
CenÂb-ı Hak, insan fıtratına fucûr ve takv tohumlarını ekmiş ve ona her iki alanda da terakkî ve tedennî imkÂnı sunmuştur. Bu bakımdan insan hÂlet-i rûhiyesinin musbet ve menfî olmak uzere iki vechesi bulunmaktadır. Kur ’Ân-ı Kerîm ’de insanı nefsin vartalarına duşmekten korumak, onu hayra ve takvÂya istikÂmetlendirmek icin daha ziyÂde insan psikolojisinin zaaf noktalarına temÂs edilmiştir.
İNSAN COK ZALİM VE CAHİLDİR
Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Biz emÂneti, goklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar, bunu yuklenmek­ten cekindiler, (mes ’ûliyetinden) korktular. Onu insan yuklendi. Doğrusu o, cok zÂlim (ve) cok cÂhildir.” (el-AhzÂb, 72)
Âyet-i kerîmede gecen “emÂnet” umûmiyetle insanın Rabbine karşı mes ’ûliyetini yÂni dînî emirleri yerine getirmekle mukellef olmasını ifÂde eder. İnsan bu emÂneti “akıl” ve bunu kullanma kÂbiliyeti olan “irÂde” melekesiyle îf edecektir. SÂdece insana tevdî edilen bu emÂnet, onu diğer butun mahlûkÂttan ayıran vasıftır. İnsanın dunya hayatında imtihÂna tÂbî tutulması da, bu emÂnetin kendisine tevdî edilmesi sebebiyledir.
Âyet-i kerîmede emÂnetin yerlere, goklere ve dağlara teklif edilmesi, onların da bu teklîfi reddetmesi, cemÂdÂt olarak bildiğimiz varlıkların bile emÂnetin mukellefiyetinin ağırlığını fark edebilecek bir şuura sÂhip olduğunu gostermektedir.
“Biz bu Kur ’Ân ’ı bir dağa indirseydik AllÂh korkusundan onu baş eğmiş, parca parca olmuş gorurdun. Bu misÂlleri duşunsunler diye insanlara veriyoruz.” (el- Haşr, 21) Âyet-i kerîmesinden de anlaşıldığı gibi cemÂdÂttan olan dağlar bile ilÂhî emirlere karşı hissî ve fiilî aksulamellerde bulunabilecek varlıklardır.
CenÂb-ı Hak, insanın cok zÂlim ve cok cÂhil olduğu icin mes ’ûliyetten korkmadığını ve “emÂnet”i yuklendiğini bildiriyor.
Zulmun zıddı “adl”dir. Adl, aynı zamanda amel-i sÂlih mÂnÂsında kullanıldığından, zulme duşmemek icin bolca sÂlih amel işlemeye gayret etmek gerekmektedir. Nitekim CenÂb-ı Hak, Asr Sûresi ’nde insanın husrandan kurtulması icin sÂlih amel sÂhibi olmasının zarûretinden bahseder.
Cehlin zıddı ise “ilim”dir. İlim de zÂhirî ve bÂtınî olmak uzere iki ceşittir. İmÂm GazÂlî -kuddise sirruh-, hakîkî ilmin bu iki ceşit ilmi cem etmeye bağlı olduğunu şu şekilde ifÂde etmektedir:
“Hakîkî Âlimler, yÂni peygamber vÂrisleri, zÂhirî ve bÂtınî ilimleri cem eden Âlimlerdir!”
CenÂb-ı Hak diğer bir Âyet-i kerîmede şoyle buyurur:
“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibÂdet eden, Âhiret azÂbından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkÂrcı gibi) midir? (Rasûlum!) De ki: Hic bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak selîm akıl sÂhipleri ibret ve oğut alır.” (ez-Zumer, 9)
Zemahşerî, bu Âyet-i kerîmenin tefsîrinde şoyle der:
“AllÂh TeÂl bilenler ifÂdesiyle tÂat ve ibÂdet eden kimseleri, bilmeyenler ifÂdesiyle de boyle olmayan kimseleri kasdetmiştir. Boylece kÂnitleri, yÂni tÂat ve ibÂdet edenleri Âlimler saymıştır ki bununla, ameli olmayanın gercek Âlim olmayacağına dikkat cekmektedir. Dolayısıyla bu Âyette ilimleri az olup sonra da itaat ve ibÂdette bulunmayan, hem de o ilimlerine aldanarak dunya husûsunda fitneye duşen kimseler icin buyuk bir ayıplama vardır. O hÂlde bunlar AllÂh katında cÂhil kimselerdir.” (KeşşÃ‚f, V, 156)
Âyet-i kerîmeler muktezÂsınca, “amel-i sÂlih” sÂhibi olup zÂhirî ve bÂtınî ilmimizi irfÂna donuşturebildiğimiz nisbette “zalûm” ve “cehûl” sıfatlarından kurtulmuş oluruz. YÂni bu mÂnevî hastalıkları tedÂvî etmek icin ilmî sermÂyenin yanında kalbî sermÂye de luzumludur.
Ayrıca yukarıdaki Âyet-i kerîmelerde AllÂh -celle celÂluhû-, insanın, ilÂhî esrÂr ve azametten gÂfil olarak yaşaması netîcesinde dûcÂr olacağı bedbahtlığı da bildirmektedir.
Mesnevî şÃ‚rihi TÂhiru ’l-Mevlevî, insanın yuklendiği bu mes ’ûliyetin ağırlığını şoyle dile getirir:
Eli boş gidilmez gidilen yere;
Rabbim, boş gelmedim ben suc getirdim!..
Dağlar cekemezken o ağır yuku;
İki kat sırtımda pek guc getirdim!..
İNSAN ACELECİDİR
AllÂh TeÂl insan psikolojisinin bu husûsiyetini şoyle beyÂn buyurmaktadır:
“İnsan, aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır…” (el-EnbiyÂ, 37)
“İnsan, hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan cok acelecidir!” (el-İsrÂ, 11)
İnsan hayrı istediği gibi, şerri de ister ve yaptıkları ile onu dÂvet eder. Bunun sebebi insanın pek aceleci olmasıdır. Sabır ve tahammul zor geldiği icin sonra olacak şeyin vaktinden once hemen olmasını taleb eder. Bu davranış ise zaman zaman istenmeyen bir netice ile sonuclanır. Nitekim Mecelle ’de: “Kim bir şeyi vaktinden evvel isti ’cÂl eyler ise mahrûmiyetle cezÂlandırılır.” YÂni bir şeyin vaktinden once acele olarak gercekleşmesini isteyen kimse, o şeyden mahrum edilmek sûretiyle cezaya dûcar kılınır, denilmiştir.
İnsanın aceleci vasfının bir tezÂhuru de onun kolay elde etme iştihÂsında olmasıdır. Zîr o Âhiret saÂdetini, dunyada yaşamak ister. Bu sebeple insanların bircoğu Âhireti bırakır da dunyaya meyleder. O buyuk Âhiret mukÂfÂtına ehemmiyet vermediği gibi o acıklı azÂbı da duşunmez. Aceleciliğinden dolayı hayır ve şerri birbirinden ayırmadığı icin Âkıbetini hesÂba katmaz. Âyet-i kerîmede insanın bu aldanışı şoyle beyÂn buyrulur:
كَلاَّ بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ اْلآخِرَةَ
“Hayır! Doğrusu siz Âcil olan dunya hayatını seviyorsunuz ve Âhireti bırakıyorsunuz.” (el-KıyÂme, 20-21)
Gercekten insan, ofkelendiği, bir sıkıntıya duştuğu ve gucluklerle karşılaştığı zaman, muhÂtaplarına cok ko­laylıkla beddu edebilmektedir. HÂlbuki bu zor ve guc durumlardan sabır ve me­tÂnetle kurtulmaya calışmak gerekir. Ancak aceleci yapısı ile insan, boyle durum­larda umitsiz ve kotumser bir hÂlet-i rûhiye icinde, bÂzen de teessurunun cokluğundan:
“AllÂh ’ım, cÂnımı al da, beni bu sıkıntıdan kurtar!” gibi sozlerle kendisi icin beddu eder ki, bunlar asl doğru değildir.
Enes -radıyallÂhu anh- şoyle anlatır:
“RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- son derece zayıflamış bir hastayı ziyÂret etti ve:
«–AllÂh ’a bir şey icin du ediyor muydun vey O ’ndan bir şey istiyor muydun?» diye sordu. Hasta şoyle cevap verdi:
«–Evet. AllÂh ’ım! Bana Âhirette vereceğin cezayı bu dunyada hemen peşin olarak ver, diye du ederdim.»
AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdu:
«–SubhÂnallÂh! Senin buna gucun yetmez. Şoyle du etseydin olmaz mıydı?: AllÂh ’ım! Bize dunyada da iyilik ver, Âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azÂbından koru!»
Bunun uzerine adam bu duÂyı yaptı ve şif buldu.” (Muslim, Zikir, 23/2688; Tirmizî, DeavÂt, 71/3487)
AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîslerinde şoyle buyurmuştur:
“Başına bir musîbet geldi diye hicbiriniz olumu temennî etmesin. Mutlaka boyle bir şey temennî etmek zorunda kalırsa: «AllÂh ’ım, benim icin yaşamak hayırlı olduğu surece beni yaşat, hakkımda olum hayırlı olduğu zaman da beni oldur.» desin.” (BuhÂrî, MerdÂ, 19; DeavÂt, 30; Muslim, Zikir, 10, 13)
Bundan dolayı mu ’minler, beddu etmemeli, sabır ve ihtiyat ile hayra nÂil olmak icin du etmeli, faydalı hizmetleri yapmaya calışıp hayra dÂvet etmelidir. Âyet-i kerîmede tavsiye buyrulduğu uzere:
“…Rabbimiz! Bize dunyada da iyilik, Âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azÂbından muhÂfaza eyle.” (el-Bakara, 201) diye niyazda bulunmalıdır.
İNSAN MENFAATİNE COK DUŞKUNDUR
İnsanın bu vasfını anlatan bir Âyet-i kerîmede şoyle buyrulmaktadır:
“İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona sevinirler. ŞÃ‚yet yaptıklarından oturu başlarına bir fenÂlık gelse, hemen umitsizliğe duşuverirler.” (er-Rûm, 36)
Aslında AllÂh ’ın lutuf ve rahmetiyle sevinmek men edilmemiş, aksine emredilmiştir.[1] Fakat bu sevincten maksat, nîmet vereni tanıyarak, hamd ve şukrunu idrÂk ederek sevinmektir. Burada ise nîmet vereni hesÂba katmayıp sadece nîmete guvenerek şımarıp hevÂlarına uyan kimselerin hÂli acıklanmaktadır. Nitekim Kur ’Ânî ifÂdeyle:
“…Sakın şımarma! Muhakkak ki AllÂh şımaranları sevmez.” (el-Kasas, 76) buyrulmaktadır. Boyle kimseler ibÂdet etseler bile, dunya menfaati icin ederler. Sırf nîmete guvendikleri icin kendi yaptıkları şeyler sebebiyle başlarına bir fenÂlık gelse derhal umitsizliğe duşerler. AllÂh ’ın rahmetinden tamamen umit keserler. Cunku teslîmiyetleri, BÂkî olan AllÂh ’a değil, fÂnî şeyleredir. İnsanın menfaat-perestliği Âyet-i kerîmede ne guzel tasvir edilir:
“İnsanlardan kimi AllÂh ’a (şuphe ve tereddut icinde) yalnız bir yonden kulluk eder: Kendisine bir iyilik dokunursa, buna pek memnun olur; bir de musîbete uğrarsa, cehresi deği­şir (dînden yuz cevirir). O, dunyÂsını da, Âhiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apacık ziyÂnın ta kendisidir.” (el-Hacc, 11)
Kimi insan da, nefsÂnî arzulardan kurtulamadığı icin kendi zÂviyesinden AllÂh ’a ibÂdet eder; gonulden ve icten gelerek değil, belli bir maksat icin gÂfilÂne bir şekilde dindarlık eder. Boyle kimselerde zikir dilde kalmış, kalb mahfazasına yerleşmemiştir. O kişi eğer kendisine bir iyilik gelirse sevinir, bir bel geldiğinde ise hakîkatten yuz cevirir.
İNSAN ALLAH'A KARŞI PEK NANKORDUR
Âyet-i kerîmede:
“Şuphesiz ki insan Rabbine karşı pek nankordur. Elbette buna kendisi de şÃ‚hittir.” (el-ÂdiyÂt, 6-7) buyrulmaktadır.
İsr Sûresi ’nde gecen şu Âyetler ise gÂfil insanın bu husûsiyetini canlı bir şekilde anlatarak, bu tiplerin rûh hÂllerinin icinde bulundukları şartlara gore nasıl değişkenlik arzettiğini şoyle ifÂde etmektedir:
“Denizde başınıza bir musîbet geldiğinde, O ’ndan başka butun yalvardıkları­nız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya cıkardığında, (yine eski hÂlinize) doner­siniz. İnsanoğlu cok nankordur. O ’nun, sizi karada yerin dibine gecirmeyeceğinden, yahut başınıza taş yağdırmayacağından emîn misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız. Yahut O ’nun, sizi bir kez daha oraya (denize) gonderip uzerinize bir kasırga yollayarak, inkÂr etmiş olmanız sebebiyle sizi boğmayacağından emîn misiniz? Sonra, bundan dolayı kendinize (intikÂmınızı almak icin) bizi arayıp soracak bir destekci de bulamazsınız.” (el-İsrÂ, 67-69)
Diğer bir Âyet-i kerîmede ise şoyle buyrulur:
“Fakat insan, Rabbi kendisini imtihan edip ikramda bulunduğu ve nîmet verdiği zaman «Rabbim bana ikram etti.» der. Onu imtihÂn edip rızkını daralttığında ise «Rabbim beni tahkir etti, onemsemedi.» der.” (el-Fecr, 15-16)
Yuce Rabbimiz kulunu, sabrı nisbetinde mukÂfÂtlandırmak uzere her an imtihan etmektedir. Bu esnÂda rızkı daraltılan, sıkıntılara mubtel olan pek cok insan, bunun ilÂhî hesapta bir kolaylık, Âhirette buyuk bir ecir olacağını, dolayısıyla ilÂhî bir ikram ve muhÂfaza olduğunu duşunmeden; “Rabbim bana hor baktı, beni kucumsedi” diye gucenir. Rabbinin uzerindeki nîmetlerini duşunemez hÂle gelir. Rızık az da olsa yine onun şukrunun ed edilmesi gerektiğini ve azın kıymetini bilmeyenin, coğun kıymetini de bilemeyeceğini idrÂk edemez. Rabbinin bunlar vesîlesiyle kendisini imtihan etmekte olduğunu aklına getirmez. HÂlbuki CenÂb-ı Hak:
“…Sizi bir imtihan olarak şerle de hayırla da deneriz...” (el-EnbiyÂ, 35) buyurmaktadır. İnsan bu durumun şuurunda olmazsa bu menfî duygular nihÂyette onu kufre kadar surukleyerek kendisini yaratan Yuce Rabbine karşı hasım hÂline bile getirebilir. Cunku onun nazarı fazîlete değil, dunyanın gelip gecen boş sevdÂlarına yonelmiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(AllÂh) insanı bir nutfeden yarattı. Bir de bakarsın ki o, Rabbine karşı acık bir hasım kesilmiştir!” (en-Nahl, 4)[2]
İNSAN HARİS VE CİMRİDİR
İnsanın cennetten cıkarılmasında buyuk payı olan bu mezmum sıfatlar, terbiye edilmediğinde dunya ve ukb hayatı icin en buyuk tehlikelerden biri hÂline gelir. Rabbimiz bu nevî sıfatların mu ’minde olmasını istememektedir. CenÂb-ı Hak bu hususta kullarını îkÂz ederek şoyle buyurur:
“Hayır! Doğrusu siz, yetîme ikrÂm etmiyorsunuz; yoksulu yedirmeye birbiri­nizi teşvîk etmiyorsunuz! Haram helÂl ayırmaksızın mîrÂsı hırsla yiyorsunuz. Malı aşırı derecede seviyorsunuz!” (el-Fecr, 17-20)
“Gercekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır. Kendisine fenÂlık dokunduğunda, sızlanır, feryÂd eder, ona imkÂn verildiğinde ise cimrileşir, pinti kesilir.” (el-MeÂric, 19-21)
“Gercekten insan dunya malına son derece duşkundur, onu cok sever.” (el-ÂdiyÂt, 8)
Âyet-i kerîmede dunya malı icin “hayr” tÂbirinin kullanılmasının sebebi, insan fıtratının ona meyletmesi, coğu insanın dunya menfaatinden dolayı onu mutlak hayır zannetmesidir ki, Âyette bu zan kotulenmiştir. YÂni insan, mal ve serveti mutlaka “hayır” sanarak sevdiği icin cimridir, eli sıkıdır. AllÂh icin o malın hakkını vermek, hayra sarfetmek, umûmun menfaatine hizmet etmek istemez, kıskanır. Onu kazanmak husûsunda cok guclu ve hırslı olurken, sıra o malın şukrunu odemeye gelince zayıflığını ileri surerek nankorluk eder ve infaktan kacınır. Kalem Sûresi ’nde AllÂh ’ın verdiği nîmetlere nankorluk edip şukrunu yerine getirmeyen bahce sÂhiplerinin dûcÂr oldukları hazîn Âkıbet, acıklı sahneler hÂlinde sergilenmektedir.[3] Bu kotu sıfatları taşıyanlar icin CenÂb-ı Hak şoyle buyurmaktadır:
“İnsanları arkadan devamlı ayıplayıp cekiştiren (humeze), yuzlerine karşı da onlarla alay etmeyi Âdet edinen (lumeze) her kişinin vay hÂline! O, malı toplar ve onu sayıp durur. Malının gercekten kendisini ebedî kılacağını sanır. Hayır, yemin olsun ki o Hutame ’ye atılacaktır.” (el-Humeze, 1-4)
“De ki «Eğer Rabbimin rahmet hazînelerine siz sÂhip olsaydınız, o zaman (dahî

İNSAN KISKANC VE HASETCİDİR
İnsan fıtratındaki mezmum sıfatların en tehlikelilerinden biri de kıskanclık ve hasettir. Âyet-i kerîmelerde şoyle buyrulur:
“…Nefsler kıskanclığa meyilli olarak yaratılmışlardır…” (en-NisÂ, 128)
“Yoksa onlar, AllÂh ’ın lutfundan verdiği şeylerden dolayı insanları kıskanıyorlar mı?..” (en-NisÂ, 54)
RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, hasetten sakındırarak onun zararını şoyle haber vermektedir:
“Haset etmekten sakının. Zîr haset, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir.” (Ebû DÂvûd, Edeb, 44)
CenÂb-ı Hak bu cirkin vasıftan kurtulmak icin infak ve îsÂra ehemmiyet vermek gerektiğini bildirerek şoyle buyurmaktadır:
“…Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte onlar felÂha erenlerin ta kendileridir.” (el-Haşr, 8)
İNSAN ZAYIF YARATILMIŞTIR
AllÂh TeÂl diğer mahlûkÂtı doğumlarından kısa bir sure sonra hemen hayata intibak edebilecek ve kendi başına yaşayabilecek bir kuvvette yarattığı hÂlde, insanı uzun bir muddet başkalarının bakımına ve muhÂfazasına muhtac, Âciz ve zayıf bir durumda yaratmıştır. Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“AllÂh sizi once zayıf olarak yarattı, zayıflığın ardından size kuvvet verdi, kuvvetin ardından da tekrar bir zayıflık ve ihtiyarlık verdi...” (er-Rûm, 54)
İnsan, guclu kuvvetli olduğu genclik donemine aldanarak AllÂh ’a karşı isyana dalmamalıdır. Zîr bu kuvvetin ardından muhakkak bir za ’fiyet ve tukeniş donemi gelecektir. İhtiyarlıkta duyulan pişmanlık ise elden kacırılan fırsatları geri getirmeyecek, rûhun hasret ve ıztırÂbını dindiremeyecektir. İnsanın bu hazîn Âkıbeti Âyet-i kerîmede şoyle bildirilmektedir:
“Ki­me uzun bir omur ve­rir­sek, biz onun ya­ra­tı­lı­şı­nı (guc ve kuv­ve­ti­ni ala­rak) ter­si­ne ce­vi­ri­riz. Hic (bu man­za­ra­yı) du­şun­mu­yor­lar mı? (Bu ib­ret­li yol­cu­lu­ğu id­rÂk et­mi­yor­lar mı?)” (Y­sîn, 68)
Fizyolojik yapısı itibÂriyle bircok za ’fiyet taşıyan insan, aslında psikolojik yonden daha buyuk bir za ’fiyet icindedir. Bu iki yone de işÃ‚ret eden Âyet-i kerîmede:
“…İnsan zayıf yaratılmış­tır.” (en-NisÂ, 28) buyrulmaktadır.
CenÂb-ı Hak insanın irÂde, hÂfıza ve azim yonunden zayıflığını Hazret-i Âdem -aleyhisselÂm- ’ın şahsında şoyle ifÂde eder:
“Şuphesiz daha once Âdem ’le (yasak ağactan yememesi husûsunda) ahitleşmiştik, fakat o bunu unuttu. Biz onu fazla azimli bulamadık.” (TÂhÂ, 115)
Nitekim “insan” kelimesinin iki ayrı kokten muştak olduğu soylenir. Birincisi, unutma mÂnÂsındaki “nisyan”dır. Âyet-i kerîmede ifÂde edildiği gibi Hazret-i Âdem -aleyhisselÂm- AllÂh ile yapmış olduğu ahdi unutmuştur. İkincisi ise “unsiyet”tir ki, insan bulunduğu yere cabucak alışır, ulfet eder ve Âdeta o yerin rengine boyanır.
AllÂh TeÂl ’nın, bircok Âyet-i kerîmede zayıflık ve acziyetinden bahsettiği insanoğlunun kibirlenip boburlenmesini gerektirecek hicbir sebep olamaz. Ustelik CenÂb-ı Hak insanı sevimli ve hoş gorunumlu bir alın teri veya goz yaşından değil de atılmış değersiz bir sudan yaratmıştır. Bu yuzden ona yakışan, Yaratıcı ’sının sonsuz kudreti karşısında acziyet ve hicliğini idrÂk etmesidir. Nitekim insan, bu hususta şoyle îkÂz edilmiştir:
“Yeryuzunde boburlenerek dolaşma! Cunku sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrÂ, 37)
İnsanda kulluk temÂyulu fıtrîdir. Bu bakımdan ya nefsÂnî temÂyullerine, yÂni dunyevî menfaatlerine, ya da Rabbine kul olacaktır. Rabbine lÂyıkıyla kul olabilmesi icin de nefs engelini aşması lÂzımdır. Bunun icin Elest Bezmi ’ndeki: “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” ahdine sÂdık kalması îcÂb eder.
Rûh, Rabbiyle bu ahdi gercekleştirirken herşey ayÂn idi. Melekleri goruyor, azamet-i ilÂhiy­eyi kolayca seyrediyordu. LÂkin and veren bu rûh, -hadîs-i şerîfte ifÂde edildiğine gore- ana karnına 120. gunde ufurulunce, beş duyunun esÂretine girdi. Nefs engeli ile karşılaştı. LetÂfetten kesÂfete burunerek perdelendi. Ancak ona bu kesÂfetten kurtuluşun yolu da gosterildi. İnsan bu beş duyusunu, AllÂh ’ın ihsÂn ettiği mÂnevî istîdÂdlarla ve O ’nun arzu ettiği istikÂmette tezkiye etmesi ile nefs engelini aşmış olur. Beş duyunun istikÂmete girmesi ise, ancak kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesi ile mumkundur. Bunun sonunda kesÂfet azalır, letÂfet artar ve kalb, hakîkatleri alıcı hÂle gelir.
“(Âdem ’e) şekil verdiğim ve ona rûhumdan uflediğim zaman!..” (el-Hicr, 29) Âyetinde beyÂn edilen rûh, “emir Âlemi”nden gelen rûh-i sultÂnîdir. FÂnî olan cesedin icine girmiştir. Hazret-i MevlÂn CelÂleddîn-i Rûmî, bu rûh-i sultÂnînin ce­sedin icinde kaybolmaması ve cesede hÂkim olması icin şu misÂli verir:
“Ayran icinde yağ, nasıl gizli ve gorunmez bir hÂldeyse, ceseddeki rûh da oyledir.”
“Yağın meydana gelmesi icin, ayranın dovulmesi lÂzımdır.”
“Tıpkı bunun gibi, sultÂnî rûhun da, bedeni, yÂni cesedi kontrol altına alması icin mucÂhede, riyÂzÂt ve birtakım mahrûmiyetlere sabretmesi şarttır.”
Kalbin; kesÂfetten, yÂni suflî duny lezzetlerinden kurtulup letÂfete kavuş­ması, ilÂhî duygularla dolu olması zarûrîdir. Aksi hÂlde mÂrifetullÂha vÂsıl olmak mumkun de­ğildir. Merhûm Necip FÂzıl, bu kalbî hakîkati bir yakarış hÂlinde ne guzel ifÂde eder:
Bende sıklet, Sen ’de letÂfet...
AllÂh ’ım, affet!
Latîf ’ten af bekler kesÂfet...
AllÂh ’ım, affet!
Etten ve kemikten kıyÂfet...
AllÂh ’ım, affet!
Dipnotlar:
[1] Bkz. Yûnus, 58.
[2] Ayrıca bkz. YÂsîn, 77.
[3] Bkz. el-Kalem, 16-33.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-1, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan