
Rasulululah ’ın Kur ’an ’da Allah Teala tarafından cizilen misyonu, butun zamanlarda hukum-fermadır. Bunu tartışmak, kalbi bir kayıptır, aşınmadır, yaralanmadır, firedir. Bundan Allah ’a sığınmak lazım. Kur ’an ’dan belli ayetler hıfzedilmeden, duşunulmeden Rasulullah ’ın onderliği tartışılamaz. O ayetlere rağmen yurutulen tartışma ise, ayetleri de ıskalayan, yani Kur ’an ’ı ıskalayan ve kademe kademe İslam ’ın kokunu kurutmaya yonelen bir cizgi olur.Şair Nabi ’nin o mısralarını biliriz: Hani, kafile Medine-i Munevvere ’ye girerken ayağını Harem tarafına doğru uzatan bir “Devletlû”yu gorduğunde icine doğanları:
“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûbi Hudadır bu
NazargÂh-ı ilahîdir, MakÂm-ı MustafÂdır bu”
“Huda ’nın mahbûbunun koyune boyle girilmez. Cunku orası nazargÂh-ı ilahidir, ve makam-ı Mustafa ’dır.”
Nabi ’nin bir beytini daha okudum; şoyle diyor:
“Ayine-i idrakini pak eyle sivadan
Mihman mı gelir hane-i nÂ-pake hicab et!”
“İdrak aynanı masivadan arındır, pak olmayan haneye misafir mi gelir, hicab et, utan!”
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile ilişkimiz. Gonullerimiz. O ’na bakışımız. İmanımız. Muhabbetimiz.
Ne durumdayız?
Gonullerimiz pir u pÂk mı, didiklenmiş, yaralanmış, orselenmiş, hatta “n pÂk hale gelmiş” kirlenmiş mi?
Rasûlullah, O ’nun hadisleri, Sunneti ile ilgili tartışmalar, gonul dunyasındaki kaymaları sergiler bir mahiyet kazanmaya başlamış durumda.
O ’nun huzurunda yapamayacağımız tartışmaları, gıyabında hoyratca yapabiliyoruz.
O Allah ’ın Rasûlu. Onu Allah “Elci” olarak belirlemiş. Vahyini almaya, taşımaya, yaşamaya, ornek (ustelik en guzel ornek olmaya) olmaya, insanları eğitmeye, arındırmaya, ustelik kıyamete kadar Allah ’ın olculerine gore bir insanlık yuruyuşu oluşturmaya rehber kılmış.
ALLAH'IN SON PEYGAMBERİNİN MİSYONU
Bu herhangi bir insanın misyonu değil. Bu “Allah ’ın son Peygamberi”nin misyonu.
Bu, gonderen Kudret tarafından “Alemlere rahmet” diye nitelenen bir misyon. Alemler ne, rahmet ne? Biz o alemin neresindeyiz ve rahmet bizim icin ne?
O “En yuce ahlÂk uzere olmak”la vasıflanın, yani insanlığın ahlak onderliğine secilen bir insan. İnsan ne, ahlÂk ne?
Onumuze boyle bir insanlık rehberi konmuşsa, ve biz insani idraklerimizin diriliğini koruyabiliyorsak, yapmamız gereken “O Elci”yi hece hece oğrenmek ve bize yonelik mesajının en kucuk kırıntılarını bile kaybetmemek icin butun şuur melekelerimizi canlı tutmaktır.
Sahabe-i kiram, ilk İslam nesli bunu yaptı.
Onların Rasulullah ’ı dinlerken, başları uzerine konmuş bir kuş var da, en kucuk bir harekette ucmasından korkuyormuş gibi pur dikkat olmaları, adeta Rasulullah ’a kilitlenmeleri bundandır. Rasulullah uc - beş vahiy katibi tutsun, gelen vahyi yazdırsın ve insanlara ulaştırsın. Peygamber ’in ilk mu ’minlerle ilişkisi, ya da ilk mu ’minlerin Peygamber ’le ilişkisi bu değildi ki...
Sevdiler, cok sevdiler. “Anam babam sana feda olsun” diyecek kadar sevdiler.
Oğrendiler, hece hece oğrendiler.
Yaşadılar, O ’nda ne gordulerse onu hayat haline getirmecesine yaşadılar.
O ’nun yanında seslerini yukseltmediler.
Evet O ’nu “İnsan bir Peygamber” olarak bildiler, bu, insanlığı eğitmek misyonu bakımından tabii idi de, ama O ’nu herhangi bir insan seviyesine indirmediler, cunku Allah “O, Allah ’ın peygamberidir” dedi. Bunu anladılar.
Kur ’an ’ı O ’ndan oğrendiler. O ’nu sadık haberci olarak bildiler. O ’nun getirdiklerinin Allah ’tan olup olmadığı konusunda en kucuk bir şuphe taşımadılar. “Sıdk – Emanet” O ’nun en temel vasfı idi.
O bir olcu koyduğunda sorular sordular, bazan bilinen olculerden farklılık soz konusu ise onu da sordular, ama O son sozu soylediğinde, gidip “Peygamber şoyle soyluyor ama bu benim aklıma yatmıyor” demediler. Boyle bir davranışın, icte bir guve, bir maraz olduğunu bildiler.
Anladılarsa anladılar, anlamak icin o gun de mevcud olan, Rasulullah ’ın rahle-i tedrisinde daha cok bulundukları icin ilimde ileri gidenlere sordular, gene anlamadılarsa “O soyluyorsa doğrudur” imanına yoneldiler. Vahiy gibi “Allah ’tan gelen” elle tutulur gozle gorulur yanı bulunmayan ve butun cağlara gercek bir hayat disiplini getiren vakıaya inandılar. Rasulullah ’ı tartışsalar, oncelikle vahyi tartışırlardı, ama onu o gun sadece muşrikler tartıştı, mu ’minler anlamaya calıştı, iman etti.
Bu, ilk İslam neslinin Rasulullah ile hukukunun cok berrak cizgisidir. Onlar icin Peygamber aleyhissalatu vesselam, Allah ’ın yardımı ile insanları “ateş cukurunun kenarından kurtaran”dı.
Sonraki zamanlara -bizim zamanlarımız dahil- gelince, Rasûlullah ’ı vahyi getirip işini bitiren bir taşıyıcı eleman haline getirmek, yani Rasulullah ’ı indirgemek, her şeyden once hicab edilmesi gereken bir hadsizliktir.
Rasulululah ’ın Kur ’an ’da Allah Teala tarafından cizilen misyonu, butun zamanlarda hukum-fermadır. Bunu tartışmak, kalbi bir kayıptır, aşınmadır, yaralanmadır, firedir. Bundan Allah ’a sığınmak lazım. Kur ’an ’dan belli ayetler hıfzedilmeden, duşunulmeden Rasulullah ’ın onderliği tartışılamaz. O ayetlere rağmen yurutulen tartışma ise, ayetleri de ıskalayan, yani Kur ’an ’ı ıskalayan ve kademe kademe İslam ’ın kokunu kurutmaya yonelen bir cizgi olur.
RASULULLAH'IN KIYMETİ
Aslında “Kur ’an ’da Rasulullah ’ın kadru kıymeti şoyle anlatılıyor” gibi bir caba icine girmek bile, bir zamane sapkınlığını susturma cabası olur ki, insanları boyle bir caba icine surekleyenler kalblerine bir kere daha bakmak zorundadırlar.
Şuna işaret edilebilir hic şuphesiz:
Rasulullah ’a ait olmayan bir sozu, davranışı, olcuyu, O ’na isnad emek, O ’nun hal-i hayatında da kabul edilemezdi, bugun de kabul edilemez. Bizzat Rasulullah, “Benden bana ait olmayan bir sozu nakleden cehennemdeki yerine hazırlansın” buyuruyor. Anlıyoruz ki, O Dini getiriyor ve o Dine kendisi adına bile olsa “ilahi kontrol dışında” herhangi bir olcunun girmesini kabul etmiyor.
Sonraki nesillerde de bu hassasiyet gosterilmiş. Allah ’tan gelen vahye bakılmış.
Rasulullah ’ın sozlerine, davranışlarına ve gorup de yasaklamadıklarına bakılmış.
Kur ’an vahyinin tespiti de Peygamber neslinin şehadetiyle gercekleşmiş.
Rasulullah ’ın Sunneti muhtevasında gelenler de.
Kur ’an ile Sunnet arasında bir guvenilirlik farkı var mı?
Bir olcude var, bir olcude yok.
Bunu da 14 asırlık İslam ilim geleneği ifade ediyor.
Şundan taviz verilmiyor: Rasulullah ’tan bize sahih olarak gelenler bizim icin olcudur.
O zaman “sıhhat” olcusunun aranması soz konusu. Butun bir Hadis Usulu ilmi, onunla bağlantılı olarak Fıkıh, Tefsir, Kelam gibi islami ilimler, “sıhhat” olcusune dikkat ederek Kur ’an ’ı da esas olarak İslam ’ın hayat cercevesini cıkarmaya calışmışlar.
Peygamberimiz adına soz-fiil uydurulmamış mı? Uydurulmuş.
Ama uydurma metinleri “Hadis kulliyatı” icinden ayıklamak icin gosterilen caba da insan ustudur.
Hadislerden bahsederken sanki dokunulması bile utanc verici bir şeyden bahsediyor havasına girmek, sadece onu yapan kişiyi alcaltır, Rasûlullah ’ın muazzez şahsına bir noksanlık getirmez.
Şoyle denebilir:
Eğer mevzu – zayıf vs. gibi kimi zaman genel kabul edilen olculeri zorlayan rivayetleri ayıklamak, Rasulullah ’a iftira edilmesini onleme niyeti taşıyorsa, bunun altını kalın cizgilerle cizmek, ve her defasında bir Musluman icin Rasulullah ’ın soz, fiil ve musamahalarının, vazgecilmez olcu olduğunu belirtmek gerekir.
Bir de şu ifade edilmelidir:
Bir tartışmada birisinin Rasulullah ’a ait olan her şeyi savunması, diğer tarafın da surekli “Şuna ne diyorsunuz?” havasında olması, ikinci kişiyi ister istemez Rasulullah ’ı irdeliyor konuma duşurur ki, bir Muslumanın bundan kacınması gerekir.
Bir de konuyu, bugune kadar butun zamanlarda Muslumanların Rasulullah ’a yonelik hislerine bakarak değerlendirebiliriz. O ’nu hayatında yaşatmak, elini tutmak, cocuğunun ninnisine katmak, yani sanki birlikte yaşıyormuş gibi bir duygu derinliği inşa etmek... Fani olduğunu bilmekle beraber faniliğe mahkum etmemek. Sozde, gozde, ruyada, sunneti ile hayatta yaşatmak...
Rasulullah ’ın hal-i hayatından başlamak uzere bu zamana kadar Ummet ’in sade insanından eli kalem tutanlarına varıncaya kadar bir muhabbet cağlayanının gurul gurul aktığına şahit oluruz.
“Ya Muhammed canım arzular seni” diyen Yunus ’un duygularını nereye koyacaksınız? Oturmuşuz, didikleyip duruyoruz. Yahu, bir aşkını soyle kardeşim. Aşkın yok mu, hic mi icinde sevda tutuşmadı?
Fuzuli ’nin duygularına bakalım:
“Dest-bûsi arzusuyla ger olursem dôstlar
Kûze eylen toprağum sûnun anınla yÂre su.”
“O ’nun elini opme arzusuyla olursem şayet, toprağımı testi yapıp onunla ‘Yar ’e su verin ki, onun dudağı ile buluşayım.”
Adam Su ’dan bir hasret gazeli inşa etmiş. O ’na hasret. Bu hasret de bir mu ’min kalbini yansıtıyor. Fuzuli ’nin kalbi ile bizim didişmelerimiz nerede buluşup, nerede ayrılıyor?
Musluman olduktan sonra Yaman Dede ismiyle Rasulullah ’a sevdasını dillendiren zatın şu mısralarının ustunu bir kalemde cizip atacak mıyız yoksa bir kalb kıvamı farkı farkedip yeniden kendi yureklerimize mi bakacağız?
Ne devlettir yumup aşkınla goz, rÂhında can vermek;
Nasib olmaz mı Sultanım, HaremgÂhında can vermek
Sonerken gozlerim ÂsÂn olur Âhında can vermek
Cemalinle ferahnÂk et ki yandım ya Rasûlallah
KLASİK EDEBİYATIN CANSUYU
Karabatak ismiyle iki ayda bir cıkan dergi, Mart-Nisan sayısını “Klasik Edebiyatın Cansuyu” diyerek Hz. Peygamber (s.a.v.) ’e ayırmış.
Gecmiş kulliyat icindeki mevlidleri, na ’tleri değerlendiren cok kıymetli yazılar var. Bu arada bugunden şiirlere, hatıralara, na ’tlere yer verilmiş. Oradan bazı bolumleri paylaşmak istiyorum sizlerle... Birileri iclerinde yıkıcı fırtınalar estirse bile, Sahabe aşkına ozenen yurekler bulunduğunu gosteren satırları, mısraları okuyalım bir. Okuyalım ve bakalım bu işlerin neresindeyiz?
Aşağıda alacağım bolum, F. Hande Topbaş hanımefendiye ait. Cocuğuyla yaptığı Hac ’dan bir kesiti, Rasûlullah ’ın huzurundaki anları anlatıyor.
“Bir na ’tım yoktu Nabi gibi minarelerden okunacak. Ona ‘ummetim ’ dedirtecek ne yapmıştım! Boştu kefenim.
Dunyanın ilk Musluman şehri, yeşil kubbesiyle hacıların son durağı. Zamanı geri alabilmek mumkun olsaydı, tef calan kadınların arasında karşılardım onu. Bir hırka dokurdum her ilmiğinde Allah ’ın adı. Sohbetlerinde en onde oturmak icin koştururdum. Gozlerine bakar Cebrail ’in golgesini arardım.
Kelebek olmaya calıştım. Beyaz olmasa da sarı, belki de biraz kirlenmiş. Oysa kanatlarım hala simsiyah. Kızım eteğimden cekiştirip “Ben Peygamberi goremiyorum” dediğinde kucucuk belinden kaldırıp sutunların kaidesine bastırdım. Parmak uclarında yukselip gulumsedi ve mırıl mırıl dua ederken bir anda hıckırmaya başladı. Dudakları buzuşurken akan yaşları silmeye tenezzul bile etmiyor, bir yandan da el sallayıp konuşuyordu. Once Hintli bir kadın yanına gelip gerdan kırarak dua istedi, sonra bir Afrikalı. Biri diğerinin lisanını bilmeyen beş altı kişi toplandı etrafımızda. Tek tek dokundu hepsine.
-Otele donmemiz lazım.
-Anne, Peygamberle konuşmam daha bitmedi.
Bekledim. Kucucuk eli avuclarımda yolda yururken sordum.
-Ne konuştunuz?
-Seni seviyorum, dedim.
-Peki, O sana ne dedi?
-Ben de seni cok seviyorum.
-Başka?
-Bir daha Maldiv ’e gitme, bana gel.
Sonra durdu, başını kaldırıp “Sen neden goremiyorsun?” diye sordu.
Bir yıl once cocuklarımı Maldiv ’e goturen bendim. Kızıma sarılmış titrerken siyah kanatlarımın ucunda minik, beyaz bir nokta belirdi.” (Karabatak, s. 136)
Ne dersiniz, sizin de icinizden Hicret ’te Rasulullah ’ı karşılamak gibi bir arzu gecer mi zaman zaman, ona bir hırka dokumak ister misiniz, O ’nun gozlerinde Cebrail ’in golgesini arar mısınız ya da minik yavru gibi Rasulullah ile sevgi alışverişinde bulunur musunuz?
Karabatak ’tan her biri bir yurek sofrası acan şiirlerden, cağdaş na ’tlerden minik parcalar sunmak istiyorum. Karabatak ’ı buyuk fedakarlıklarla yuruten Ali Ural bey kardeşimin ve değerli sanatkarlarımızın izniyle:
Bakın şu seslenişe:
“Kayda değer ne soylesem
Aşkınla
Allah ’tır Seni bize yÂr eden
.....
Devrin de acılsın n ’olur sonsuza kadar
...
Ya devrine erdir bizi ya da bu cağ devrilsin.
...
Aşkınla
Aşkınla ÂbÂd olsun gonuller senin!..
Âmin!... (Hasan Akay)
Bakın şu duygu fırtınasına:
Efendim ben Sizi sevebilecek biri değilim
ama Sizi sevebilmeyi oyle cok ozledim. (Ayşe Sevim)
Bakın şu Rasulullah ’ın huzurundaki mahviyete:
Efendim, seslendiğiniz olsaydım eğer
bilmezdim size donup nasıl bakılır
beklerken parmak ucunuzda kalabalık
dokunup gecseydi gulumsemeniz
sızıyı bilmezdim, ozlemeyi efendim.
Gittiniz
iki el kaldı muslumana.” (Dursun Guzel)
Bakın şu gecmiş – gelecek muhasebesi icinde Rasûlullah ’la kurulan kalbi irtibata:
Seni ovmekle yeşerir kurumuş kelimeler hep
Kuruyor elleri hala kudurmuş binlerce ebu leheb
...
Silinip gitti silgiler gibi Seni silmek isteyenler
...
Sesin besteydi kulaklara, guluşun, guluşu gullerin
....
Beşer bekler hÂl sende bulduğu kadru kıymeti
Bitsin bu zillet diye gozler, bin gozle kıyameti
Ebu cehilleri Âlim kılar bugunun cehaleti
Zamane yezidleri rahmet okutur kerbelÂya
Sanki filmden bir sahne bugun firavn cinneti
....
Seni ovmekle yeşerir hep kurumuş kelimeler
Livaulhamdinde bize de bir yer, ey rahmeten li ’l-Âlemîn! (Dursun Ali Tokel)
Bakın şu, bu cağdan Rasulullah ’a uzanan ellere:
kapıyı sen ac diye ellerini aradım
Zincirlerimle girdim mağaranın icine
uykun kadifeye duşmuş berrak bir ciğ tanesi
ruyamda goremedim seni, ruyana gelsem
ya nebi selam aleyke, Allah bizimle
yuzune bakmak icin kaldırsam başımı, Allah bizimle
Sen okusan hucremdeki harfleri
Ust uste yığılmış iplerimi cozsen
Allah ’ın ipine bağlasan beni. (Sevgi Yerlioğlu)
Ve bakın şu Ahmed u Mahmudu Muhammed ’in yureklerimizdeki muhabbeti besleyen sonsuz sevgi kaynağı huviyetine:
Ahmed
Uzerimizi orten bir el varlığın;
varlığın, şefkatli bir el uzaklığında
yokluğunda umitli bir ruyanın safında guller
Bu ahzab, bu fetih, bu Âl-i imran armağanı
biraz once gecmişsin gibi buradan, babaannemin duaları.
Muhammed
sevilecek bir gun her kum tanesi, Seni sevdikce iyi oluyoruz. (Firdevs Apari)
Şimdi! Bu işin en hafifi “Sakın terk-i edebden” demektir.
Otesi mi, otesi insanı cok otelere goturur. Başka bir roldur. Yarın Rasûlullah ’ın yanında savunulamaz. İnsan yarın Rasûlullah ile yanyana geldiğinde savunamayacağı şeylerin kavgasına girmemeli bu dunyada.
Kaynak: Ahmet Taşgetiren, Altınoluk Dergisi, 389. Sayı
İslam ve İhsan