, onlarla birlikte bulunanlara kendi istîdĂ‚d ve istekleri nisbetinde intikĂ‚l eder. Boylece sĂ‚lih ve sĂ‚dıklarla ulfet edenler, onlar gibi sĂ‚dıklaşır, sĂ‚lihleşir. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede ehemmiyetine binĂ‚en “takvĂ‚ sĂ‚hibi olmak” ile “sĂ‚dıklarla beraber olmak” peşpeşe emredilmektedir:
“Ey îmĂ‚n edenler! AllĂ‚h ’a karşı takvĂ‚ uzere bulunun ve sĂ‚dıklarla berĂ‚ber olun!” (et-Tevbe, 119)
Kalb cevherini koruyamamak ve muhĂ‚faza edememek, insanlık haysiyeti adına buyuk bir cinĂ‚yet ve acı bir kayıptır. Kalblerini şeytĂ‚nî arzulara kurban edenlere, cehennem acıklı bir mekĂ‚n olacaktır. Kalb, aslında bir hak ve hakîkat pusulasıdır. Kulun irĂ‚desinin ibresi, hayır veyĂ‚ şer, hangi tarafa yonelir ve amel ederse, insan, kulluk notunu ona gore alır. Hadîs-i şerîfte:
“Şuphesiz ki AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, sizin sûretlerinize ve mallarınıza değil, kalblerinize ve amellerinize bakar!” (Muslim, Birr, 34) buyrulmuştur.
MANEVİ DURUMLARINA GORE KALPLER Kalbler, mĂ‚nevî durumlarına gore beş kısma ayrılır:
1. Muhurlu ve Kilitli Kalpler
Hicbir mĂ‚nevî meziyet taşımayan bu kalbler, tamĂ‚men hayvĂ‚nî bir hayata dalarak dunyĂ‚yı sĂ‚dece yemek, icmek ve eğlenmek gibi ten planındaki gelgec heveslerden ibĂ‚ret gorurler. İnsanda ve kĂ‚inĂ‚tta bulunan ilĂ‚hî sır ve incelikleri keşfedebilecek basîret ve firĂ‚setten fersah fersah uzaktırlar. Peygamberlerin ve AllĂ‚h dostlarının kalbleri ile tam bir zıtlık icinde olan boyle bir kalbe sĂ‚hip bedenler, Ă‚deta mezar­dan farksızdırlar. Cesetler nasıl ki toprakta curuyup giderse, bu nevî kalbler de inkĂ‚r karanlık ve bataklıkları icinde oylece kaybolup giderler. DalĂ‚lete (sapıklığa) dûcĂ‚r olan bu kalbler, yalnız kendilerini değil, kendilerine yakın olanları da hazîn bir Ă‚kıbete suruklerler. Bunlar hakkında CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“On­lar, Kur ’Ă‚n ’ı in­ce­den in­ce­ye du­şun­mez­ler mi? Yok­sa (on­la­rın) kalb­ler(i) uze­rin­de ki­lit­ler mi var?” (Mu­ham­med, 24)
Onlar, dunyĂ‚da AllĂ‚h ’ın nîmetleri icinde yaşayıp, sĂ‚hibini inkĂ‚r etmek, O ’nun emir ve yasaklarını ciğnemek gibi buyuk bir nankorluk ve ahlĂ‚ksızlık icindedirler. CenĂ‚b-ı Hak, bu tip insanlar icin Ă‚yet-i kerîmelerde şoyle buyurur:
“Onlar, sağır, dilsiz ve kordurler. Bu sebeple onlar, (hakîkate) donemezler.” (el-Bakara, 18)
“Elbette sen olulere duyuramazsın! Arkalarını donup giderlerken, sağırlara o dĂ‚veti işittiremezsin! Sen korleri sapıklıklarından vazgecirip doğru yola getiremezsin! Ancak Ă‚yetle­rimize inanıp da teslîm olanlara duyurabilirsin!” (en-Neml, 80-81)
CenĂ‚b-ı Hak bu vasıftaki kalblerin muhurlu ve kilitli olduğunu şoyle beyĂ‚n buyurur:
“AllĂ‚h, onların kalblerini ve kulaklarını muhurlemiştir. Onların gozlerinde de bir perde bulunmaktadır ve onlar icin buyuk bir azĂ‚b vardır.” (el-Bakara, 7)
Âyette gecen muhurlu ve kilitli kalbe sĂ‚hip olanlar, hakîkat ve hayra karşı kapıları kapanmış, insanî ve mĂ‚nevî hayatla alĂ‚kaları kesilmiş kimselerdir. Kalblerindeki muhurleri ve kilitleri acmak, ancak unuttukları AllĂ‚h ’a kalmıştır.
Bu key­fi­yet, bu­tun in­san­lı­ğı kor­ku ve haş­yet­le ur­per­te­cek ilĂ‚­hî bir sır ve hik­met ihtivĂ‚ etmektedir. Dun­yĂ‚­da iken kal­bi mu­hur­le­nip hi­dĂ‚­yet ka­pı­la­rı­nın kendisine ka­pan­dığı kimseleri bizler değil, ancak AllĂ‚h bilir. Cunku CenĂ‚b-ı Hak, olumunden once dilediği kuluna hidĂ‚yet nasîb eder.
Kur ’Ă‚n-ı Ke­rîm ’de kalb­le­ri mu­hur­le­nen kim­se­ler­den bah­se­dil­mek­le bir­lik­te, bun­la­rı şa­hıs-be-şa­hıs tĂ‚­yin et­mek mum­kun de­ğil­dir. Cun­ku Ă‚kı­bet mec­hul­dur. Fi­ra­vun ’un si­hir­baz­la­rı mi­sĂ‚­li, da­lĂ‚­let uze­re ya­şa­yıp Ă‚hir omur­le­rin­de hi­dĂ‚­ye­te eren­ler ol­du­ğu gi­bi, KĂ‚­run ve Bel ’am bin Ba­ura mi­sĂ‚­li, hi­dĂ‚­yet uze­re yu­ru­yup, so­nun­da def­te­ri­ni hus­ran­la ka­pat­mış olan­lar da mev­cuttur. Dolayısıyla mu ’minler, bu gibi Ă‚yetleri yanlış anlayarak AllĂ‚h ’ın dînini tebliğde ihmĂ‚lkĂ‚r davranmamalıdırlar. Ote yandan her bir kul, kendisinin de boyle bir tehlikeye duşebileceği endişesiyle AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ ’dan kalbini dĂ‚imî olarak îmĂ‚n uzere sĂ‚bit kılmasını taleb etmeli ve uyanık bir hayat surmeye calışmalıdır. ZîrĂ‚ kalbler ihmĂ‚l edildiğinde hidĂ‚yetten uzaklaşmakta, AllĂ‚h ’ın zikrine karşı katılaşmakta, hattĂ‚ taşlardan daha katı bir hĂ‚le bile gelebilmektedir. Âyet-i kerîmede bu hakîkat şoyle tasvîr edilir:
“Sonra bunun ardından kalbleriniz yine katılaştı; artık onlar taş gibi veya daha da katıdırlar. HĂ‚lbuki taşlardan oylesi vardır ki, onlardan nehirler fışkırır; bir kısmı da vardır ki, yarılır da icinden su cıkar. Hem onlardan bĂ‚zısı da vardır ki, AllĂ‚h korkusundan duşup yuvarlanır. AllĂ‚h yapmakta olduklarınızdan gĂ‚fil değildir.” (el-Bakara, 74)
