
Din de "dil" ile anlaşılır, dil ile ifade edilir. Butun semÂvî suhuf ve kitaplar; insanlığa hak dîni, apacık bir lisan ile beyan etmiştir. Bu sebeple dinin yaşanmasında dilin onemi buyuktur.Bilhassa Peygamber Efendimiz ’in kıyÂmete kadar kāim mûcizesi olan ve ilÂhî muhafaza ile teminat altında olan Kur ’Ân-ı Kerim, Allah kelÂmı olarak edebiyatın erişilmez zirvesidir.
Şoyle ki;
Kur ’Ân-ı Kerim inmeden evvel, Araplara hususî bir temÂyul verilerek, Arap dili tekÂmul ettirildi. BelÂgat ve fasÂhat zirveye ulaştı. Buyuk edebiyat fuarları yapıldı. Diğer lisanların henuz emeklediği bir devirde, Arap lisÂnı mukemmel bir zirve oldu.
Bu zemin uzerine Kur ’Ân-ı Kerim nÂzil oldu. Sadece mÂnÂsı değil, diksiyonu da yani elfÂzı da CenÂb-ı Hakk ’a ait olan Kur ’Ân; zirveye ulaşmış bu fasÂhat ve belÂgat ehli olan en guclu şairlerin ve ediplerin de hepsini lÂl etti. Butun o edipler ve şairler, Kur ’Ân-ı Kerîm ’i tasdik etmek mecburiyetinde kaldı. Kur ’Ân;
“Haydi bir benzerini getirin! Yahut bir sûresinin benzerini getirin!” diye meydan okudu, kimse o meydana cıkamadı.
KUR ’ÂN LİSÂNI
İslÂm ile muşerref olan sÂir milletler de, hak dînin mefhumlarını Arapcadan alarak, kelime haznelerini zenginleştirdiler. Bilhassa mucerred ve metafizik mefhumları, Kur ’Ân ve Sunnet ’in lisÂnı olan Arapcadan aldılar.
Eski Turkler Şamanist idi. Lisanlarında mucerred kelimeler hemen hemen hic yoktu. İslÂm ile hidÂyet bulmalarıyla, bu ihtiyac ortaya cıktı. Elbette bu ihtiyacı, Kur ’Ân ve İslÂm ilimlerinin lisÂnı olan Arapcadan kelimeler ve mefhumlar alıp, dilleriyle mezcetmek sûretiyle giderdiler.
EcdÂdımız, İslÂm ’ı hayatın her safhasına intikal ettirmek icin Turk dilini Âdet Kur ’Ân ile yeniden inşÃ‚ etti.
Oyle ki Kur ’Ân ’ın ilk sûresi olan FÂtiha ’nın hemen hemen butun kelimeleri Turk dilinin harmanında, Turk hanceresinde Turkceleşmiştir. İsim, hamd, Rab, Âlem, RahmÂn, Rahîm, (rahmet) mÂlik (mulk, emlÂk, melik, memleket), yevm, (yevmiye), din, ibÂdet, (mÂbed, Âbid, mÂbud), hidÂyet, sırat, mustakîm, (istikamet), nimet, gayrı, gazap ve dalÂlet… Butun bu kelimeler FÂtiha ’yı okuyan ve dinleyenlerin gonlunde tedÂîler oluşturdu. Her musluman; FÂtiha ’yı okuduğunda anladı, konuşurken de ekserî, Kur ’Ânî kelimelerle konuştu.
EcdÂdımız, tarih boyunca; Mesnevî, Bostan ve Gulistan gibi şÃ‚heserlerin kaleme alındığı Farscanın da estetik guzelliklerinden istifade etti.
ŞERÎF SIFATIYLA VASFEDİLEN UC GONUL ESERİ
Tarihimizde şerîf sıfatıyla vasfedilen uc gonul eserine ayrı bir ihtimam gosterilmiştir:
Birincisi Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in hadislerini ihtiv eden BuhÂrî-i Şerîf…
İkincisi Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in mubÂrek şemÂil ve vasıflarını ihtiv eden ŞifÂ-i Şerîf…
Ucuncusu de Hazret-i MevlÂn ’nın Mesnevî-i Şerîf ’idir.
Bu uc muhteşem eser, Osmanlı tarihi boyunca selÂtîn camilerde icÂzetli kişiler tarafından teberruken okutuldu. Kalpleri cezbetti.
Milletimiz bu kıymetli eserlerin mutalÂasından da kazandığı ve oğrendiği kelimeleri de sînesinde yoğurdu, işledi, muazzam ve mukemmel bir Osmanlıca lisÂnı meydana getirdi. O lisanla mevlid-i şerif başta olmak uzere nice şÃ‚heserler meydana geldi.
Maalesef muteÂkip asırlarda, vecdin giderek kaybedilmesiyle;
Yakın tarihte, oz kulturumuze yabancılaşma ve batılılaşma cereyanının tesiriyle, bu aslî kelimelerimize bir duşmanlık zuhûr etti. Yabancı kelimelere dokunulmaz, hatt sahip cıkılırken; Arapca ve Farsca asıllı kelimelerimizi lisandan atma, onları eskimiş gosterme, o derin ve koklu kelimeler yerine, bir suru sonradan uydurma, koksuz, sığ, nesebi gayr-i sahih kelimeler dayatma hastalığı başladı.
Halkın benimsediği, kullandığı ve dağdaki cobanın bile cok iyi anladığı; «ihtimal, imkÂn» gibi kelimeler kaldırılıp, yerine; «olanak, olası» gibi kaba, sert ve koksuz kelimeler konulmaya calışıldı.
Bunda da esas maksat; milleti ve bilhassa yeni nesilleri, İslÂmî ve Kur ’Ânî kulturden uzaklaştırmak oldu. Buna sozde millîleştirme, arı Turkce adı verildi. HÂlbuki batı lisanlarından gelen yabancı kelimeler kaldırılmadığı gibi, neredeyse teşvik edildi. Bugun sosyetik bir mahalleye gidildiği zaman, orada hep yabancı dilde levhalar ve genclerin kıyafetleri uzerinde de kimisinin mÂnÂsı cok cirkin ve iğrenc olan yabancı ifadeler goruyoruz. Oyle ki; bilmeyen bir kişi, orayı aziz İstanbul ’un bir semti değil de kasvetli bir Avrupa şehri zanneder.
Yapılan hataların lisÂna ne buyuk bir zarar verdiği duşunulmedi. Bir kelime kaldırılınca; o kokten gelen butun kelimeler silinip gitti, o kelimeyle inşÃ‚ edilmiş tabirler unutuldu.
Bu tahribat ile dil de fakirleştirildi.
MeselÂ;
Aralarında ciddî farklar bulunan; «ihtilÂl, inkılÂb ve ıslahat» kelimeleri kaldırılıp, hepsine; «devrim» denildi.
«Alenî, bÂriz, ÂşikÂr, ayan, bedîhî, vÂzıh, sarih, munhÂl…» kelimelerinin hepsine «acık» denilip gecildi.
1890 ’da yayınlanan Redhouse Turkce-İngilizce Lugat ’te 92 bin Turkce kelime yer alırken, 1945 ’te Turk Dil Kurumu ’nun yayınladığı Turkce Sozluk ’te bu sayının 15 bine kadar duşurulmuş olması, «sadeleştirme» adı altında, İslÂm kulturune karşı darbe olarak yapılan «kısırlaştırma» faaliyetinin bÂriz bir misÂlidir.
«Hayat kelimesi» buyukten kucuğe herkesin kullandığı ve bildiği bir kelime iken onun yerine «yaşam» denilmeye calışılması da bu tahribin icyuzunu gosteren sayısız misallerden biridir. Mesele herkesin anlaması değil, dînin de dilin de derin mevzular itibarıyla anlaşılamaz hÂle getirilmesi icindi.
Herkes anlasın mevzuu bir yalandan ibaretti.
Cunku herkesin anladığı kelimelere karşı kıyım yapılıyordu.
Maksat neydi? Kur ’Ân kulturunden gelen bir lisÂnı ve edebiyatı silmek… O hÂlde bu mesele, basit bir iş değildir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yuzakı Dergisi, Yıl: 2017 Ay: Ekim Sayı: 152
İslam ve İhsan