
Dunya ve Ă‚hiret musîbeti ahlĂ‚ksızlıklardan olan kotu zan, kusur gozetleme, ayıp araştırma, hasetleşme, arkadan cekiştirme ve dargınlık gibi rezĂ‚letlerin tamamı, bir bakıma zehirli kalplerde ve ozellikle de dilde toplanır. Bunlar, ferdi ve topluluğu icinden yıkan ve musîbetler getiren en korkunc Ă‚fetler ve tehlikelerdir.İnsanoğluna lutfedilen her bir nîmet, ayrı bir kulfet ve sorumluluk yukler. Sorumluluğun derecesi, nimetler nispetindedir. Bu durumda insana duşen, sahip olduğu butun kabiliyet ve imkĂ‚nları, en doğru bir sûrette ve tam yerinde kullanabilme maharetini gostermek ve onları nîmet huviyetinde değerlendirebilmektir. Aksi hĂ‚lde başını Ă‚fet ve musîbetlerden kurtaramaz.
HUCURÂT SÛRESİ 11 12. AYETLER NE TAVSİYE EDİYOR? HucurĂ‚t 11: Ey iman edenler! Bir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin; belki de o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler; belki o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır. Birbirinizi ayıplamayın; birbirinizi incitici, aşağılayıcı kotu lakaplarla cağırmayın. Bir insan iman ettikten sonra onu fĂ‚sıklığı cağrıştıran bir isimle cağırmak ne kotu bir davranıştır ve boyle yapıp imandan sonra fĂ‚sıklık damgası yemek de ne kotudur. Bu tur davranışların ardından kim tevbe edip Allah ’a yonelmezse, işte onlar zĂ‚limlerin tĂ‚ kendileridir.
HucurĂ‚t 12: Ey iman edenler! Zannın coğundan sakının; cunku zannın bir kısmı gunahtır. Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz olmuş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah ’a gonulden saygı besleyip O ’na karşı gelmekten sakının. Şuphesiz Allah, tevbeleri cokca kabul edendir, engin merhamet sahibidir.
Bu hakîkat, Allah'ın kelĂ‚m sıfatının bir tecellîsi olarak insana verilmiş bulunan, en cok kullandığımız lisan kabiliyetimizde daha cok bĂ‚rizdir. Bir kimse, eğer onu zikir ve şukur gibi hayırlı amellere Ă‚mĂ‚de kılarsa bir cennet bulbulu olur; fakat yalan, hakaret ve gıybet gibi kotu fiillere Ă‚let ederse, o zaman da bir cehennem sermayesine donuşur.
Bu bakımdan dilin hangi şekilde ve nasıl vazife goreceği, yani bir nîmet mi, yoksa bir Ă‚fet mi olacağı hususu, daha ziyĂ‚de kalbin kıvamına bağlıdır. Cunku dilimiz, kalbimiz ve hissiyĂ‚tımızın tercumanlığı vazifesini îfĂ‚ etmektedir. Bir atasozunde "Kupte ne varsa, dışarıya o sızar." denilmiştir. Bu sebeple kalbin durumuna gore şekillenen hayır ve şerrin en muthişi olan Rabbe yaklaşmak veya O'ndan uzaklaşmak hususunda dilin ortaya koyduğu amellerin buyuk bir yeri vardır. Yani dil; terfîde de, tenzilde de en muessir vĂ‚sıtadır.
ÎmĂ‚nın kalb ile tasdikle beraber bir de dil ile ikrar edilmesinin şart olduğu gerceğine dikkat edersek, dilin ne kadar buyuk bir nîmet olduğu ortaya cıkar. Aksi istikametteki kullanılışı da ne buyuk bir Ă‚fet ve husrana donuşeceğini gostermektedir. Gercekten de insanoğlunun başına gelen buyuk musîbetlerin coğu, aslında hep dil nîmetinin yanlış kullanılmasından kaynaklanmıştır. Oyle ki buyukler: "BelĂ‚, ağızdan cıkan soze bağlıdır." demişlerdir.
Dunya ve Ă‚hiret musîbeti ahlĂ‚ksızlıklardan olan kotu zan, kusur gozetleme, ayıp araştırma, hasetleşme, arkadan cekiştirme ve dargınlık gibi rezĂ‚letlerin tamamı, bir bakıma zehirli kalplerde ve ozellikle de dilde toplanır. Bunlar, ferdi ve topluluğu icinden yıkan ve musîbetler getiren en korkunc Ă‚fetler ve tehlikelerdir.
Sayısız kotu vasıflarla Ă‚fet hĂ‚line donen bir dil, artık oldurucu bir zehir gibidir ki, hem sahibini mahveder, hem de cevresini... HĂ‚sılı dil terbiyesi, insan hayatında en muhim eğitimlerden biridir. Cunku Ă‚fet hĂ‚linde zehir kusan bir dili, iyi yolda kullanmak bile isteseniz, o yine zarar vericidir. Fakat nîmet hĂ‚lindeki bir dil ise, her zaman feyz u bereket kaynağıdır. Bu hakikati eskiler: "Tatlı dil yılanı deliğinden cıkarır." diyerek ne guzel ifade etmişlerdir. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede de buyurulur: "Rabbinin yoluna hikmetle ve guzel oğutle dĂ‚vet et!" (en-Nahl, 125) Bu itibarla Hak dostları, bilhassa Allah yolunda dĂ‚vet ve tebliğde dilin nasıl kullanılacağı hususunda: "Sakın yılanların zehirli diliyle konuşma!" diye îkaz etmişlerdir.
Demek ki, insanın olgunluğunun en bĂ‚riz alĂ‚meti, dilini kullanabilme sanatına Ă‚şinĂ‚ olmasıdır. Zîra dil, Rabbimiz tarafından hemen her insana ihsĂ‚n edilmiş ve ilĂ‚hî bir hikmet tecellîsi olarak imtihan vesîlesi kılınmıştır. Hikmet nazarıyla seyredildiğinde gorulur ki, yersiz ve mĂ‚nĂ‚sız konuşmaması icin dilin etrafına otuz iki diş ile Ă‚detĂ‚ bir hisar cevrilmiştir. Bu hĂ‚le ilĂ‚veten iki dudak da dişlerin onune konularak sanki ikinci bir bent orulmuştur. Butun bunlar, dilin muhĂ‚faza zarûretinin bir ihtarı mĂ‚hiyetinde değil midir?
Diğer taraftan «Kılıc yarası gecer, fakat dil yarası gecmez!» ifadesi ile de dildeki Ă‚fete dikkat cekilmiş ve onun terbiyesine son derece îtina gosterilmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Dolayısıyla dilin Ă‚fetlerini cok iyi bilmeli ve onlara karşı gerekli tedbirleri almalıyız. Bu tedbirlerin başı, sukûttur.
Dilin Ă‚fetleri icerisinde en başta dikkat edeceğimiz husus, hic şuphesiz ki "gıybet"tir. Cunku gıybet, dildeki en zehirli hancerdir. "Gıybet nedir?" sorusunun cevabını Peygamber Efendimizin lisĂ‚nından dinleyelim… Ebû Hureyre -radıyallĂ‚hu anh-'ın rivĂ‚yetine gore, Peygamber Efendimiz ashĂ‚bına şoyle sormuşlardır: "-Gıybet nedir bilir misiniz?" AshĂ‚b-ı kirĂ‚m: "-Allah ve Rasûlu daha iyi bilir!" dediler. Bunun uzerine Allah Rasûlu: "-Gıybet, musluman kardeşinin hoşlanmadığı şeylerle arkasından cekiştirmendir." buyurdular. Denildi ki: "-Ya RasûlallĂ‚h! Arkasından soylediğim o fenĂ‚ şey, ya kardeşimde varsa..." CevĂ‚ben: "-Soylediğin şey, onda varsa gıybet etmiş olursun; eğer yoksa ona iftira ve buhtanda bulunmuş olursun!.."
Bu hadîs-i şerîfe bakıldığında, insanların her turlu kusurunu soylemenin gıybet hukmunde olduğu anlaşılabilir. LĂ‚kin bazı hĂ‚ller vardır ki, insanların eksik ve kusurlarını soylemek îcĂ‚b eder. MeselĂ‚ evlenmek isteyen ve nikĂ‚h icin namzed gorduğu bir şahsı araştıran kimseye veya ticĂ‚rî bir ortaklık teşebbusu icin bilgi toplayan bir şahsa; gıybet olur korkusuyla bilinen doğruları soylememek, neticede cemiyet hayatı acısından daha buyuk yanlışlara sebep olmaktadır. Oyleyse, bu tur hĂ‚llerde umûmun menfaati, şahsın hurmetinden onde gelir. Zararlı bir insanın kusurlarını acığa koymak sûretiyle diğer insanları ondan korumak, vicdĂ‚nî ve insĂ‚nî bir zarurettir. Bu gercekleri acıklamak da, ancak ilgili şahıslarla sınırlıdır. Kişinin îcĂ‚b etmeyen mahrem hĂ‚llerini ortaya koymak veya ilgili-ilgisiz herkese anlatmak, haramdır.
Yine hakkın tesbit ve tevzî edildiği yerler olan mahkemelerde, adĂ‚letin tam ve eksiksiz yerine getirilmesi icin, şĂ‚hitlerin, hakikati olduğu gibi nakletmesi de zarûridir. Burada da gıybet endişesi taşınmamalıdır. Bu sebepledir ki, bir kimsenin kusurundan bahsederken, bu soylenen sozlerin dînî cevaz hudutları icinde olup olmadığına son derece dikkat etmek lĂ‚zımdır.
Bu istisnĂ‚î hĂ‚llerin dışında insanların kusurlarını ortmek ve affetmek, her mu'minin şiĂ‚rı olmalıdır. Bu, en muhim ahlĂ‚kî vasıflardan biridir ve insanın kemĂ‚lini gosterir. Başkalarının ayıplarını meydana koymadan once şahsî kusurlarımızı gozden gecirmeliyiz. Her mu'min duşunmelidir ki; CenĂ‚b-ı Hak, merhameti muktezĂ‚sı, kullarının kusurlarını ortmekte ve onlara af ve mağfiret vaad buyurmaktadır. Allah, ayıp ortenlerin nice kusurlarını orter. Ne mutlu o mu'mine ki, kendi ayıplarını gormekten başkalarının kusurlarını araştırmaya vakit bulamaz.
HucurĂ‚t Sûresi'ndeki Ă‚yet-i kerîmelerde, mu'min kulların birbirlerine karşı gozetecekleri edeb ve ahlĂ‚ka temas edilirken bu hususta dilin muhĂ‚faza ve terbiyesinin ehemmiyetine de işĂ‚ret edilmektedir: "Ey mu'minler! Bir topluluk, diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da, kadınlarla alay etmesin!.. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kotu lĂ‚kaplarla cağırmayın. Îmandan sonra fĂ‚sıklık ne kotu isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte onlar zĂ‚limlerdir."
"Ey îman edenler! Zannın coğundan kacının. Cunku zannın bir kısmı gunahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz, diğerinizi arkasından cekiştirmesin (gıybetini etmesin). Biriniz, olmuş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hĂ‚lde Allah'tan korkun. Şuphesiz Allah, tevbeyi cok kabul edendir; rahîm (sonsuz merhamet sahibi)dir." (el-HucurĂ‚t, 11-12)
Âyet-i celîlede: Gıybet edenler ve insanları nĂ‚mus ve haysiyetleri bakımından cekiştirenler, olu bir mu'min kardeşinin etini yiyenler şeklinde tasvir ve temsil olunmaktadır. Bu Kur'Ă‚nî teşbihte pek ince ve derin nukteler vardır. Gercekten gıybet olunan kişi, yanımızda olmadığı icin, hakkında konuşulanları duyamamak ve kendisini mudafaa edememek bakımından bir oluye, mu'min olmak itibariyle de bir kardeşe benzediği acıktır. O kardeşimizin yokluğundan istifĂ‚de ederek gıybet etmek sûretiyle onun haysiyet ve şerefine tecavuzde bulunmak, cekiştire cekiştire onun etini yemek şeklinde bir saldırış ve canavarlığı andırır. İnsanın şeref ve haysiyeti, Ă‚deta vucud iskeletini orten bir et gibidir. Onu ayıplarını ve kusurlarını dokmek sûretiyle didiklemek, bir kopeğin herhangi bir leşi cekiştire cekiştire dişlemesinden daha cĂ‚niyĂ‚ne ve gaddarĂ‚ne değil midir?
HucurĂ‚t Sûresi'ndeki bu Ă‚yet-i kerîmelerde:
-İnsanların birbiriyle alay etmemesi,
-Başkasını kucuk gormemesi,
-Kotu lĂ‚kaplar takmaması,
-Sû-i zanda bulunmaması,
-Başkasının kusurlarını araştırmaması,
-Gıybet etmemesi emredilmektedir.
Gorulduğu uzere zikredilen ahlĂ‚kî zaafların coğu, dil ile gercekleşmektedir. Bu sebeple insanın dilini muhĂ‚faza etmesi, dinin, ahlĂ‚kın ve kardeşlik hukukunun icabıdır. Nitekim Fudayl bin IyĂ‚d der ki: "Gıybetin girdiği yerden kardeşlik cıkar gider."
GIYBET EDENE KARŞI TAVRIMIZ NASIL OLMALIDIR? Gıybet edenlere karşı olgun bir muslumanın tavrının ne şekilde olacağı, hadîs-i şerifte şoyle ifade buyurulmuştur: "Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenĂ‚lık yapanlara da fenalık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenalık yapanlara karşı aynı şekilde mukabelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir." (Tirmîzî, Birr, 63) CenĂ‚b-ı Hak da boyle kĂ‚mil bir mu'mini medhederek: "Rahman'ın (has) kulları onlardır ki, yeryuzunde tevĂ‚zû ile yururler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «SelĂ‚m!» derler (gecerler)." (el-Furkan, 63) buyurmaktadır.
Hazret-i Ali -radıyallahu anh- de, cĂ‚hillere mukabele hususunda şoyle ikazda bulunur: "-Alcakca soylenen bir soze karşı sakın cevap vereyim deme!.. Cunku o sozun sahibinde, onun gibi daha nice duşuk sozler vardır. Cevabınıza yine o bayağı ifadelerle karşılık verirler. CĂ‚hil ile sakın latife etmeye kalkma!.. Dili zehirli olduğundan gonlunu yaralar."
Olgunluğun en bĂ‚riz gostergesi, dedikodu ve iftiraya tahammuldur. Zira olgunlukta birinci basamak, dedikodu ve iftiraya karşı sukûnetle cevap vermekle iktifĂ‚dır. İkinci basamak, boyle bir dedikodu ve iftira karşılığında gunahları gıybet eden kimseye devrettiği icin sevinmektir. Ama bu da bir noksanlık taşır. Ucuncu basamak ise, kavuşacağı mağfiret ve sevaplar sebebiyle kendi nĂ‚mına sevinirken, dedikoducu ve iftiracının Ă‚hiretteki hĂ‚lini duşunerek uzulmektir. Bu uzuntu hĂ‚li, sevince gĂ‚lip değilse, olgunluk yine de eksik demektir. MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, cĂ‚hil ve nĂ‚dĂ‚n kimselerin ileri-geri konuşmalarının hakikatin kıymetinden bir şey kaybettirmeyeceği hususunda: "Kopeklerin ağzı değdi diye deniz kirlenmez!.." buyurur.
Gıybet ve dedikodu, insanın nefsini palazlandıran bir gunahtır. Dedikodu yapan insanlar, ayıplayıp kucuk gordukleri kimselerin işlediği gunahtan kendilerinin uzak olduklarını duşunurler. Boylece o gunaha duşmemeleri sebebiyle kendilerini bu gunahkĂ‚rlardan ustun kabul ederler. Ama unutmamak lĂ‚zımdır ki, mu'min kardeşini kucuk gormek, gunah olarak insana yeter. Ayrıca tekerrur eden bir hakikattir ki, bir şahsın ayıp ve kusurlarını kınayanlar, cok gecmeden aynı hataları işlemeye başlamaktadırlar. Nitekim Peygamber Efendimiz: "Bir kimse din kardeşini bir gunahı dolayısıyla ayıplarsa, olmeden evvel mutlaka o gunahı işler. Yani kardeşini bir ayıpla kınayan, o ayıp işi işlemeden olmez!" (CĂ‚miu's-Sagîr, c. II, s. 161) buyurmuşlardır.
İnsanlar, Ă‚hirette butun amellerinden, yani nĂ‚il oldukları nîmetlerden, soylediklerinden, konuşması gerektiği zamanlardaki suskunluklarından, işlediği gunahlardan ve terk ettiği sĂ‚lih amellerden hep hesĂ‚ba cekilecektir. Bu cetin hesap gunu gelip catmadan evvel, herkes kendi muhĂ‚sebesini yapmalıdır. Zira "Hesaba cekilmeden once kendinizi hesaba cekiniz." buyrulmaktadır. O muazzam hesap gununu duşunerek amel defterini, helĂ‚lleşme ve istiğfar ile aklamaya calışmalıdır. CenĂ‚b-ı Hak, insanların vucutlarının topyekûn bir dil hĂ‚line gelip konuşacağı o gunu şoyle tasvir etmektedir: "Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gozleri ve derileri işledikleri şeye karşı onların aleyhine şĂ‚hitlik edecektir. Derilerine: «Nicin aleyhimize şĂ‚hitlik ettiniz?» derler. Onlar da: «Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır. Yine O'na donduruluyorsunuz.» derler. Siz ne kulaklarınızın ne gozlerinizin ne de derilerinizin aleyhine şĂ‚hitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan coğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti ve ziyĂ‚na uğrayanlardan oldunuz. Şimdi eğer dayanabilirlerse, onların yeri ateştir. Ve eğer (tekrar dunyaya donup Allah'ı) hoşnut etmek isterlerse, memnun edilecek değillerdir." (Fussilet, 20-24) İnsanlar, bu şiddetli kıyamet gununde, kendilerinin de cok ihtiyacı olmasına rağmen, sevaplarını, dunyada dedikodusunu yaptıkları kimselere vereceklerdir. ŞĂ‚yet bunu karşılayacak kadar sevapları kalmamışsa, dedikodusunu yaptıkları kimselerin gunahlarını yukleneceklerdir.
Peygamber Efendimiz, kıyĂ‚met gunundeki bu acı tabloyu şoyle ifade buyurmuştur. Bir gun RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-: "-Muflis kimdir, biliyor musunuz?" diye sordu. AshĂ‚b-ı kirĂ‚m: "-Bize gore muflis, parası olmayan ve malı bulunmayan kimsedir." deyince, RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- (sozlerine) şoyle devam etti: "-Ummetimden muflis, kıyĂ‚met gunu namaz, oruc ve zekĂ‚t sevĂ‚bı ile, (ancak bu sevapların yanında bir de amel defterine) şuna sovdu, buna zinĂ‚ iftirĂ‚sı yaptı, şunun malını yedi, bunun kanını doktu, şunu dovdu (diye yazılmış olarak) gelen kimsedir. Onun hasenĂ‚tının sevĂ‚bından (hak sahibi olan) şuna-buna verilir. Eğer uzerindeki borc odenmeden once ibĂ‚det ve iyiliklerinin sevĂ‚bı tukenirse, alacaklıların gunahlarından alınıp onun uzerine yuklenir. Sonra (onların gunahları ile birlikte) cehenneme atılır." (Muslim, Birr, 59; Ahmed bin Hanbel, II, 303, 324, 372)
Bu yuzden Hasan-ı Basrî Hazretleri: "-Eğer illĂ‚ dedikodu yapacaksan, anne-babanın dedikodusunu yap!.. Âhirette en azından sevabın onlara gitmiş olur ve onların gunahını yuklenirsin!.." buyurmuştur.
Unutmamalıdır ki, kĂ‚mil bir mu'min, gucu nispetinde ve daima Allah'ın yarattığı her varlığın yardımına koşacak, gunaha olan nefreti gunahkĂ‚ra taşırmayacak, bilĂ‚kis onları merhametle kucaklayacak, onlara yılanların soğuk ve zehir sacan diliyle değil, rahmet lisanıyla yaklaşarak gonuller fethedecektir.
İlĂ‚hî neşve ile dolmak isteyenler, gonul bahcelerinden kendilerine karşı yapılan yanlışlara karşı af rĂ‚yihaları yayan kimselerdir. Zira affederek kendi affımıza zemin oluşturabiliriz. Affedemeyerek, insanların dedikodusunu yapan kimseler ise, hakikatte kendilerini helĂ‚k etmiş olurlar.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, 2006, Sayı: 19
İslam ve İhsan
DİL ŞUKRETMEK İCİNDİR, HAKK'I BİLEN DİLİ GIYBET İCİN KULLANMAZ