Bu sebeple AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, kalblerini muhurlenip kilitlenmekten muhĂ‚faza etmeleri icin kullarını şoyle îkĂ‚z buyurur:
“AllĂ‚h ’ı unutan; bu yuzden AllĂ‚h ’ın da onlara kendilerini (oz hakîkatlerini) unutturduğu kimseler gibi olmayın! İşte onlar fĂ‚sıkların tĂ‚ kendileridir.” (el-Haşr, 19)
2. Hasta Kalpler
Bun­lar, sıh­hat­li kalblerle muhurlu kalbler ara­sın­da bir mev­kî­de­dir­ler. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de hasta kalbler hakkında şoyle buyrulur:
“Onların kalblerinde bir hastalık vardır. AllĂ‚h da onların hastalığını artırmış­tır. Soylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar icin elîm bir azĂ‚b vardır.” (el-Bakara, 10)
Âyet-i kerîmede kalblerinin hasta olduğu bildirilen bu kimseler, sĂ‚dece dilleriyle inandıklarını soyleyen, lĂ‚kin nefsĂ‚niyetin sultası altında bulundukları icin sĂ‚lih bir yaşayışı olmayan kimselerdir. ÎmĂ‚n, bunların kalblerine tam olarak yerleşmemiştir. Bu nevî­ kalb sĂ‚hiplerinin hĂ‚­li, be­de­nen has­ta insan­la­rın ıztırap icindeki hĂ‚line ben­zer. Ne dun­ye­vî ha­yat­la­rın­da bir Ă‚henk, ne de ic Ă‚lemlerinde hu­zur var­dır. İc Ă‚lem­le­rin­de­ki be­lir­siz­lik dış Ă‚lem­le­ri­ni, dış Ă‚lem­le­rin­de­ki du­zen­siz­lik de ic Ă‚lem­le­ri­ni men­fî te­sir al­tın­da bı­ra­kır. AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ bu kişilerin icine duştuğu durumu şoyle ifĂ‚de buyurur:
“İşte onlar, hidĂ‚yet karşılığında dalĂ‚leti satın almışlardır. Onların bu ticĂ‚­reti kazanclı olmamış ve doğru yolu da bulamamışlardır.” (el-Bakara, 16)
Al­lĂ‚h ’ın Ă‚yet­le­ri­ni lĂ‚yıkıyla idrĂ‚k etmeye mĂ‚­nî olan vasıflar; ki­bir, ucub, hased ve dun­ya sev­gi­si gi­bi kal­bî has­ta­lık­lardır. Bu kişiler, mĂ‚nevî bir terbiye gorup nefslerini tezkiye etmediği mud­det­ce AllĂ‚h ’ın rĂ‚zı olduğu davranış guzelliğine kavuşamazlar ve Kur ’Ă‚n ’ın es­rĂ‚­rın­dan his­se alamazlar. Ni­te­kim:
“Dun­ya­da hak­sız ye­re ki­bir­le­nip bu­yuk­luk tas­la­yan­la­rı, Ă‚yet­le­ri­mi ge­re­ği gi­bi an­la­mak­tan uzak­laş­tı­racağım...” (el-A ’rĂ‚f, 146) şeklindeki ilĂ‚hî tehdîd bu­nu acık­ca ifĂ‚­de eder.
De­mek olu­yor ki kalb, mĂ‚­ne­vî ter­bi­ye yoluyla te­rak­kî et­me­di­ği tak­dir­de, Kur ’Ă‚n, kĂ‚inĂ‚t ve in­sa­nın es­rĂ‚­rın­dan lĂ‚yıkıyla his­se ala­bil­mek mum­kun de­ğil­dir. Âyet-i ke­rî­mede Ce­nĂ‚b-ı Hak:
“(Ey Ha­bî­bim! Sa­na kar­şı ge­len­ler) hic yer­yu­zun­de do­laş­ma­dı­lar mı? (ŞĂ‚yet yeryuzunu dolaşıp onu ib­ret na­za­rıy­la seyretmiş ol­sa­lar­dı), du­şu­ne­bi­le­cek­l e­ri kalb­le­ri, işi­tebile­cek­le­ri ku­lak­la­rı olur­du. Ger­cek şu ki, goz­ler kor ol­maz; lĂ‚­kin go­ğus­ler icin­de­ki kalb­ler kor olur.” (el-Hacc, 46) bu­yur­mak­tadır. Bu Ă‚yet-i kerîme, kĂ‚inĂ‚ta ve hĂ‚disĂ‚ta gonul gozuyle ve ib­ret na­zar­ıyla bakarak ilĂ‚hî intikĂ‚mın tecellî ettiği kavimlerin Ă‚kıbetinden ders alabilmenin kalb­leri ih­yĂ‚ edip onlara şifĂ‚ vereceğini be­yĂ‚n et­mek­te­dir.
Şu ha­dîs-i şerîf, kal­bi her turlu hastalıktan mu­hĂ‚­fa­za­ etmenin zarûretini ne gu­zel ifĂ‚­de eder:
“Ha­be­ri­niz ol­sun ki, bedende bir et par­ca­sı var­dır. O iyi olur­sa bu­tun be­den iyi olur; o bo­zuk olur­sa bu­tun be­den bo­zuk olur. İş­te o, kalb­dir.” (Bu­hĂ‚­rî, ÎmĂ‚n, 39)
Âlimler kalbî hastalıkları, umûmî olarak îtikĂ‚dî ve ahlĂ‚kî olmak uzere iki kısımda mutĂ‚laa etmişlerdir. Buna gore inkĂ‚r, nifĂ‚k, şirk, cehĂ‚let ve şuphe gibi inanc sapmaları “îtikĂ‚dî hastalıklar”; şehvete duşkunluk, gunĂ‚ha temĂ‚yul, korkaklık, cimrilik, riyĂ‚, kibir, haset ve dunya sevgisi gibi vasıflar da “ahlĂ‚kî hastalıklar” olarak tavsif edilmiştir.
Kalbdeki hastalığın esas sebebi, temeli cehĂ‚let ve îtikad zayıflığına dayanan, nefsin hevĂ‚ ve heveslerine tĂ‚bî olmaktır. MĂ‚siyetin artması ise, hastalığın artmasına ve belki de kalbin kilitlenip muhurlenmesine sebep olur.
Menfî duygu, duşunce ve davranışlar sebebiyle perdelenen kalb, hakîkati goremez hĂ‚le gelir, gorse bile eksik ya da yanlış gorur. Bu ise, kalbin hak ve hakîkate karşı şupheye duşmesine ve korelmesine yol acar. ÎmĂ‚nın mahalli olan kalb bu şekilde yara alınca, îmĂ‚n da guc ve kuvvetini kaybederek sĂ‚lih ameller sergileyemez hĂ‚le gelir. Boyle bir kalb, AllĂ‚h ve Rasûlu ’ne karşı gerekli hurmet ve muhabbeti gosteremediği gibi kulluğa da sıkıca sarılamaz.
Netice olarak; has­ta ve gĂ‚­fil kalb­ler­le ya­pı­lan amel­ler, Hak ka­tın­da kıy­me­ti­ni kay­be­der. Kalb­ler, Hak nû­ruy­la ay­dın­lan­ma­dık­ca kor­le­şir ve his­siz­le­şir. KĂ‚inattaki ilĂ‚­hî es­rĂ‚­rın işlendiği bin­bir na­kı­şı ve ihtişĂ‚mı go­re­mez hĂ‚­le ge­lir.
3. GÂfil Kalpler
Kalbe Ă‚rız olan mĂ‚nevî hastalıkların en onemlilerinden biri de gaflettir. Gaflet, kalbi ihĂ‚ta ederek insanı mĂ‚nevî yonelişlerden alıkoyar. Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“…(İsyanları sebebiyle) kalbini Biz ’i zikretmekten gĂ‚fil kıldığımız, nefsinin arzusuna uymuş ve işi gucu aşırılık olan kimseye itaat etme!” (el-Kehf, 28)
Diğer bir Ă‚yet-i kerîmede ise:
“Rab­bi­ni icin­den, yal­va­ra­rak ve ur­pe­re­rek, yuk­sek ol­ma­yan bir ses­le, sabah-akşam zik­ret! Sakın gĂ‚­fil­ler­den ol­ma!” (el-A ’rĂ‚f, 205) buyrularak kalbin zikirden uzak kalmasının gaflet sebebi olacağı bildirilmiştir. Gafletin artması nisbetinde kalbde katılaşma meydana gelir. CenĂ‚b-ı Hak boyle kimselerin acıklı hĂ‚lini şoyle beyĂ‚n eder:
“…AllĂ‚h ’ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apacık bir dalĂ‚let icindedirler.” (ez-Zumer, 22)
Diğer bir Ă‚yet-i kerîmede, zikirden uzaklaşan bir insanın, şeytanın tuzağına duşeceği, azgınlaşacağı ve neticede de insanlık haysiyetini kaybederek şeytanın oyuncağı hĂ‚line geleceği şoyle belirtiliyor:
“(Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa suruklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar.” (el-A ’rĂ‚f, 202)
GĂ‚fil kalblerle yapılan ameller, Hak katında makbûl olmaz ve zĂ‚yî olur.
Gafil Kalplerin 6 İlacı Bu nevî hastalıklara dûcĂ‚r olan kalbler, mutlaka tedĂ‚vîye muhtactır ve mĂ‚nevî bir eğitime girmek mec­bûriyetindedirler. Bunların tedĂ‚vîsi icin bĂ‚zı hususlara dikkat etmek zarûrîdir. Bunların bir kısmı şoyledir:
1. HelĂ‚l GıdĂ‚
İbĂ‚detlerimizi vucûdumuzun guc ve kuvvetiyle yapabilmekteyiz. HelĂ‚l gıdĂ‚, bunyeye feyz ve rûhĂ‚niyet verirken haram ve şupheli gıdĂ‚lar ise kasvet verir. Tasavvuf erbĂ‚bı, kalbî hayĂ‚tın inkişĂ‚fı icin iki husûsa dikkat cekerek:
“Yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan cıkana dikkat edin, bu hususta titiz davranın!” buyurur­lar. Ab­dul­kĂ‚­dir Gey­lĂ‚­nî -kud­di­se sir­ruh- da, lok­ma­nın kalb tas­fi­ye­sin­de­ki ehem­mi­ye­ti­ne şoy­le dik­kat ce­ker:
“Bak ev­lĂ‚­dım! Ha­ram ye­mek kal­bi ol­du­rur. Lok­ma var­dır, kal­bi­ni nûr­lan­dı­rır; lok­ma var­dır, onu ka­ran­lı­ğa bo­ğar. Yi­ne lok­ma var­dır, se­ni dun­yĂ‚ ile meş­gul eder; lok­ma var­dır, uk­bĂ‚ ile meş­gul eder. Lok­ma var­dır, se­ni her iki dun­yĂ‚­nın da zĂ‚­hidi ya­par, gonlunu dun­yĂ‚ ve Ă‚hi­re­tin HĂ‚­lı­k ’ına yo­nel­tir. Ha­ram ye­mek, se­ni dun­yĂ‚ ile meş­gul eder ve mĂ‚sı­yet­le­ri sa­na se­vim­li gos­te­rir. Mu­bah ye­mek, se­ni Ă‚hi­ret­le meş­gul eder ve tĂ‚atleri sana sevdirir. He­lĂ‚l ye­mek ise kal­bi­ni Mev­lĂ‚ ’ya yak­laş­tı­rır. Yiyeceklerin keyfiyeti ve te­si­ri an­cak mĂ‚­ri­fe­tul­lĂ‚h ile bi­li­ne­bi­lir. MĂ‚­ri­fe­tul­lĂ‚h ise kalb­de olur, ki­tap ve def­ter­de de­ğil. MĂ‚­ri­fet-i ilĂ‚­hi­yye, HĂ‚­lık ’tan kal­be ih­sĂ‚n edi­lir; mah­lûk­tan de­ğil. Bu ise tev­hîd-i ilĂ‚­hî­yi tas­dîk ve ilĂ‚­hî ah­kĂ‚m­la amel et­tik­ten son­ra ta­hak­kuk eder.”
HelĂ‚l nîmetleri kullanırken de dengeyi iyi muhĂ‚faza etmek, isrĂ‚fa gitmemek gerekir. Âyet-i kerîmede:
“Bir de, akrabĂ‚ya, yoksula ve yolcuya hakkını ver! Gereksiz yere de sacıp savurma! ZîrĂ‚ boylesine sacıp savuranlar, şeytanların arkadaşlarıdırlar. Şeytan ise, Rabbine karşı cok nankordur.” (el-İsrĂ‚, 26-27) buyrulmaktadır. Bir hadîs-i şerîfte de:
“Canının cektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şuphesiz israftır!” (İbn-i MĂ‚ce, Et ’ime, 51) îkĂ‚zı yapılmaktadır.
HelĂ‚l olmak şartıyla misĂ‚fire ikrĂ‚mda comert davranmak tavsiye edilmiş ve bunun israf olmayacağı bildirilmiştir.
2. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’i Tefekkurle Okumak
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’i tefekkurle okumak, yĂ‚ni emir ve nehiylerin hikmetini duşunmek, kıssalardan ibret almak lĂ‚zımdır. Kalblerimiz ne kadar temizlenmiş ise, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’in feyzi, bizleri o kadar tesiri altına alır. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’in kalbdeki mĂ‚nevî hastalıklara şifĂ‚ olduğunu Ă‚yet-i kerîme şoyle beyĂ‚n etmektedir:
“Biz Kur ’Ă‚n ’dan, oyle bir şey indiriyoruz ki o, mu ’minler icin şifĂ‚ ve rahmettir; zĂ‚limlerin ise yalnızca ziyĂ‚nını artırır.” (el-İsrĂ‚, 82)
Ebû Zer -radıyallĂ‚hu anh- diyor ki:
“–YĂ‚ RasûlallĂ‚h! Bana oğutte bulun.” dedim.
“–Sana takvĂ‚yı tavsiye ederim, zîrĂ‚ takvĂ‚ her işin başıdır.” buyurdu.
Ben tekrar:
“–YĂ‚ RasûlallĂ‚h! Bana biraz daha oğutte bulun.” dedim.
Efendimiz:
“–Kur ’Ă‚n okumaya ve AllĂ‚h ’ı zikretmeye bak, cunku Kur ’Ă‚n yeryuzunde senin icin bir nûr, gokyuzunde de bir azıktır.” buyurdu. (İbn-i HibbĂ‚n, Sahîh, II, 78)
RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde şoyle buyurmuşlardır:
“Kur ’Ă‚n ’ı okuyup ona sĂ‚hip cıkan kimseye (Ă‚hirette): «Oku ve yuksel, dunyada nasıl ağır ağır okuyor idiysen oyle oku! ZîrĂ‚ senin makĂ‚mın, okuduğun en son Ă‚yetin seviyesindedir.» denilir.” (Ebû DĂ‚vûd, Vitr, 20)
3. İbĂ‚detleri Huşû ile EdĂ‚ Etmek
Kalbin hastalıklardan temizlenebilmesi icin ibĂ‚detleri huşû ile yapmaya gayret etmek îcĂ‚b eder. ZîrĂ‚ CenĂ‚b-ı Hak huşû­suz bir ibĂ‚deti istememekte ve şoyle buyurmaktadır:
“Vay o namaz kılanların hĂ‚line ki onlar namazlarından gĂ‚fildirler.” (el-MĂ‚ûn, 4-5)
Mufessir Elmalılı Hamdi Yazır, bu Ă‚yetin tefsîrinde şoyle demektedir:
“–Onlar namazın ehemmiyetinden gaflet edip, onu gereği gibi ciddî bir vazîfe olarak yapmazlar,
–Kılınıp kılınmadığına aldırmazlar,
–Vaktine dikkat etmezler, vaktin gecip gecmediğine aldırmayıp tehir ederler,
–Namazın terkinden muteessir olmazlar,
–Kıldıkları vakit de, AllĂ‚h icin hĂ‚lis niyetle kılmayıp dunyevî birtakım maksatlar icin kılarlar,
–İnsanlarla beraber bulunduklarında namaz kıldıkları hĂ‚lde, yalnız kaldıklarında kılmazlar; kılsalar bile Hakk ’ın huzûrunda imiş gibi bir huşû ve tĂ‚zim icinde değil, gosterişle kılarlar.” (Hak Dîni Kur ’Ă‚n Dili, IX, 6168)
Mu ’minûn Sûresi ’nde de:
“Muhakkak ki (şu) mu ’minler felĂ‚h bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû icindedirler.” (el-Mu ’minûn, 1-2) buyrulmaktadır.
Diğer bir Ă‚yet-i kerîmede ise namazı huşû ile kılmanın nasıl mumkun olabileceği şoyle îzĂ‚h edilmektedir:
“Sabır ve namaz ile AllĂ‚h ’tan yardım isteyin. Şuphesiz ki o, huşû sĂ‚hibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Onlar ki kendilerinin hakîkaten Rab ’lerine kavuşacaklarına ve O ’na rucû edeceklerine inanırlar.” (el-Bakara, 45-46)
Huşûu, bĂ‚zıları korku, cekingenlik gibi kalbî fiillerden biri olarak tĂ‚rif etmiş; bĂ‚zıları da onu, gereksiz hareketleri terk etmek ve sukûnet icinde olmak gibi Ă‚zĂ‚lara Ă‚it fiillerden gostermiştir. Doğrusu huşû, aslı kalbde, tezĂ‚huru bedende olmak uzere ikisini de icinde bulundurur. Kalbe Ă‚it tarafı, Rabbin azamet ve celĂ‚li karşısında kendi hicliğini gorerek, nefsi, Hakk ’ın emrine baş eğdirmek, son derece yuksek bir edeb, tĂ‚zim ve saygı hissi duymaktır. Dış gorunuşle alĂ‚kalı yonu de, vucut organlarında bu duygunun zuhûruyla bir sĂ‚kinlik meydana gelmesi, namazda gozlerin etrafa değil, onune ve secde mahalline bakmasıdır.
Dikkat edilecek olursa Ă‚yet-i kerîmede, namazı huşû ile kılabilmek icin kişinin, “AllĂ‚h ’a kavuşuyormuşcasına” ve “O ’na donuyormuşcasına” bir hĂ‚let-i rûhiye icinde bulunmasının luzûmu acıkca belirtilmektedir. YĂ‚ni namazın beden ve kalb Ă‚hengi icinde kılınması zarûrîdir. Ancak boyle bir namaz mu ’mini fahşĂ‚ ve munkerden koruyabilir.
BahĂ‚eddîn Nakşibend -kuddise sirruh- ’a sordular:
“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?”
O da cevÂben:
“–Dort şeyle.” buyurdular:
“1. HelĂ‚l lokma,
Abdest sırasında gafletten uzak durmak, İlk tekbîri alırken kendini huzûr-i ilĂ‚hî ’de bilmek, Namaz dışında da CenĂ‚b-ı Hakk ’ı aslĂ‚ unutmamak.” Nitekim Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-MeĂ‚ric, 23)
İbĂ‚detlerde huşûu yakalayabilmek ve ibĂ‚det hĂ‚ricinde de sanki namazdaymış gibi mĂ‚nevî bir hĂ‚let-i rûhiye icinde olabilmek icin diri bir kalble fuzûlî soz ve davranışlardan Ă‚zamî derecede uzak durmak gerekmektedir. Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yuz cevirirler.” (el-Mu ’minûn, 3)
Diğer ibĂ‚detler de boyledir. Bu hususta CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“O mu ’minler ki, verdikleri (hayır ve sadakaları), kalbleri her an Rab ’lerine donuyor olmanın haşyetiyle urpererek verirler. (Diğer bir kıraata gore ise): Yaptıkları her işi bu haşyet, korku ve urperme hissiyĂ‚tı icinde yaparlar.” (el-Mu ’minûn, 60)
“Şuphesiz ki AllĂ‚h, kullarının (samîmî

Âyette sadakanın, yĂ‚ni infĂ‚kın da, namaz gibi riyĂ‚dan uzak ve huşû icinde verilmesi istenmektedir. Bu incelik, hadîs-i şerîfte “sağ elin verdiğinden sol elin haberdĂ‚r olmaması” (BuhĂ‚rî, Ezan, 36) şeklinde ifĂ‚de buyrulmuştur.
4. ZikrullĂ‚h ’a DevĂ‚m Etmek
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de 250 kusur yerde “zikir” kelimesi gecer. Zikir, kulun Rabbini cokca anması ve O ’nu unutmamasıdır. Âyet-i kerîmelerde AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ ’nın sabah-akşam, ayakta, otururken ve yatarken, hĂ‚sılı devamlı ve cok cok zikredilmesi emredilmektedir. Bu ilĂ‚hî beyanların bir kısmı şoyledir:
“Ey îmĂ‚n edenler! AllĂ‚h ’ı cok cok zikredin ve O ’nu sabah-akşam tesbîh edin.” (el-AhzĂ‚b, 41-42)
“(O gercek akıl sĂ‚hibi) mu ’minler, ayaktayken, otururken ve yanları uzerinde yatarken AllĂ‚h ’ı dĂ‚imĂ‚ zikrederler...” (Âl-i İmrĂ‚n, 191)
RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ise, “hic kimsenin bulunmadığı tenhĂ‚ yerlerde AllĂ‚h ’ı zikrederek, icin icin gozyaşı doken”lerin, kıyĂ‚met gunu hicbir golgenin bulunmadığı bir anda CenĂ‚b-ı Hakk ’ın arşının golgesi altında golgeleneceğini mujdelemektedir.[1]
Kalbin tasfiye edilip mĂ‚nen yukselebilmesi icin AllĂ‚h ’ı zikre devĂ‚m etmek buyuk ehemmiyet arz etmektedir. Mu ’minler zikrin ehemmiyetini kıyĂ‚mette daha iyi anlayacaklardır. Nitekim cennete giren mu ’minler hakkında Rasûl-i Ekrem -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz şoyle buyurmaktadır:
“Cennet halkı, başka bir şey icin değil, sĂ‚dece dunyĂ‚da AllĂ‚h ’ı zikretmeksizin gecirmiş oldukları vakitlere hasret ve nedĂ‚met duyacaktır!” (Heysemî, X, 73-74)
5. Geceleri İhyĂ‚ Etmek
Gece, dunyĂ‚ boyuna ve endĂ‚mına gore bicilmiş bir huzur ve nîmet elbisesidir. Madden ve mĂ‚nen gizlenmek isteyenler icin de, mukemmel bir ortudur. Nitekim gecenin bu vasfı Nebe ’ Sûresi ’nde:
“Biz geceyi bir elbise yaptık.” (en-Nebe ’, 10) buyrularak beyĂ‚n edilmektedir. Gercekten gecenin, sıhhî, ictimĂ‚î, ahlĂ‚kî ve bediî bir libĂ‚s olduğu muhakkaktır. İnsanın kendi ic dunyĂ‚sına donebil­mesi ve gunduzun maddî-mĂ‚nevî sıkletlerini (ağırlıklarını) atabilmesi, ancak gecenin sukûnetine burunmesiyle mumkundur. Cunku gunduzler, gecenin sıhhî ve rûhî istirahatini vermekten uzaktır. Gecelerin nîmetini bilmeyenler icin gunduzun hayrını duşunmek mumkun değildir. Gecenin sû-i istîmĂ‚li ve boş şeylerle gecirilmesi, sabahın selĂ‚metini ve hakîkatini zĂ‚yî etmekten başka bir şey değildir.
Kalb eh­li icin ge­ce­nin su­kû­ne­tin­den da­ha fe­yiz­li bir za­man ola­maz. Ge­ce­le­ri -bel­li mik­tar­da- uya­nık ge­ci­re­rek onun feyz ve be­re­kĂ‚­tın­dan is­ti­fĂ‚­de et­mek îcĂ‚b eder. Bu hu­sus­ta Ă‚yet-i ke­rî­me­ler­de şoy­le buyrulur:
“(O mut­ta­kî kim­se­ler, ge­ce­le­ri na­maz kıl­mak ve is­tiğ­fĂ‚r et­mek icin) yan­la­rı­nı (tat­lı) ya­tak­la­rın­dan kal­dı­rır­lar. Rab­le­ri­ne, azĂ‚­bın­dan kor­ka­rak ve rah­me­ti­ni uma­rak duĂ‚ eder­ler, yal­va­rır­lar. Ken­di­le­ri­ne ver­di­ği­miz rı­zık­lar­dan da ha­yır yol­la­rı­na in­fĂ‚k eder­ler. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar icin nice sevindirici ve goz kamaştırıcı nîmetlerin saklı olduğunu hic kimse bilmez.” (es-Sec­de, 16-17)
“Ge­ce­nin bir kıs­mın­da O ’na sec­de et! Ge­ce­nin uzun bir bo­lu­mun­de de O ’nu tes­bîh et!” (el-İn­sĂ‚n, 26)
Gecenin ilĂ‚hî ve mĂ‚nevî manzaralarını muşĂ‚hede edebilmek icin, onu gĂ‚­yeli kullanmak mecbûriyeti vardır.
“(Gercekten takvĂ‚ sĂ‚hibi olanlar) gecenin az bir kısmında uyurlar. Seher va­kitlerinde hep istiğfĂ‚r ederler.” (ez-ZĂ‚riyĂ‚t, 17-18)
“Gecenin bir kısmında da uyanıp sana has bir ilĂ‚ve olmak uzere namaz kıl! Umulur ki Rabbin seni makĂ‚m-ı mahmûda (şefaat makamına) ulaştırır.” (el-İsrĂ‚, 79)
Teheccud namazı bu Ă‚yet-i kerîme ile Peygamber Efendimiz ’e farz, biz ummetine ise sunnet-i muekkede kılınmıştır. CenĂ‚b-ı Hak bu muhim sunneti devĂ‚m ettirenleri şoyle methetmektedir:
“(O Rah­mĂ‚n ’ın kul­la­rı ki,) Rab­ ’le­ri­nin hu­zû­run­da kı­yĂ‚­ma du­ra­rak ve sec­de­le­re ka­pa­na­rak ge­ce­le­ri­ni ih­yĂ‚ eder­ler.” (el-Fur­kĂ‚n, 64)
Di­ğer bir Ă‚yet-i ke­rî­me­de Ce­nĂ‚b-ı Hak şoy­le bu­yu­rur:
“(Ey Ra­sû­lum!) Al­lĂ‚h, (ge­ce na­ma­za) kalk­tı­ğın va­kit se­ni ve sec­de eden­ler ara­sın­da dolaşmanı go­ru­yor.” (eş-ŞuarĂ‚, 218-219)
Bu Ă‚yet-i ke­rî­menin tefsîrinde KĂ‚­dî Bey­zĂ‚­vî di­yor ki:
“Um­met icin beş va­kit na­maz farz olup da ge­ce na­ma­zı sun­net hĂ‚­li­ne ge­lin­ce, Ra­sûl-i Ek­rem -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem-, as­hĂ‚­bın ah­vĂ‚­li­ni mu­şĂ‚­he­de sa­de­din­de ge­ce vak­ti huc­re-i sa­Ă‚det­le­rin­den dı­şa­rı cı­kıp as­hĂ‚­bın ev­le­ri ara­sın­da do­laş­mış ve o ev­le­ri, Kur ’Ă‚n ti­lĂ‚­ve­ti, zi­kir ve tes­bîh ses­le­riy­le arı ko­van­la­rı gi­bi uğul­dar bir hĂ‚l­de bul­muş­tu.” (EnvĂ‚ru ’t-Tenzîl, IV, 111)
6. SĂ‚lihler ve SĂ‚dıklarla Beraber Olmak
Kalbin muhĂ‚fazası, selĂ‚meti ve inkişĂ‚fı icin sĂ‚lihler ve sĂ‚dıklarla berĂ‚ber olmak îcĂ‚b eder. Kalb, yakınında bulunduğu kimselerin mĂ‚nevî tesir alanına girer ve boylece şahsiyet transferi başlar. RûhĂ‚niyet yonunden guclu olanlar, mĂ‚nevî yonden zayıf olanları etkileyerek onlar icin bir ilham kaynağı olurlar. YĂ‚ni sĂ‚dıklar ve sĂ‚lihlerin, şefkat, merhamet, rûhî incelik ve meziyetleri, etrafındakilere sirĂ‚yet eder. SahĂ‚be-i KirĂ‚m ’ın, ummetin en faziletlileri olmasının sebebi de AllĂ‚h Rasûlu ’nun sohbetinde bulu­nup, O ’nun feyzinden nasîb almalarıdır. Ce­nĂ‚b-ı Hak Ă‚yet-i ke­rî­me­de şoy­le bu­yu­rur:
“Ey îmĂ‚n eden­ler! Al­lĂ‚h ’tan it­ti­kĂ‚ edin ve sĂ‚­dık­lar­la be­rĂ‚­ber olun!” (et-Tev­be, 119)
Ra­sû­lul­lĂ‚h -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem- de sĂ‚­dık­lar­la be­rĂ‚­ber ol­ma­nın ehemmiyetini şu misĂ‚lle ne gu­zel ifĂ‚­de bu­yu­rur:
“İyi ar­ka­daş­la ko­tu ar­ka­da­şın misĂ‚­li, misk ta­şı­yan­la ko­ruk ce­ken in­san­lar gi­bi­dir. Misk sĂ‚­hi­bi ya sa­na ko­ku­sun­dan ik­rĂ‚m eder ve­ya sen on­dan sa­tın alır­sın.
Ko­ruk ce­ke­ne ge­lin­ce, o, ya se­nin bedenini veya el­bi­se­ni ya­kar, ya­hut da oradan sana pis ko­ku­ sirĂ‚yet eder.” (Bu­hĂ‚­rî, Bu­yû, 38)
Yine Al­lĂ‚h Ra­sû­lu -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem-, ha­yat­ta iken olduğu gibi oldukten sonra da sĂ‚­lih­ler­le be­ra­ber­ olmanın ehemmi­yet­ini:
“Olu­le­ri­ni­zi sĂ‚­lih in­san­la­rın ara­sı­na def­ne­di­niz.” (Dey­le­mî, Mus­ned, I, 102) hadîs-i şerîfiyle ifĂ‚de buyurmuşlardır.
SĂ‚lihlerle berĂ‚ber olanlar, zaman icinde kĂ‚biliyetleri nisbetinde sĂ‚lihleşirler. FĂ‚sıklarla berĂ‚ber olanlar da fĂ‚sıklaşırlar. Bunun icin kalb, -musbet veya menfî- bulunduğu her mĂ‚nevî iklîmin dĂ‚imî bir tesiri altındadır. Cun­ku her uzuv­da bir irĂ‚­de bu­lun­ma­sı­na rağ­men, yal­nız kalbde irĂ‚­de yok­tur ve kalb, cev­re­sin­den ge­len te­sir­le­rin ken­di­si­ne tel­kîn et­ti­ği is­ti­kĂ‚­me­te tĂ‚­bî ol­mak te­mĂ‚­yu­lunde­dir.
Ni­te­kim Lok­man -aley­his­se­lĂ‚m- ’ın oğ­lu­na yap­tı­ğı şu tavsi­ye­ler de kalbin bu hassĂ‚siyetine işĂ‚ret ederek sĂ‚lih Ă‚limlerle beraber bulunmanın ehemmiyetine dik­kat cek­mek­te­dir:
“Yav­rum! Âlim kim­se­ler­le be­rĂ‚­ber ol ve on­la­rın soh­be­tin­den ay­rıl­ma­ma­ya ca­lış! Zî­rĂ‚ Al­lĂ‚h Te­Ă‚lĂ‚, yağ­mur­la top­ra­ğı can­lan­dır­dı­ğı gi­bi, hik­met nû­ruy­la da kalb­le­ri can­lan­dı­rır.” (Ah­med b. Han­bel, Zuhd, hd. no: 551)
Sa­hĂ‚bî ha­nım­lar, Ra­sû­lul­lĂ‚h -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sellem- ’i gor­mek­te ge­ci­ken, bu hususta ağır davranan ve O ’nunla uzun za­man go­ruş­me­yen ev­lĂ‚dla­rı­nı îkĂ‚z eder­ler­di. Ni­te­kim Hu­zey­fe -ra­dı­yal­lĂ‚­hu anh-, bir­kac gun Efen­di­miz -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem- ’in huzûr-i Ă‚lîlerine cıkmadığı ve sohbetinde bulunmadığı icin an­ne­si tarafından azarlanmıştır. Huzeyfe Hazretleri bu ibretli hĂ‚diseyi şoyle anlatmaktadır:
An­nem ba­na sor­du:
“–Pey­gam­ber Efen­di­miz ’le en son ne za­man go­ruş­tun?”
Ben de:
“– Bir­kac gun­den be­ri onun­la go­ru­şe­me­dim.” de­dim.
Ba­na cok kız­dı ve beni fe­nĂ‚ bir şe­kil­de azar­la­dı. Ben de:
“–Dur kız­ma! He­men Ra­sû­lul­lĂ‚h -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz ’in ya­nı­na gide­yim, onun­la be­ra­ber ak­şam na­ma­zı­nı kı­la­yım, son­ra da benim ve senin icin is­tiğ­fĂ‚rda bulunmasını ta­leb ede­yim.” de­dim. (Tir­mi­zî, Me­nĂ‚­kıb, 30; Ah­med b. Han­bel, Mus­ned, V, 391-2)
4. ZÂkir Kalbler
Bu seviyede beden, kalbin zikri ile nûrlanmış, nefse rûhĂ‚niyet hĂ‚kim olmuş, îmĂ‚n cevheri kalb cevheri ile birleşmiş ve îmĂ‚n itmi ’nĂ‚n derecesine ulaşmıştır. Hak TeĂ‚lĂ‚, zikri en buyuk ibĂ‚det olarak tavsîf etmekte ve îman edenlere zikre devam etmelerini Ă‚yet-i kerîmelerde şoyle emretmektedir:
“…AllĂ‚h ’ı zikretmek, elbette en buyuk (ibĂ‚det) ’tir…” (el-Ankebût, 45)
“Rabbinin ismini zikret! Ve butun varlığınla O ’na yonel!” (el-Muzzemmil, 8)
“Siz Ben ’i zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim. Bana şuk­redin ve Bana karşı nankorlukte bulunmayın!” (el-Bakara, 152)
Yuce Rabbimiz zikrin hakîkatine varan ve onu butun fĂ‚nî lezzetlerin fevkinde goren kullarını methetmekte, onların, dunyĂ‚nın zînetlerine aldanmadıklarını ve kalblerinin zikirle huzur hĂ‚line kavuştuğunu şoyle bildirmektedir:
“Oyle (sĂ‚lih) kimseler vardır ki, onları, AllĂ‚h ’ın zikrinden ne ticĂ‚ret alıkor, ne de alışveriş!..” (en-Nûr, 37)
“…Kalbler, ancak AllĂ‚h ’ın zikri ile itmi ’nĂ‚na erer!” (er-Ra ’d, 28)
CenĂ‚b-ı Hak:
“…AllĂ‚h ’ı cokca zikreden erkekler ve cokca zikreden kadınlar...” (el-AhzĂ‚b, 35) Ă‚yet-i kerîmesiyle de zikre devam eden erkekleri ve kadınları ayrı ayrı senĂ‚ etmektedir.
ZikrullĂ‚ha devam etmek, kalbde AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ ’ya muhabbet filizlerini yeşertir ve onu fĂ‚nî alĂ‚kalardan uzaklaştırarak muhabbetullĂ‚h ile doldurur. AllĂ‚h Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurur:
“AllĂ‚h ’ı sevmenin alĂ‚meti, AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ ’yı zikretmeyi sevmektir.” (Su­yû­tî, el-CĂ‚­miu ’s-Sa­ğîr, II, 52)
Bu bakımdan zikirden uzak kimseler, AllĂ‚h muhabbetinden uzak kaldıkları icin ilĂ‚hî tehdîd altındadırlar.[2] Âyet-i kerîmede zikirden uzaklaşmanın tehlikesi şoyle bildirilir:
“Kim RahmĂ‚n (olan AllĂ‚h) ’ı zikretmekten gĂ‚fil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şuphesiz bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. O şeytana dost olan kimse, en sonunda bize (huzûrumuza hesĂ‚b vermeye) gelince arkadaşına: «Keşke, benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı! Ne kotu bir arkadaşmışsın!» der.” (ez-Zuhruf, 36-38)
Bu sebeple insan, kendisini istikĂ‚metten saptıracak ve dalĂ‚let girdaplarına duşurecek olan şeytandan AllĂ‚h ’ı zikretmek sûretiyle korunmaya ve guzel ahlĂ‚k sĂ‚hibi olmaya calışmalıdır. Guzel ahlĂ‚k ve guzel hasletler ise, ancak CenĂ‚b-ı Hak ’tan korkmak, O ’nu cok sevmek ve O ’nu cokca zikretmekle elde edilebilir.
Hazret-i Ali -radıyallĂ‚hu anh-, zikir meclislerini over ve zikre teşvîk ederek şoyle derdi:
“Zikir ve AllĂ‚h ’ın nîmetlerini hatırlatmak icin toplanılan meclislerden daha fazîletli hangi şey olabilir? AllĂ‚h Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, ashĂ‚b-ı kirĂ‚mı halka halka olarak toplar ve AllĂ‚h ’ı zikrederlerdi.”
Zikrin mĂ‚nĂ‚ya olduğu gibi maddeye de tesiri soz konusudur. Âyet-i kerîmede:
“AllĂ‚h ’ın Ă‚yetlerine inanıyorsanız, uzerine AllĂ‚h ’ın ismi zikredilmiş olan şeylerden yiyin!” (el-En ’Ă‚m, 118) buyrularak bu hakîkate işĂ‚ret edilmiştir.
Zikrin muhtelif ceşitleri vardır. AllĂ‚h ’ı şoyle veya boyle zikredin, diye bir emir yoktur. Her zikirde ayrı ayrı tecellîler bulunmaktadır. Kıymet, rutbe ve netîce bakımından zikirlerin en guzeli ism-i a ’zam zikridir ki, o da umûmiyetle ism-i celĂ‚l yĂ‚ni “LafzatullĂ‚h” olarak kabûl edilir. Bu isim, butun isimlerin mĂ‚nĂ‚larını ozunde toplamıştır. Bu sebeple ism-i celĂ‚lin diğer isimlere gore mustesnĂ‚ bir keyfiyeti vardır. MeselĂ‚ başındaki «ا» (elif) kaldırılsa «لله» (lillĂ‚h) olur. Birinci «ل» (lĂ‚m) harfi kaldırılsa «له» (lehû


Bir hadîs-i şerîfte kĂ‚inĂ‚tın ayakta durmasının bile zikrullĂ‚hın devĂ‚mına bağlı olduğu ifĂ‚de edilerek:
“Yeryuzunde AllĂ‚h AllĂ‚h diyen biri var oldukca, kıyĂ‚met kopmayacaktır.” (Muslim, ÎmĂ‚n, 234/148) buyrulmaktadır.
Lafza-i celĂ‚l, seckin ve muhlis kulların cok ehemmiyet verdiği bir zikirdir. Bu zikre devĂ‚m eden kullar var oldukca, kıyĂ‚met kopmayacaktır. O kullar oyle keyfiyette kullardır ki, AllĂ‚h -celle celĂ‚luhû-, dînî hayĂ‚tı onlarla korur. Onlar, hangi belde ve mekĂ‚nda olsalar, orası muhĂ‚faza edilir.
Kelime-i tevhîd (لا اله الا الله) zikri de, hadîs-i şerîflerde devamlı tavsiye edilmiştir. Nitekim bunlardan birinde Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“لا اله الا الله zikrini cok tekrarlayarak îmĂ‚nınızı yenileyin!” (HĂ‚kim, Mustedrek, IV, 285/7657) buyurmuşlardır.
Kendisine butun duny tasarrufu verilen SuleymÂn -aleyhisselÂm- da:
“Benim saltanatım gecicidir. Bir tevhîd zikrinin getireceği saltanat ise ebedî­dir...” buyurmuştur.
Zi­kir­ler icin­de bil­has­sa ke­li­me-i tev­hî­din top­lu­luk hĂ‚­lin­de zik­re­dil­me­si­nin hu­sû­sî bir ye­ri var­dır. Ni­te­kim sa­hĂ‚­be­den Şed­dĂ‚d bin Evs -ra­dı­yal­lĂ‚­hu anh- ’ın ri­vĂ‚­yet et­ti­ği şu ha­dîs­te bu hu­sûsa işĂ‚­ret buyrul­muş­tur:
Haz­ret-i Pey­gam­ber -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem- ya­nın­da bu­lundu­ğu­muz bir sı­ra­da bi­ze hi­tĂ‚­ben:
“–Ara­nız­da ya­ban­cı bi­ri var mı?” di­ye sor­du­lar. Bu­ra­da­ki “ya­ban­cı” ile yahudî ve hristiyanları kasdet­miş­ti.
Biz de:
“–Ha­yır, yok­ yĂ‚ Ra­sû­lal­lĂ‚h!” de­dik.
Bu­nun uze­ri­ne Al­lĂ‚h Ra­sû­lu -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem-, ka­pı­la­rın ka­pa­tıl­ma­sı­nı em­re­de­rek şoy­le bu­yur­du:
“–El­le­ri­ni­zi kal­dı­rın ve «LĂ‚ ilĂ‚­he il­lĂ‚l­lĂ‚h» de­yin!”
Şed­dĂ‚d bin Evs -ra­dı­yal­lĂ‚­hu anh-, bu zi­kir mec­li­si­nin de­vĂ‚­mı­nı şu şe­kil­de an­la­tır:
“– El­le­ri­mi­zi bir mud­det kal­dı­rıp soy­le­nildi­ği şe­kil­de (LĂ‚ ilĂ‚­he il­lĂ‚l­lĂ‚h! di­ye­rek) zik­ret­tik. Mu­teĂ‚kı­ben Al­lĂ‚h Ra­sû­lu -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem- el­le­ri­ni in­dir­di ve şoy­le duĂ‚ et­ti:
«–Al­lĂ‚h ’ım sa­na hamd ol­sun! Rab­bim, be­ni “bu cum­le” ile gon­der­din. Onu (soy­le­me­yi ve ge­re­ği­ni ye­ri­ne ge­tir­me­yi) ba­na em­ret­tin. Bu­na kar­şı­lık ba­na cen­ne­ti va ’det­tin. Sen va ’din­den as­la don­mez­sin!»
Da­ha son­ra Al­lĂ‚h Ra­sû­lu -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem- as­hĂ‚­bına şoy­le bu­yur­du:
«–Muj­de­ler ol­sun si­ze! Mu­hak­kak ki Al­lĂ‚h Te­Ă‚lĂ‚ si­zi ba­ğış­la­dı.»” (Ah­med b. Han­bel, Mus­ned, IV, 124)
Bir baş­ka ha­dîs-i şe­rîf­te de şoy­le buyrulur:
“«LĂ‚ ilĂ‚­he il­lĂ‚l­lĂ‚h», Al­lĂ‚h ka­tın­da­ki ye­ri ve de­ğe­ri pek bu­yuk olan bir ke­li­me­dir. Kim tam bir ih­lĂ‚s ve sa­dĂ‚­kat icin­de onu soy­ler­se, Al­lĂ‚h onu cen­ne­te ko­yar. Kim de onu inan­ma­dı­ğı hĂ‚l­de sĂ‚­de­ce di­liy­le soy­ler­se, ca­nı ve ma­lı ko­ru­nur; lĂ‚­kin ya­rın Al­lĂ‚h ’a ka­vu­şun­ca, Al­lĂ‚h da onun he­sĂ‚­bı­nı go­rur.” (Hey­se­mî, Mec­mau ’z-Ze­vĂ‚­id, I, 26)
Her an zik­rul­lĂ‚h ve mu­rĂ‚­ka­be şu­uru icin­de bu­lun­ma­nın lu­zû­mu­nu ifĂ‚­de eden şu ha­dîs-i şe­rîf de cĂ‚­lib-i dik­kat­tir.
“Al­lĂ‚h ’ı unu­ta­rak luzum­suz ko­nuş­ma­la­ra dal­ma­yın. Cun­ku Al­lĂ‚h ’ı unu­ta­rak ya­pı­lan cok ko­nuş­ma­lar kal­bi ka­tı­laş­tı­rır. Al­lĂ‚h ’tan en uzak olan kim­se ise kal­bi ka­tı olan­dır.” (Tir­mi­zî, Zuhd, 62)
Kelime-i tevhîd zikri, olum Ă‚nında da cok muhimdir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kimin (hayĂ‚tta soylediği) en son sozu لا اله الا الله olursa, cennete gider.” (Ebu DĂ‚vud, CenĂ‚iz, 15-16/3116)
Ra­sû­lul­lĂ‚h -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz, kal­bî eği­tim hu­sû­sun­da as­hĂ‚b-ı ki­rĂ‚­mın is­tî­dĂ‚­dı­na go­re zi­kir tĂ‚­li­min­de bu­lu­nur­du. Um­mu HĂ‚­nî ile ara­sın­da ge­cen şu ko­nuş­ma bu­nu ne gu­zel mi­sĂ‚l­len­di­rir:
Ebû TĂ‚­lib ’in kı­zı Um­mu HĂ‚­nî -ra­dı­yal­lĂ‚­hu an­hĂ‚-, Al­lĂ‚h Ra­sû­lu -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem- ’e mu­rĂ‚­ca­at ede­rek:
“–YĂ‚ Ra­sû­lal­lĂ‚h! Ben ih­ti­yar­la­dım ve za­yıf­la­dım. Ba­na otur­du­ğum yer­de ya­pa­bi­le­ce­ğim bir ibĂ‚­det tav­si­ye eder mi­sin?” di­ye ricĂ‚da bulundu.
Bunun uzerine Ra­sû­lul­lĂ‚h -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aley­hi ve sel­lem-:
“–Yuz de­fĂ‚ «sub­hĂ‚­nal­lĂ‚h»,
Yuz de­fĂ‚ «el­ham­du­lil­lĂ‚h» ,
Ve yuz de­fĂ‚ «lĂ‚ ilĂ‚­he il­lĂ‚l­lĂ‚h» de!” bu­yur­du­lar. (İbn-i MĂ‚­ce, Edeb, 56; Ah­med bin Han­bel, Musned, VI, 344)
HulĂ‚sa zikrullĂ‚h, kulun, mĂ‚sivĂ‚ karanlığından kurtularak Hakk ’a vuslatın yegĂ‚ne Ă‚mili olan muhabbetullĂ‚h ile gonlunu nûrlandırması demektir. Bu dunyĂ‚ hayatında Rabbimizi ne kadar zikredebilirsek, yarın Ă‚hirette ilĂ‚hî vuslata o nisbette nĂ‚il olacağız. Bu sebeple dînimizdeki zikr u tesbîhin ihtişĂ‚mına dikkat et­mek mecbûriyetindeyiz. Ayrıca zikrin bereketi, gonullerde tahakkuk ettiği icin de, ehlullĂ‚h “her gorduğunu Hızır bilmek” dustûruna dikkat etmişlerdir. Cunku zikirle dolu gonuller, her biri ayrı tecellîler icerisinde Hakk ’a acılan muhabbet ve vuslat pencereleridir. VelhĂ‚sıl Hakk ’a giden yollar, mahlûkĂ‚tın nefesleri sayısıncadır.
5. Diri Kalpler
Bu kalbler, peygamberlerin ve evliyĂ‚ullĂ‚hın kalbleridir. Bu kimselerde AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ ’nın bir kısım sıfatları tecellî etmiştir. Diri kalbli olanlar, AllĂ‚h -celle ce­lĂ‚luhû-, RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ve Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ahlĂ‚kı ile kemĂ‚le ermiş kişilerdir.
Sekizinci Hicrî asırda yaşayan buyuk velîlerden Nec­med­dîn-i Kub­rĂ‚ Haz­ret­le­ri, ta­le­be­le­riy­le bir­lik­te sĂ‚­lih bir zĂ‚­tın ce­nĂ‚­ze­si­ne iş­ti­rĂ‚k eder. Mev­tĂ‚­ya tel­kin­de bulunulduğu sırada Nec­med­dîn-i Kub­rĂ‚ Haz­ret­le­ri, te­bes­sum eder. Ta­le­be­le­ri, ho­ca­la­rı­nın boy­le bir an­da te­bes­sum et­me­si­ne hay­ret edip bu­nun hik­me­ti­ni so­rar­lar. Haz­ret acık­la­mak is­te­mez. Fa­kat ıs­rĂ‚r edi­lin­ce şoy­le der:
“–Telkini, diri oluye yapar. HĂ‚lbuki burada tel­kin ve­ren kimse­nin kal­bi gĂ‚­fil; me­za­ra gi­ren mev­tĂ‚­nın kal­bi ise dip­di­ri. GĂ‚­fil bi­ri­nin kal­ben di­ri ola­na tel­kin ver­mesi­ne ta­ac­cup et­tim.”
Yuce AllĂ‚h ’ı zikir hĂ‚linde olan kalbler, O ’nun himĂ‚ye ve muhĂ‚fazasına gi­rer. O zaman kalb, ilĂ‚hî esrĂ‚r Ă‚lemine doğru merhale almaya başlar. İlĂ‚hî Ă‚lemin sırları, eşyĂ‚nın hakîkati, insan ve kĂ‚inĂ‚tın esrĂ‚rı ortaya cıkar. Kul, kalb-i selîm tecellîlerine mazhar olur.
Hak TeÂl buyurur:
“Size katımızda mertebece yakınlık sağlayacak olan ne mallarınız ne de evlĂ‚dlarınızdır! Ancak îmĂ‚n edip sĂ‚lih amel işleyenler mustesnĂ‚. Onlara işledikleri ameller sebebiyle kat kat mukĂ‚fĂ‚t vardır. İşte onlar (cennetteki) yuksek koşklerde emniyet icinde olan kimselerdir.” (Sebe ’, 37)
Bir başka Ă‚yet-i celîlede de şoyle buyrulmaktadır:
“O gun, ne mal fay­da ve­rir, ne de ev­lĂ‚d. An­cak Al­lĂ‚h ’a kalb-i se­lîm (te­miz bir kalb) ile ge­len­ler mus­tes­nĂ‚.” (eş-Şu­arĂ‚, 88-89)
Demek ki Hakk ’a yakınlık, ancak temizlenmiş, selĂ‚mete ermiş bir kalb ile mumkundur. Butun ibĂ‚detlerde, bu hakîkat cok muhimdir. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede kurban ibĂ‚detiyle alĂ‚kalı olarak şoyle buyrulmaktadır:
“Onların (kurbanlarınızın) ne etleri, ne de kanları AllĂ‚h ’a ulaşır; fakat O ’na sĂ‚dece sizin takvĂ‚nız ulaşır!..” (el-Hacc, 37)
İlĂ‚hî hazîneler ve sırlar, insana ithĂ‚f edilmiştir. CenĂ‚b-ı Hak, yuce varlığını, insanın kudsî yapısında tanıtmayı murĂ‚d etmiştir. Bu sebeple insan, şerefini, haysiyetini ve mukerremliğini idrĂ‚k ettiği zaman hakîkî mĂ‚nĂ‚da insan hĂ‚line gelir.
ÎmĂ‚nlı olmenin, ilĂ‚hî neşveler ve safĂ‚lara kavuşmanın yolu, diri bir kalble dĂ‚imî olarak ihsan şuurunda yaşamaktan gecmektedir.
Dipnotlar:
[1] Bkz. BuhĂ‚rî, EzĂ‚n, 36; Muslim, ZekĂ‚t, 91.
[2] Bkz. ez-Zumer, 22.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan