Emr-i bi ’l-mÂruf vazifesi, CenÂb-ı Hakk ’a olan îmÂnımızın ve muhabbetimizin testidir. Cunku Rabbimiz, gercek mu ’minleri; “Mallarıyla ve canlarıyla cenneti satın aldılar.” diyerek methetmektedir. (Bkz. et-Tevbe, 111) Bu sebeple; emr-i bi ’l-mÂruf hizmeti, îmÂnımızın gucunu ifade etmektedir.SahÂbe-i kiram; bu îman gucuyle, hidÂyet bayrağını, Efendimiz ’den devraldı, ufuklara taşıdı. TÂ Cin ’e, Semerkant ’a, Kayravan ’a, Afrika ’nın iclerine kadar hidÂyet ve irşad yolculuklarına cıktı. ZÂlim kralların karşısında ve cellÂtların onunde RasûlullÂh ’ın davet mektubunu cesurca okudular, hicbir tehlikeyi umursamadılar. Karşılaştıkları bircok muşkilÂtlar ve engeller, tebliğlerine mÂni olamadı.
SahÂbîler, fethedilen beldelere gidip yerleştiler.
Ved Haccı ’na katılan 120.000 sahÂbîden ancak 20.000 kadarı kendi beldelerinde kaldı. 100.000 sahÂbî; cihad, tebliğ ve hidÂyetlere vesile olma aşkıyla gittikleri beldelerde medfundurlar.
Peygamber Efendimiz; o sahÂbîlerin hidÂyetine nasıl gayret ettiyse onlar da, gittikleri beldede irşÃ‚da ve tebliğe butun imkÂnlarını bezlettiler. Gonul fatihleri ve kalp mimarları oldular. Onların talebelerine de tÂbiîn dendi.
Onlar da kendilerinden sonraki nesli yetiştirdi. Onlara da tebe-i tÂbiîn denildi.
İslÂm dunyası; bugunku Hindistan ’dan Fas ’a, Afrika ’nın iclerinden Orta Asya ’ya geniş hudutlarına bu fedÂkÂr gayretlerle ulaştı. Tarihte nice hızlı ve buyuk istîlÂlar gercekleşmiş fakat kısa bir sure icinde tesirini kaybetmiştir. Fakat İslÂm futuhÂtı, kalıcı ve devamlı oldu. Cunku o; toprakların ve kalelerin değil, gonullerin fethiydi.
Benim Yuzumden Mi Duzelmedi? Onlar insanlığın hidÂyeti icin buyuk bir iştiyak ve mes ’ûliyet hissediyorlardı.
Tebe-i tÂbiînden Abdullah bin MubÂrek Hazretleri ’nin şu kıssası buna ne guzel bir misaldir:
Hazret, kotu huylu bir kimseyle yolculuk yapmıştı. Seyahatleri bitip ayrıldıklarında, Abdullah bin MubÂrek -rahmetullÂhi aleyh- icli icli ağlamaya başladı. Bu hÂle şaşıran dostları;
“–Neden ağlıyorsun? Seni bu kadar mahzun eden şey nedir?” diye sordular.
O mubÂrek Hak dostu, derin bir ic cekti ve nemli gozlerle;
“–O kadar yolculuğa rağmen beraberimde bulunan arkadaşımın kotu hÂllerini duzeltemedim. O bîcÂrenin ahlÂkını guzelleştiremedim. Duşunuyorum ki; acaba benim bir noksanlığımdan oturu mu ona faydalı olamadım? Şayet o, benden kaynaklanan bir hatadan dolayı istikamete gelmediyse, yarın hÂlim nice olur!..” dedi ve boğazında duğumlenen hıckırıklarla ağlamaya devam etti.
Kusur İşlediğimi Nasıl Anlarım? Fudayl bin IyÂz -rahmetullÂhi aleyh- der ki:
“AllÂh ’a itaatte bir kusur ettiğimi, hizmetcimin ve merkebimin huyunun değişip (bana itaatsizlik etmeye başlamalarından) anlarım.”
Onlar, bu derecede hassas idiler. Ya bizler?
Mu ’minlerin derdiyle dertlenmek ve onların Âhirette duşme ihtimalleri bulunan sû-i Âkıbet sebebiyle mahzun olmak, Hak dostlarının fÂrikalarındandır.
Nitekim, BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri; zamanın en yuksek mÂnevî derecesinin, Ebû Hafs adında bir demirciye verildiğini oğrenince gidip onu tanımak, kendisini bu nÂiliyyete vÂsıl eden husûsiyeti oğrenmek istedi.
Yanına vardığında, onun;
“Ummet-i Muhammed ’in hÂli ne olacak?” diye gozyaşlarıyla inleyen, rakîk gonullu, şefkatli bir mu ’min olduğunu gordu. Peygamberimiz ’in ahlÂkından hisse almaya calışarak; «Ummetî!.. Ummetî!..» diyen bir rahmet insanı olduğunu gordu.
Aynı mes ’ûliyet ve cırpınış, Omer bin Abdulazîz -rahmetullÂhi aleyh- ’te de vardı. Hanımı FÂtıma, onun ummet-i Muhammed ’in derdiyle nasıl dertlendiğini şoyle anlatır:
“Bir gun Omer bin Abdulaziz ’in yanına girdim. NamazgÂhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gozyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona;
«–Nedir bu hÂlin?» diye sordum. Şoyle cevap verdi:
«–YÂ FÂtıma! Bu ummetin en ağır yukunu omuzlarımda taşıyorum. Ummet icindeki; aclar, fakirler, hasta olup da ilÂc bulamayanlar, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, kufur ve gurbet diyarındaki musluman esirler, ihtiyaclarını karşılayabilmek icin calışma tÂkatinden kesilmiş muhtac yaşlılar ve aile efrÂdı kalabalık fakir aile reisleri beni huzne gark ediyor. Yakın ve uzak diyarlardaki boyle mu ’min kardeşlerimi duşundukce yukumun altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gununde; Rabbim bunlar icin beni sorguya cekerse, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bunlar icin bana itÂb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!.»” (İbn-i Kesîr, el-BidÂye, IX, 208)
Hanımı FÂtıma devamla der ki:
“Onun ibÂdeti sizlerinki kadardı. LÂkin gece yatakta Allah korkusunu ve kıyÂmet hesabını tefekkurden oyle bir hÂle gelirdi ki, haşyetullah ile kalbi carpmaya başlardı. Sanki suya duşmuş yahut avuc icine alınmış bir kuş gibi cırpınırdı. Ben de onun bu hÂline dayanamayıp yorganı ustune orterdim ve kendi kendime;
«Keşke idarecilik mes ’ûliyeti bize tevdî edilmeseydi, keşke o vazifeyle aramızdaki uzaklık, guneşle dunya arasındaki mesafe kadar olsaydı.» derdim.”
Bu dertleniş ve mes ’ûliyet; onları dÂim ictimÂîleştirdi, dÂim mu ’min kardeşleri icin fedÂkÂrlığa sevk etti.
Bugun Suriye, Yemen, Mısır ve Gazze gibi İslÂm beldeleri; zÂlimlerin zulmu ile birer mÂtem ulkesi hÂline geldi.
AshÂb-ı kirÂmın ve Hak dostlarının, mu ’minlerin dertleriyle nasıl dertlendiğini, mazlumların ızdırÂbını nasıl paylaştığını duşunduğumuzde, bizim hÂlimizi muhasebe etmemiz gerekmez mi?
Şu perişan mÂtem ulkelerinin hÂli bizi ne kadar duygulandırıyor?
Vicdanımızı sızlatıp, ihtilÂclara sevk ediyor mu?
Bu muhasebe; aynı zamanda bizim merhametimizin olcusudur, merhametimizin test edilmesidir.
Toprağına; kardeşlik, muhabbet, şefkat ve merhamet tohumları ekilmeyen memleketler, istikbÂlin mÂtem ulkeleri olmaya mahkûmdur.
Acaba merhametimiz; o mÂtem ulkeleri icin bir rahmet demeti ve bir merhamet fidanı olarak, mahrum ve muhtaclara uzanabiliyor mu? O muhtaclar icin, şefkat ciceklerine yahut yardım meyvelerine donuşuyor mu? Vicdanımızdan taşan fedÂkÂrÂne ikramlar, onları bir nebze ferahlatabiliyor mu?
Oralarda; o zulumler ve cileler altında, oz kardeşimiz, bir evlÂdımız yahut bir akrabamız olsa gonul durumumuz nasıl olurdu?.. Ondan haber alamadığımızda hÂlimiz nice olurdu? Onu kurtarmak icin elimizden gelen ne varsa yapmaz mıydık?..
Îman kardeşliği de bizi aynı hissiyÂta ve aynı derecede gayrete sevk etmeli değil midir?
Yapabileceğimizin en azı, asgarî seviyesi olarak, hic değilse duÂlarımızda o mazlum kardeşlerimiz, ne kadar var? Onlar icin Rabbimiz ’e niyaz ediyor muyuz?
Bugun zulum altındaki nice topraklar ve memleketler, dun Osmanlı toprağıydı, bizim yurdumuzdu, bizim vatanımızın bir parcasıydı. Bu hakikat de bize, bir başka mes ’ûliyet daha yuklemektedir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hidayetlere Vesile Olmak, Yuzakı Yayıncılık


İslam ve İhsan
EMRİ BİL MARUF NEHYİ ANİL MUNKER YAPAN KİŞİLERİN BİLMESİ GEREKEN HADİS