
İmanı aşkla yaşayabiliyor muyuz? İşte tum Muslumanlara ornek; imanı aşkla yaşayanlar.Îman; aklın nûru, şuurun cilĂ‚sı ve kalbî duyguların Ă‚hengidir. Bu fĂ‚nî Ă‚lemden ebedî Ă‚leme saĂ‚detle geciş, ancak îman rehberliği ile mumkundur.
Îman rehberleri ise; peygamberler, ilĂ‚hî kitaplar ve onların gosterdiği istikĂ‚met uzere kalbî hayatlarını tanzîm eden Hak dostlarıdır. TĂ‚rih boyunca peygamberler, velîler ve sĂ‚lihler, ancak îman vecdiyle yaşanabilecek fazîlet tezĂ‚hurlerinin canlı misalleri olmuşlardır.
Îman, ilĂ‚hî bir lûtuf; imtihan, îmĂ‚nın sıhhat derecesini olcen bir miyĂ‚r, mu ’minden beklenen sabır ve teslîmiyetle îmĂ‚nı muhĂ‚faza ise, ilĂ‚hî mukĂ‚fĂ‚tlara nĂ‚iliyetin bedeli mesĂ‚besindedir. YĂ‚ni Hak TeĂ‚lĂ‚, lûtfettiği îman nîmetinin yuceliğini ve değerini idrĂ‚k ettirmek icin, kullarından Ă‚deta bir bedel taleb etmektedir.
“AllĂ‚h, mu ’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111) Ă‚yet-i kerîmesi de, bu hakîkatin bĂ‚riz bir ifĂ‚desidir.
Dolayısıyla, rızĂ‚-yı ilĂ‚hîyi kazanmak icin, Hakk ’ın istediği bedelleri (can, mal-mulk vesĂ‚ireyi) seve seve O ’nun yolunda fedĂ‚ etmek, îmĂ‚nın kemĂ‚line vesîledir.
Hayat imtihĂ‚nının butun meşakkat ve zorluklarını rızĂ‚ ve teslîmiyetle aşarak AllĂ‚h ve Rasûlu ’nun yolunda yurumek, mu ’minlerin en muhim îman şiĂ‚rıdır. Her mu ’min, îman nîmetinin bedelini Hak TeĂ‚lĂ‚ ’ya odemek mecbûriyetindedir. ZîrĂ‚ bedeli odenmeyen bir şeye sĂ‚hiplik iddiĂ‚sına kalkışmak veya odenmeyen bir bedelin karşılığını talep etmek, abesle iştigaldir.
Mu ’minin îman zirvelerine doğru irtifĂ‚ kazanması; amel-i sĂ‚lih dediğimiz, AllĂ‚h rızĂ‚sını gĂ‚ye edinen niyet, ibĂ‚det ve davranış guzellikleriyle yaşamasına bağlıdır. Bu yuzden Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de ve hadîs-i şerîflerde îman ve amel-i sĂ‚lih, umûmiyetle birlikte zikredilmiştir. Îman, kuru bilgiler ve nazariyĂ‚t ile değil, duyulup hissedilen, kalbe nakşedilen ve netîcede davranışlara aksettirilen hakîkatler ile yaşanır. Âlemdeki ilĂ‚hî kudret akışlarını tefekkur ve ibĂ‚detleri lĂ‚yık olduğu kalbî kıvĂ‚m ile edĂ‚ edebilme neticesinde mu ’min, îmĂ‚nın gercek hazzını tadar ve hayatında fazîlet dolu sayısız tecellîlere mazhar olur.
Îman, butun ibĂ‚detlerden ustundur. ZîrĂ‚ ibĂ‚detler, ancak îmĂ‚n ile kĂ‚imdir. İbĂ‚detler, muayyen bir zaman icinde îfĂ‚ edilir. Amellerin en fazîletlisi olan namaz dahî, gunde beş vakit farzdır. Îman ise, dĂ‚imî olarak farz olduğundan, onu her an kalbimizde zinde tutmamız îcĂ‚b eder. Bu sebeple de kalbi gaflete duşuren her turlu mĂ‚sivĂ‚ tuzaklarından sakınmamız ve Ă‚deta mĂ‚nevî bir zırh mesĂ‚besinde olan amel-i sĂ‚lihlerle îmĂ‚nımızı muhĂ‚faza altına almamız zarûrîdir.
Îman cevheri, mu ’minin en kıymetli sermĂ‚yesidir. Âyet-i kerîmelerde, apacık bir duşmanımız olduğu beyĂ‚n edilen şeytan, aveneleriyle birlikte, her fırsatta ceşitli hîle ve vesveselerle mu ’min gonullerden îman cevherini calmaya calışmaktadır. Bu bakımdan kalben teyakkuz hĂ‚linde bulunarak îmĂ‚nımıza buyuk bir aşk ve şevk ile sarılmak ve sĂ‚lih amellerle onu sarsılmaz bir sûrette muhĂ‚faza altına almak en muhim vazîfemizdir.
Îman cevherini saf ve parlak bir ayna gibi Hakk ’ın tecellîlerine mĂ‚kes kılabilmek icin “zikrullĂ‚h”a ihtiyac vardır. ZikrullĂ‚h ise, “AllĂ‚h” lĂ‚fzının kalp mahfazasına aşk ve şevkle nakşedilmesidir. Bu sĂ‚yede kalpten mĂ‚sivĂ‚ ve gaflet pası silinir, kalp tam bir huzur ve itmi ’nĂ‚na erdiği icin îmĂ‚nın gercek hazzı tadılır.
Bu mĂ‚nevî olgunluğa eren mubĂ‚rek ve has kulların îman neşvesi, cumle fĂ‚nî haz ve lezzetleri aşmıştır. Ote yandan dunyĂ‚ya Ă‚it butun cile ve ıztırapların yakıcı elemleri de onların nazarında Ă‚deta bir hic hĂ‚line gelmiştir.
ÎmĂ‚nı bizlere oğreten Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in ve bu nîmetin gunumuze kadar ulaşmasında hizmeti gecen sĂ‚lih mu ’minlerin, bu uğurdaki sabır, sebat, metĂ‚net, firĂ‚set, fedĂ‚kĂ‚rlık ve azimlerini gosteren sayısız misallerden bĂ‚zılarını birlikte mutĂ‚laa edelim:
İMANI AŞKLA YAŞAYANLAR
Peygamberimizin Selim Sıfatı RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, henuz on iki yaşında bir cocuk iken kendisine RĂ‚hip Bahîra ’nın:
“–Yavrum, LĂ‚t ve UzzĂ‚ hakkı icin soruyorum, cevap ver!” demesi uzerine;
“–LĂ‚t ve UzzĂ‚ adına yemin ederek bana bir şey sorma! VallĂ‚hi ben, bunlardan nefret ettiğim kadar hicbir şeyden nefret etmem!” demiştir.[1]
Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz, kucuk yaşlarda bile selîm fıtratıyla putlardan ve îmansızlıktan uzak durmuştur. Nubuvvetten sonra îmĂ‚nın tebliğ, tĂ‚lim ve aşkla yaşanması husûsunda gosterdiği mustesnĂ‚ azim ve gayret ise, her mu ’minin mĂ‚lûmu olan bir hakîkattir.
Sihirbazların Firavun ’a Cevabı Firavun ’un Tanrılık iddiĂ‚sını reddeden ve onun tahammul ustu eziyetleri karşısında:
“–Senin zulmun dunyĂ‚ya Ă‚ittir, sen hukmunde ve davranışlarında serbestsin, nasıl olsa bizler Rabbimiz ’e donduruleceğiz!” diyerek îman cesĂ‚retiyle meydan okuyan sihirbazlar, Firavun ’un emriyle elleri ve kolları capraz kestirilip hurma dallarına asılmadan once, beşerî bir acziyet gosterip îman zaafına duşme endişesiyle ellerini semĂ‚ya kaldırmışlar:
“...YĂ‚ Rabbi! Uzerimize sabır yağdır; canımızı Musluman olarak al!” (el-A ’rĂ‚f, 126) diyerek CenĂ‚b-ı Hakk ’a ilticĂ‚ etmişler ve ardından şehĂ‚detin lĂ‚hûtî hazzı icerisinde Rab ’lerine kavuşmuşlardır.
Musluman İseviler Samîmî birer Musluman olan ilk Îsevîler de, sirklerde arslanların dişleri arasında îmanlarını muhĂ‚faza etmişler ve onlar da şehĂ‚det şerbetini aşk ile icmişlerdir.
AshĂ‚b-ı Uhdûd Kıssası ÎmĂ‚nı aşkla yaşayan kahramanların başında gelen diğer bir grup da, “AshĂ‚b-ı Uhdûd”un diri diri ateşe attıkları mu ’minlerdir. MilĂ‚dî dorduncu asırda Yemen ’e hĂ‚kim olan Yahûdî Zû NuvĂ‚s, o zamanlar tevhîd inancına bağlı Hristiyanlar olan Necran ahĂ‚lîsini, îtikadlarını değiştirmeye zorlamış, halk direnince de bircok insanı ateş dolu hendeklere attırarak diri diri yaktırmıştır. Bu şekilde oldurulenlerin sayısının yirmi bin kadar olduğu nakledilmektedir.
Bu zĂ‚limler, mu ’minleri yakmak icin hendekler (uhdûd) kazıp ateş yaktıkları icin “AshĂ‚b-ı Uhdûd” diye isimlendirilmişlerdir. Fakat kalplere nakşolan ve orada ebediyyen karar kılan îmĂ‚nı bu şekilde yok etmeye calışanlar başarılı olamamış, bilĂ‚kis AllĂ‚h ’ın kahır ve azĂ‚bına uğrayarak mağlup ve perişan olmuşlar, sonsuza dek lĂ‚netlenmişlerdir. CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“(Mu ’minleri yakmak uzere) o tutuşturulmuş ateşle dolu hendekleri hazırlayan AshĂ‚b-ı Uhdûd, lĂ‚netlenmiştir.” (el-Burûc, 4-5)
İslam ’ın İlk Kadın Şehidi Asr-ı SaĂ‚det ’te îmĂ‚nı aşkla yaşayarak “İslĂ‚m ’ın İlk Şehîdesi” unvĂ‚nına nĂ‚il olan bahtiyar hanım sahĂ‚bî, Hazret-i Sumeyye HĂ‚tun ’dur. Onceleri eline bir iğnenin batmasından dahî son derece cekinip korkan Hazret-i Sumeyye -radıyallĂ‚hu anhĂ‚-, îmĂ‚nın ulvî hazzını tattıktan sonra, muşriklerin kızgın demirlerle vucûdunu dağlamalarına rağmen buyuk bir tahammul gostermiş, îmĂ‚nından aslĂ‚ tĂ‚viz vermemiştir. Vahşî işkencelere mĂ‚ruz kaldıktan sonra, bir ayağı bir deveye, diğer ayağı da başka bir deveye bağlanarak canavarca parcalanmış, fecî bir şekilde şehîd edilmiştir. Kocası Hazret-i YĂ‚sir de yaşlı ve zayıf bir kimse olmasına rağmen tahammul otesi bir sabır gostermiş, nihĂ‚yetinde o da şehĂ‚det şerbetini icmiştir. Boylece YĂ‚sir Ă‚ilesi -radıyallĂ‚hu anhum- İslĂ‚m ’ın ilk şehîdleri olmuşlardır.[2] Îmanlarının bedelini, onu aşkla yaşayarak odemişlerdir.
Allah Birdir Hazret-i BilĂ‚l -radıyallĂ‚hu anh- da, azgın ve gozu donmuş muşriklerin ağır işkenceleri altında Ă‚deta bir pelteye donmuş olan vucûdundan kanlar akarken bile dĂ‚imĂ‚; «Ehad, ehad, ehad: AllĂ‚h birdir, AllĂ‚h birdir, AllĂ‚h birdir…» diyerek tevhîdi tebliğ ediyor, acı ve ıztıraptan ziyĂ‚de, îmĂ‚nın ulvî zevkini tatmış bir gonulle likàullĂ‚h hazzını yaşıyordu.[3]
Sahabeye Yapılan İşkenceler Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh-, hilĂ‚feti doneminde, ilk Muslumanlardan olan HabbĂ‚b bin Eret -radıyallĂ‚hu anh- ’a:
“–AllĂ‚h yolunda cektiğin işkenceleri bize biraz anlatır mısın?” demişti.
Bunun uzerine Hazret-i HabbÂb:
“–Ey mu ’minlerin emîri, sırtıma bak!” dedi. Onun sırtına bakan Hazret-i Omer:
“–Omrumde boylesine harap edilmiş bir insan sırtı hic gormemiştim.” diyerek hayretler icinde kaldı. HabbĂ‚b -radıyallĂ‚hu anh- şoyle devĂ‚m etti:
“–KĂ‚firler ateş yakarlar ve beni elbisesiz olarak uzerine yatırırlardı. Ateş, ancak sırtımdan eriyen yağlarla sonerdi.”[4]
Muşrikler ateşte kızdırdıkları taşları Hazret-i HabbĂ‚b ’ın sırtına yapıştırırlar ve işkencenin şiddetinden mubĂ‚rek sahĂ‚bînin etleri dokulurdu. Buna rağmen yine de kĂ‚firlerin istedikleri sozleri soylemezdi. (İbn-i Esîr, Usdu ’l-GĂ‚be, II, 114)
ZîrĂ‚ îmĂ‚nın lûtfettiği “vuslat” heyecĂ‚nı, butun dunyevî ıztırapları bertarĂ‚f ediyordu.
HabbĂ‚b bin Eret -radıyallĂ‚hu anh- şoyle anlatır:
Bir gun Allah Rasûlu, KĂ‚be ’nin golgesinde iken, yanına varıp kendisine muşriklerden gorduğumuz işkenceleri şikĂ‚yet tarzında anlattık. Ardından da bu işkencelerden kurtulmamız icin Allah ’tan yardım dilemesini taleb ettik.
O da bize şoyle buyurdu:
“Sizden evvelki nesiller arasında, yakalanıp bir cukura konan, sonra testere ile baştan aşağı ikiye bolunen ve demir taraklarla etleri tırmıklanan, fakat yine de dîninden donmeyen mu ’minler olmuştur. AllĂ‚h ’a andolsun ki, O, bu dîni tamamlayacak, hĂ‚kim kılacaktır. O derecede ki, bir kişi, Allah ’tan ve koyunlarına kurt saldırmasından başka bir korku duymaksızın, San ’a ’dan Hadramut ’a kadar emniyet icinde gidip gelebilecektir. Ne var ki siz sabırsızlanıyorsunuz!..” (BuhĂ‚rî, MenĂ‚kıbu ’l-EnsĂ‚r 29, MenĂ‚kıb 25, İkrĂ‚h 1; Ebû DĂ‚vûd, CihĂ‚d 97/2649)
Suheyb Kazandı! İslĂ‚m duşmanları, Hazret-i Suheyb -radıyallĂ‚hu anh- ’ı da bayıltıncaya kadar doverlerdi. Bu işkenceler hicrete kadar devĂ‚m etti. NihĂ‚yet Suheyb -radıyallĂ‚hu anh-, Peygamber Efendimiz ’den sonra Medîne ’ye hicret etmek maksadıyla yola cıktı. Mekkelilerden bĂ‚zıları arkasından yetişerek:
“–Sen buraya fakir ve zayıf bir kimse olarak geldin. Aramızda bol servete kavuştun! Sonunda kendinle birlikte servetini de alıp gitmek istiyorsun ha! VallĂ‚hi buna musĂ‚ade etmeyiz!” dediler.
Suheyb hemen hayvanından yere indi. Sadağındaki okları cıkardı ve:
“–Ey Kureyş cemaati! İyi bilirsiniz ki, ben sizin en iyi ok atanlarınızdan biriyim. VallĂ‚hi yanımda bulunan okların hepsini uzerinize atar, bitince de kılıcımı cekerim. Bunlardan birisi elimde bulundukca bana yaklaşamazsınız. Ancak onlar elimden cıktıktan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Şimdi, servetimin yerini haber verip onu size terk edersem yolumu acar, beni serbest bırakır mısınız?” dedi.
Muşrikler, teklifi kabûl ettiler. Bunun uzerine Suheyb -radıyallĂ‚hu anh-, servetinin yerini onlara bildirerek yoluna devĂ‚m etti. Rebîulevvel ayının ortalarında KubĂ‚ ’ya varıp RasûlullĂ‚h ’a kavuştu.
Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- onu gorunce tebessum etti ve onun îmĂ‚nı uğruna butun servetini fedĂ‚ etmesini îmĂ‚ ederek:
“Suheyb kazandı! Suheyb kazandı! Ey Ebû YahyĂ‚! Satış kĂ‚rlı oldu! Satış kĂ‚rlı oldu!” buyurdu.[5]
RivĂ‚yete gore bu hĂ‚dise uzerine şu Ă‚yet-i kerîme nĂ‚zil oldu:
“İnsanlardan oyleleri de vardır ki, AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sını kazanmak icin kendini (ve malını) fedĂ‚ eder. AllĂ‚h da kullarına karşı şefkatlidir.” (el-Bakara, 207)
İşkenceden Gozleri ÂmĂ‚ Olan Hanım Sahabi Zinnîre HĂ‚tun da muşrikler tarafından bin bir ezĂ‚ ve cefĂ‚ goren hanım sahĂ‚bîlerdendi. Ebû Cehil ’in yaptığı işkenceler yuzunden Ă‚mĂ‚ olmuştu.
Ebû Cehil ona:
“–Gordun mu? LĂ‚t ve UzzĂ‚ senin gozunu kor etti!” dedi.
Zinnîre HĂ‚tun:
“–Hayır! VallĂ‚hi, benim gozumu kor eden onlar değildir. LĂ‚t ve UzzĂ‚, bana ne fayda ne de zarar verebilir. Benim Rabbim, gozumu geri vermeye kĂ‚dirdir!” dedi.
Ruhları ebediyyen karanlığa gomulu olan muşrikler, sabah olduğunda, AllĂ‚h ’ın lûtfuyla Zinnîre HĂ‚tun ’un gozlerinin iyileşmiş olduğunu gorerek şaşkına donduler.[6]
Sahabenin Gorduğu İşkenceler İlk Muslumanlardan daha niceleri boyle cile ve ıztıraplar icinde idi. Âmir bin Fuheyre, Ebû Fukeyhe, MikdĂ‚d bin Amr, Ummu Ubeys, Lubeyne HĂ‚tun, Nehdiye HĂ‚tun ve kızı gibi, Peygamber Efendimiz ’in guzîde ashĂ‚bı, akla hayĂ‚le gelmedik işkencelere mĂ‚ruz kalmışlardı. Muşrikler onları, ayaklarından zincirle bağlayıp elbisesiz bir hĂ‚lde surukleyerek, sıcağın en şiddetli olduğu saatlerde cole cıkarırlar, uzerlerine buyuk kaya parcaları koyarlar, şuurlarını kaybedip ne soylediklerini bilmez hĂ‚le getirinceye kadar onlara işkencenin her turlusunu tatbîk ederlerdi. Boğazlarını sıkarlar ve olduklerini zannedinceye kadar bırakmazlardı.[7]
AshĂ‚b-ı kirĂ‚m, işte bu tahammul otesi işkence ve zulumler altında îmanlarını korudular, bu ilĂ‚hî nîmetin bizlere kadar ulaşması icin malları ve canları pahasına gayret sarf ettiler. ZîrĂ‚ onlar, İslĂ‚m nîmetinin azametini gercek mĂ‚nĂ‚da idrĂ‚k hĂ‚linde idiler. Boylece her iki dunyĂ‚da da ilĂ‚hî izzetin kapısını aralamasını bildiler. FĂ‚nî omurleri:
“Ey îmĂ‚n edenler! Allah ’tan, O ’na yaraşır bir takvĂ‚ ile korkun ve ancak Musluman olarak can verin!” (Âl-i İmrĂ‚n, 102) emr-i ilĂ‚hîsi muhtevĂ‚sında nihĂ‚yet bularak gercek ve ebedî saĂ‚dete nĂ‚il oldular.
İmanından Vazgecmedi Sa ’d bin Ebî Vakkas -radıyallĂ‚hu anh-, annesine karşı son derece itaatkĂ‚r bir evlĂ‚t idi. İslĂ‚m ’a girdiği zaman annesi:
“–Ey Sa ’d! Sen ne yaptın? Eğer, bu yeni dîni terk etmezsen, yemin olsun ki, ben yemem, icmem, nihĂ‚yet olurum. Sen de benim yuzumden «Hey anasının kĂ‚tili!» diye kotu bir isimle cağrılırsın!” dedi.
Sa ’d -radıyallĂ‚hu anh-:
“–Yapma anneciğim, ben bu dîni hicbir şey icin terk edemem!” deyince, anası iki gun, iki gece yemedi ve iyice kuvvetten duştu. Bunu goren Hazret-i Sa ’d (cok sevdiği annesini bu inadından vazgecirebilmek icin tam bir kararlılıkla):
“–Anneciğim! VallĂ‚hi yuz canın olsa da hepsi birer birer cıksa, ben bu dîni hicbir şey icin terk edemem, bunu boyle bilesin!..” dedi. Oğlunun kararlılığını anlayan annesi de inadı bırakıp yemeye başladı.
Bu hĂ‚dise uzerine şu Ă‚yet-i kerîmeler nĂ‚zil oldu:
“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Cunku anası, onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sutten ayrılması da iki yıl icinde olur. (İşte bunun icin de) once Bana, sonra da ana-babana şukret, diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Donuş ancak Banadır. (Bununla beraber) eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (koru korune) Bana ortak koşman icin zorlarlarsa, onlara itaat etme! Onlarla dunyĂ‚da iyi gecin! Bana yonelenlerin yoluna tĂ‚bî ol! Sonunda donuşunuz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm, (amellerinizin iyi veya kotu karşılığını alırsınız).” (LokmĂ‚n, 14-15) (Muslim, FedĂ‚ilu ’s-SahĂ‚be, 43-44; İbn-i Esîr, Usdu ’l-GĂ‚be, II, 368)
Olumu Bile Goze Aldı Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, Medîne ’ye hicret edeceği zaman, Hazret-i Ali ’yi yanına cağırdı. Ona hicret hakkındaki ilĂ‚hî emri haber verdi. Ardından, uzerinde bulunan emĂ‚netleri yerlerine teslîm etmesi icin O ’nu kendisine vekil tĂ‚yin ettiğini bildirdi. Cunku Mekke ’de, kıymetli bir eşyĂ‚sı olup da, sıdkını ve emînliğini bildikleri icin, onu RasûlullĂ‚h ’a emĂ‚net etmeyen, neredeyse hic kimse yok gibiydi.
Allah Rasûlu, muşriklerin plĂ‚nlarına karşı tedbîr olarak da şoyle buyurdu:
“–YĂ‚ Ali! Bu gece benim yatağımda sen yat! Şu hırkamı da ustune ort! Korkma! Sana hoşlanmayacağın bir şey isĂ‚bet etmeyecektir!” (İbn-i HişĂ‚m, II, 95, 98)
Hazret-i Ali -radıyallĂ‚hu anh- buyuk bir îman celĂ‚detiyle, vucûduna inmeye hazır azgın mızrakların golgesinde, Efendimiz ’in yatağına uzandı. Allah Rasûlu ’nu oldurmek icin hĂ‚ne-i saĂ‚dete gelen gozu donmuş muşrikler, bir muddet bekledikten sonra, ortunun altında yatanın Hazret-i Ali olduğunu anlayınca busbutun ofkelendiler:
“–Amcanın oğlu nerede ey Ali!?” diye bağırdılar.
Hazret-i Ali -radıyallĂ‚hu anh-:
“–Bilmiyorum, bir fikrim yok! Hem O ’nun uzerinde gozcu de değilim! Siz O ’na Mekke ’den cıkıp gitmesini soylediniz! «Bizden ayrıl, git!» dediniz. O da cıkıp gitti.” dedi.
Bunun uzerine muşrikler, Hazret-i Ali ’yi azarladılar ve tartakladılar; hattĂ‚ Mescid-i HarĂ‚m ’a goturup bir sure hapsettikten sonra serbest bıraktılar.[8]
“Kazandım VallĂ‚hi!” Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e gelen Necidliler, İslĂ‚m ’ı oğrenmek istediklerini bildirerek muallim talebinde bulunmuşlardı. Bunun uzerine Allah Rasûlu, hepsi de Ehl-i Suffe ’den olan ve İslĂ‚m ’ı iyi bilen yetmiş kadar hĂ‚fızı onlara gonderdi. Muslumanlar Bi ’r-i Maûne ’ye gelip de bir mağarada istirahate cekildiklerinde korkunc bir tuzağa duşurulduler. İşte bu sırada CebbĂ‚r bin SulmĂ‚ adlı muşriğin attığı bir mızrak, Âmir bin Fuheyre -radıyallĂ‚hu anh- ’ın sırtından girip goğsunden cıktı. O zamanlar kırk yaşında bulunan İbn-i Fuheyre şehĂ‚det şerbetini icmek uzere olduğunu anlayınca buyuk bir sevincle:
“Kazandım vallĂ‚hi!” diye haykırdı.
Bu hĂ‚ince tuzağı hazırlayanların başı olan İbn-i Tufeyl, katliamdan kurtulan bir Muslumanı yanına alıp bu azîz şehîdimizin başına geldi ve:
“–Kim bu?” diye sordu.
“–Âmir bin Fuheyre!” cevĂ‚bını alınca:
“–Ben onun olduruldukten sonra naaşının goğe yukseldiğini gordum. Yerle gok arasında duruşu hĂ‚lĂ‚ gozumun onundedir. Sonra yere indi.” dedi.
Meşhur şĂ‚irlerden olan İbn-i Tufeyl bu olayı bizzat gormesine rağmen yine de musluman olmadı. Fakat Âmir bin Fuheyre -radıyallĂ‚hu anh- ’ı şehîd eden CebbĂ‚r, sonunda hidĂ‚yete mazhar oldu. ZîrĂ‚ şehîd ettiği zĂ‚tın “Kazandım vallĂ‚hi!” diye haykırışı gunlerce kulaklarında cınladı. Bu sozler kendisi icin bir muammĂ‚ oldu. “Ben onu olduruyorum, o kazandım diyor, bu nasıl iştir?” diye haftalarca duşundu. Bir gun kahramanlığı ile meşhur ve Hazret-i Peygamber ’in yuz kişiye bedel saydığı hemşehrisi DahhĂ‚k bin SufyĂ‚n ’a, “Kazandım vallĂ‚hi!” sozunun ne mĂ‚nĂ‚ya geldiğini sordu. O da bu sozun “Cennete kavuştum.” demek olduğunu soyleyince CebbĂ‚r, daldığı derin gaflet uykusundan uyandı ve îmĂ‚n ile şereflendi.[9]
Hz. Safiye ’nin (r.a.) Sabrı Uhud Harbi sonunda Efendimiz ’in halası Hazret-i Safiye -radıyallĂ‚hu anhĂ‚-, vucûdu parca parca edilmiş olan kardeşi Hazret-i Hamza -radıyallĂ‚hu anh- ’ı gormek istedi. Bu niyetle şehîdlerin bulunduğu tarafa yoneldi. Oğlu Zubeyr kendisini karşılayarak:
“–RasûlullĂ‚h geri donmeni emrediyor anneciğim.” dedi. O ise:
“–Nicin? Kardeşimi gormeyeyim diye mi? Ben onun ne fecî bir şekilde kesilip doğrandığını biliyorum. O, AllĂ‚h icin bu musîbete dûcĂ‚r oldu. ZĂ‚ten bizi de bundan başkası tesellî edemezdi. İnşĂ‚allĂ‚h sabredip ecrini Allah ’tan bekleyeceğim.” dedi.
Zubeyr, gidip annesinin soylediklerini Rasûl-i Ekrem Efendimiz ’e bildirdi. -SallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Oyleyse bırak gorsun.” buyurdu. Safiye -radıyallĂ‚hu anhĂ‚- da şehîdlerin efendisi olma şerefine eren kardeşinin cesedi yanına gelerek icli icli duĂ‚ etti. (Bkz. İbn-i HişĂ‚m, III, 48; İbn-i Hacer, el-İsĂ‚be, IV, 349)
Kendinden Oncekilerden İbret Al Da Başkalarına İbret Olma! Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in hukumdarlara yazdığı mektupları goturen ashĂ‚b-ı kirĂ‚mın îman celĂ‚deti de dillere destandır. DunyĂ‚ capında şohret bulmuş zĂ‚limlerin karşısında ve kelle ucurmaya hazır cellĂ‚tların arasında, Allah ’tan başka hic kimseden korkmadan Efendimiz ’in mesajlarını onlara ulaştırmışlardır. Kılıc ve mızrakların golgesi altında cesur konuşmalar yapmaktan cekinmemişlerdir. Bunlardan bĂ‚zı misaller şoyledir:
RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- bir gun:
“–Ey insanlar! Ecir ve sevĂ‚bını Allah ’tan bekleyerek şu mektubu İskenderiye Mukavkısı ’na hanginiz goturur?” diye sorunca, HĂ‚tıb bin Ebî Beltaa -radıyallĂ‚hu anh- fırlayıp kalktı ve Efendimiz ’in huzûruna vardı:
“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Ben gotureyim.” dedi.
Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–Ey HĂ‚tıb! AllĂ‚h bu vazîfeyi senin hakkında mubĂ‚rek kılsın!” buyurdu…
HĂ‚tıb bin Ebî Beltaa -radıyallĂ‚hu anh-, İskenderiye ’ye varıp kralın huzûrunda Peygamber Efendimiz ’in mektubunu okudu. Mukavkıs, HĂ‚tıb -radıyallĂ‚hu anh- ’ı yanına cağırıp din adamlarını da topladı. HĂ‚disenin devĂ‚mını HĂ‚tıb -radıyallĂ‚hu anh- ’tan dinleyelim:
Mukavkıs bana:
“–Anlamak istediğim bĂ‚zı şeyleri seninle konuşacağım.” dedi.
Kendisine:
“–Buyrunuz, konuşalım.” dedim.
Mukavkıs:
“–Senin Efendin peygamber değil midir?” diye sordu.
“–Evet, O, AllĂ‚h ’ın Rasûlu ’dur.” dedim.
“–O gercekten bir peygamber ise kendisini oz yurdundan cıkarıp başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde nicin AllĂ‚h ’a duĂ‚ etmedi?” diye sorunca ona:
“–Sen, ÎsĂ‚ bin Meryem ’in AllĂ‚h ’ın bir peygamberi olduğuna şehĂ‚det edersin değil mi? O gercekten peygamber olduğuna gore, kavmi onu yakalayıp carmıha germek istedikleri zaman, semĂ‚ya yukseleceğine, kavmini helĂ‚k etmesi icin AllĂ‚h ’a duĂ‚ etseydi olmaz mıydı?” dedim.
Mukavkıs soyleyecek soz bulamadı. Bir muddet susup duşundukten sonra, sozlerimi tekrarlamamı istedi. Ben tekrarlayınca Mukavkıs yine bir muddet duşundu. Sonra da:
“–Guzel soyledin. Sen bir hakîmsin, yerli yerince konuşuyorsun ve hakîm olanın da yanından geliyorsun.” dedi.
Ben de bunun ardından Mukavkıs ’a:
“–Senden once burada bir adam, kendisinin en yuce ilĂ‚h olduğunu iddiĂ‚ etmişti. Allah TeĂ‚lĂ‚ o Firavun ’u dunyĂ‚ ve Ă‚hiret azĂ‚bıyla yakalayıp cezĂ‚landırdı. Sen, kendinden oncekilerden ibret al da başkalarına ibret olma!” dedim.
Mukavkıs:
“–Bizim bir dînimiz vardır, daha hayırlısını gormedikce onu bırakmayız!” dedi.
Ben de:
“–İslĂ‚m, senin bağlı bulunduğun dinden kesinlikle daha ustundur! Biz seni, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın insanlara dîn olarak sectiği İslĂ‚m ’a dĂ‚vet ediyoruz. Muhammed MustafĂ‚ -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, sadece seni değil butun insanları dĂ‚vet ediyor. Onlardan kendisine karşı en katı ve kaba davrananlar, Kureyşliler oldu. O ’na karşı en cok duşmanlığı da yahûdîler yaptılar. İnsanlardan en cok yakınlık gosterenler ise hristiyanlar oldu. Hazret-i MûsĂ‚, nasıl ki Hazret-i ÎsĂ‚ ’yı mujdelemiş ise, o da Hazret-i Muhammed -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m- ’ın geleceğini mujdelemiştir. Bizim seni Kur ’Ă‚n ’a dĂ‚vetimiz, senin TevrĂ‚t ’a bağlı olanları İncîl ’e dĂ‚vet etmen gibidir. Her insan kendi zamanında gelen peygambere ummet olmak durumundadır. Sen de Hazret-i Muhammed -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m- ’ın donemine yetişenlerdensin. Dolayısıyla biz seni İslĂ‚m ’a dĂ‚vet etmekle, ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’ın dîninden uzaklaştırmış olmuyoruz. BilĂ‚kis onun risĂ‚letine uygun olanı yapmanı teklif etmiş oluyoruz.” dedim.
Mukavkıs:
“–Ben bu peygamberin dînini inceledim. Gordum ki, onda ne dunyĂ‚dan el etek cekilmesi emrediliyor ne de beğenilen ve makbûl bir şey yasaklanıyor. O ne yolunu şaşırmış bir sihirbaz ne de gĂ‚ipten haber aldığını iddiĂ‚ eden bir yalancıdır. BilĂ‚kis kendisinde gĂ‚ibi keşfedip haber vermek gibi peygamberlik alĂ‚metleri vardır. Buna rağmen biraz daha duşunmek isterim.” dedi.
Daha sonra da Peygamber Efendimiz ’in mektubuna bir cevap yazdırdı…
Mukavkıs, ne bundan fazla bir şey yaptı ne de musluman oldu. Bana da:
“–Sakın hĂ‚! Kıbtîler senin ağzından tek bir kelime bile işitmesinler, yoksa sana zarar verirler!” diye tembihte bulundu.[10]
HĂ‚tıb -radıyallĂ‚hu anh- ’ın kralın karşısında îman cesĂ‚retiyle ifĂ‚de ettiği bu hikmetli sozler, îmĂ‚nı aşkla yaşayan bir mu ’minin firĂ‚set ve cesĂ‚retine dĂ‚ir ne guzel bir misaldir.
Abdullah Bin Huzafe ’nin Cesareti İran KisrĂ‚sı ’na yazılan mektubu da AbdullĂ‚h bin HuzĂ‚fe -radıyallĂ‚hu anh- goturmuştu. KisrĂ‚, mektupta Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in isminin kendi isminden evvel yazılmasına kızarak o mubĂ‚rek nĂ‚meyi parca parca etti, elciye de ağır hakĂ‚retlerde bulundu.
AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh-, îmĂ‚nından aldığı kuvvet ve asĂ‚letle KisrĂ‚ ve adamlarına şoyle hitĂ‚b etti:
“–Ey Fars halkı! Sizler peygambersiz, kitapsız ve yeryuzunun ancak elinizde bulunan bir kısmına hĂ‚kim olarak sayılı gunlerinizi geciriyor ve bir ruyĂ‚ hayĂ‚tı yaşıyorsunuz! HĂ‚lbuki yeryuzunun hĂ‚kim olamadığınız kısmı daha fazladır.
Ey KisrĂ‚! Senden once, dunyĂ‚yı veya Ă‚hireti arzu eden nice hukumdarlar gelmiş ve hukum surmuşlerdir. Onlardan Ă‚hireti isteyenler, dunyĂ‚dan da nasiplerini almışlardır. DunyĂ‚yı arzulayanlar ise Ă‚hiret nasiplerini yitirmişlerdir. Sana teklif ettiğimiz bu dîni kucumsuyorsun ama, vallĂ‚hi nerede olursan ol, kucumsediğin şey uzerine gelince, ondan korkacak ve korunamayacaksın!”
KisrĂ‚ da cevĂ‚ben mulk ve saltanatın kendisine munhasır olduğunu, ne yenilgiye uğramaktan ne de kendisine bir ortak cıkmasından korkmadığını soyledi.[11] Ardından da adamlarına AbdullĂ‚h bin HuzĂ‚fe ’nin dışarı cıkarılmasını emretti.
AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh-, KisrĂ‚ ’nın huzûrundan cıkar-cıkmaz hayvanına binip Medîne ’nin yolunu tuttu. Kendi kendine:
“VallĂ‚hi, benim icin iki yoldan (olmek veya sağ-sĂ‚lim donmek) hangisi olursa olsun gam cekmem. RasûlullĂ‚h ’ın mektubunu yerine ulaştırmış ve vazîfemi yapmış bulunuyorum.” dedi.[12]
İşte, Allah Rasûlu ’nun bir arzusunu yerine getirmek icin canını fedĂ‚ etmeyi goze alan İslĂ‚m kahramanlarının vicdan huzûru…
Başı Opulesi Sahabi AbdullĂ‚h bin HuzĂ‚fe -radıyallĂ‚hu anh- ’ın eşsiz fazîletini ve îman cesĂ‚retini sergileyen nice ibretlerle dolu bir kıssası daha vardır:
Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh- ’ın hilĂ‚feti doneminde Şam ’ın Kayseriye taraflarında Rumlar uzerine bir İslĂ‚m ordusu gonderilmişti. AbdullĂ‚h bin HuzĂ‚fe -radıyallĂ‚hu anh- da orduda bulunuyordu. Rumlar onu esir ettiler. Krallarına goturduler ve; “Bu, Muhammed ’in ashĂ‚bındandır!” dediler.
Kral, Hazret-i AbdullĂ‚h ’ı bir eve kapattırıp gunlerce yemekten, icmekten alıkoyduktan sonra, ona bir miktar şarap ve domuz eti gonderdi. Uc gun gozlediler. AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh-, ne şaraba ne de domuz etine el surmedi. Krala:
“–Onun boynu iyice bukuldu. Oradan cıkarmazsanız olecek!” dediler.
Kral, onu getirterek:
“–Seni yiyip icmekten alıkoyan nedir?” diye sordu.
AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh-:
“–Gerci zarûret, onlardan yemeyi ve icmeyi bana helĂ‚l kılmıştır, ama ben seni, kendime ve İslĂ‚m ’a guldurmek istemedim!” dedi.
Kral onun bu vakur tavrı karşısında:
“–Sen Hristiyan olsan da mulkumun yarısını sana versem, seni mulk ve saltanatıma ortak yapsam, kızımı da seninle evlendirsem olmaz mı?” dedi.
AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh-:
“–Sen bana, Muhammed -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m- ’ın dîninden goz acıp kapayıncaya kadar donmem karşılığında mulkunun tamĂ‚mını ve butun Arap mulkunu versen bile, bunu aslĂ‚ yapmam.” dedi.
Kral:
“–Oyleyse seni oldururum.” dedi.
Hazret-i AbdullÂh:
“–O da senin bileceğin bir şey!” dedi.
AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh- carmıha gerildi. Okcular once ona isĂ‚bet etmeyecek şekilde, gozunu korkutmak icin ok attılar. Daha sonra kendisine tekrar hristiyan olması teklif edildi. O mubĂ‚rek sahĂ‚bî en ufak bir temĂ‚yul bile gostermedi. Bunun uzerine Kral:
“–Ya Hristiyan olursun ya da seni kaynar kazanın icine atarım.” dedi.
Kabûl etmeyince bakırdan bir kazan getirildi, icine zeytin yağı veya su konularak kaynatıldı. Kral, Muslumanlardan bir esir getirtti. Hristiyan olmasını teklif etti. Esir, bu teklifi kabûl etmeyince kazanın icine atılmasını emretti. Musluman esir, kazana atıldı. AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh-, ona bakıyordu. Etleri bir anda kemiklerinden soyulup dokuluverdi.
Kral, AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh- ’a tekrar Hristiyan olmasını teklif etti. Kabûl etmeyince, onun da kazana atılmasını emretti. Hazret-i AbdullĂ‚h kazana atılacağı esnĂ‚da ağlamaya başladı. Kral, fikir değiştirdiğini zannederek AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh- ’ı yanına getirtti ve tekrar Hristiyan olmasını teklif etti. Şiddetle reddettiğini gorunce hayret ederek:
“–Oyleyse nicin ağladın?” diye sordu.
Hazret-i AbdullĂ‚h, şu muhteşem cevĂ‚bı verdi:
“–Zannetme ki senin bana yapmak istediğinden korkarak ağladım! Ben, AllĂ‚h yolunda verebileceğim bir tek canım olduğu icin ağladım. Kendi kendime; «Sen şimdi bir tek can taşıyorsun, şu kazana atılacak, AllĂ‚h yolunda bir anda olup gideceksin. HĂ‚lbuki vucûdumdaki kıllar adedince canım olmasını ve her biri icin bunların AllĂ‚h yolunda bana tekrar tekrar yapılmasını ne kadar arzu ederdim.» dedim.”
Hazret-i AbdullĂ‚h ’ın îman celĂ‚det ve asĂ‚letiyle sergilediği bu muthiş tavır, kralın cok hoşuna gitti ve onu serbest bırakmak istedi.
“–Başımı op de seni serbest bırakayım.” dedi.
AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh-, bir mahzuru bulunmayan bu teklife, yine bir teklifle karşılık verdi:
“–Benimle birlikte butun Musluman esirleri de serbest bırakır mısın?”
Kral:
“–Evet bırakırım.” deyince de:
“–İşte şimdi olur.” dedi.
Hazret-i AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh- der ki:
“Kendi kendime; «Hem canımı hem de Musluman esirlerin canını kurtarmak icin AllĂ‚h duşmanlarından bir duşmanın başını opmemde ne mahzur olacak ki? Op gitsin!» dedim.”
O gun seksen Musluman serbest bırakıldı. Hazret-i Omer ’in yanına geldiklerinde durumu ona anlattılar. Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh-:
“–AbdullĂ‚h bin HuzĂ‚fe ’nin başını opmek, her Muslumana duşen bir vazîfedir! Bunu yerine getirmeye ilk once ben başlıyorum.” dedi. Kalkıp onun yanına gitti ve başını optu.[13]
FirĂ‚set sĂ‚hibi kĂ‚mil mu ’minler, îmĂ‚nın kazandırdığı engin goruş ufku sĂ‚yesinde hĂ‚diseleri Ă‚hiret penceresinden seyrederler. Bu vesîleyle de her dĂ‚im bir artı-eksi, yĂ‚ni fayda ve zarar hesĂ‚bı icinde olurlar. Bu yuzden onların îmĂ‚n aşkı karşısında, dunyevî ezĂ‚ ve cefĂ‚ların, gelip gecici cile ve ıztırapların, sozu edilecek kadar bile değeri yoktur.
Peygamberimizi Gormek İcin 1 Yıl Yolculuk Etti ÎmĂ‚nı aşkla yaşayan kahramanlardan biri de Vehb bin Kebşe -radıyallĂ‚hu anh- ’tır. Bu mubĂ‚rek sahĂ‚bînin turbesi Cin ’dedir.[14] Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- onu, Cin ’de tebliğ hizmetinde bulunmak uzere vazîfelendirmişti. HĂ‚lbuki o zamanın şartlarında Cin, Medîne-i Munevvere ’den bir senelik mesĂ‚fede idi. Bu sahĂ‚bî oraya kadar gidip uzun bir muddet tebliğde bulunduktan sonra gonlunu kavuran RasûlullĂ‚h hasretini bir nebze olsun dindirebilmek umîdiyle Medîne yollarına duştu. Bir yıl suren cileli bir yolculuğun ardından nurlu Medîne ’ye vĂ‚sıl oldu. Fakat ne yazık ki Hazret-i Peygamber vefĂ‚t etmiş olduğu icin O ’nu goremedi. Hasreti bir kat daha artmış olarak, Allah Rasûlu ’nun kendisine emrettiği hizmetin kudsiyetinin idrĂ‚ki icinde tekrar Cin ’e dondu ve bu hizmetteyken rûhunu teslîm etti.
Vehb bin Kebşe -radıyallĂ‚hu anh-, boylece Allah Rasûlu ’nun Cin ’deki ilk temsilcisi olma şerefine nĂ‚il oldu. FĂ‚nî cesedi Cin ’de, rûh-i cĂ‚vidĂ‚nîsi ise Medîne-i Munevvere ’nin rûhĂ‚niyet-i RasûlullĂ‚h ile dolu munevver iklîminde kaldı.
“Butun DunyĂ‚yı Verseniz Yine De Dînimi Değiştirmem!” Sultan 2. BĂ‚yezîd ile kardeşi Cem Sultan arasında cereyĂ‚n eden şu hĂ‚diseler de, ecdĂ‚dımızdaki îman celĂ‚deti ile İslĂ‚m ’ın bahşettiği guzellik ve fazîleti acık bir şekilde aksettirmektedir:
BĂ‚yezîd-i Velî, 1481 yılında pĂ‚dişĂ‚h olduktan sonra, saltanatının ilk 14 yılını, kardeşi Cem Sultan ’ın Osmanlı tahtında hak iddiĂ‚ etmesi neticesinde ortaya cıkan problemlerle uğraşarak gecirdi. Bu durum da 2. BĂ‚yezîd ’in, Hristiyanlık Ă‚lemine karşı belli olcude Ă‚tıl kalmasını îcĂ‚b ettirdi. Cem Sultan, BĂ‚yezîd Han ’a:
“–Ulkemizi ikiye bolelim, yarısında sen hukumdar ol, yarısında ben olayım!” diye teklif etti.
BĂ‚yezîd-i Velî ise:
“–Kardeşim, vatan ummetin malıdır. ŞĂ‚yet onu bolersek devlet gucunu kaybeder. Neticede gucsuz beylikler hĂ‚line geliriz. Bu buyuk bir vebĂ‚l olur. Vucûdum ikiye bolunur, fakat ummetin toprağı bolunmez!” diyerek bu teklifi reddetti.
Bu arada Cem Sultan, Rodos şovalyelerinin nĂ‚zik bir dille yaptıkları dĂ‚vet uzerine Rodos ’a gitme gafletinde bulundu. Şovalyeler verdikleri sozleri ciğneyerek onu bir esir gibi Papalığa sattılar. Papalık, Osmanlı uzerine yapılacak bir haclı seferinde ŞehzĂ‚de Cem ’i kullanmayı plĂ‚nlıyordu. Fakat bunu başaramayağını anlayan Papa İnnocent, ona hristiyan olmasını teklif etti. Bu teklif, Cem Sultan ’a cok ağır geldi. Son derece mahzûn oldu. Papa ’ya:
“–Değil Osmanlı saltanatını, butun dunyĂ‚yı verseniz, yine de dînimi değiştirmem!..” dedi.
Haclılar tarafından İslĂ‚m aleyhine kullanılmak istendiğini anladığı zaman Cem Sultan ’ın CenĂ‚b-ı Hakk ’a yaptığı şu niyaz, onun gayret-i dîniyyesini gostermeye kĂ‚fîdir:
“YĂ‚ Rabbi! KĂ‚firler eğer İslĂ‚m Ă‚lemine zarar vermek icin beni Ă‚let etmek istiyorlarsa, bu kulunu daha fazla yaşatma! Rûhumu bir an once dergĂ‚h-ı izzetine al!..”
Onun bu duĂ‚sı mustecĂ‚b oldu ki, otuz altı yaşında Napoli ’de vefĂ‚t etti. FĂ‚nî dunyĂ‚ya vedĂ‚ ettiği son demlerinde yanındakilere şu vasiyeti yaptı:
“Benim olum haberimi mutlak bir sûrette her tarafa duyurun! Bunu mutlakĂ‚ yapın ki, kĂ‚firlerin benim vesîlemle muslumanlar uzerinde oynamak istedikleri oyunlar nihĂ‚yet bulsun! Bundan sonra ağabeyim Sultan BĂ‚yezîd ’e varın. RicĂ‚ eyleyin ki, ne kadar zor olursa olsun benim cesedimi vatana aldırsın. KĂ‚fir bir memlekette gomulmeyi istemiyorum. Şimdiye kadar ne oldu ise oldu. Sakın bu ricĂ‚mı reddetmesin! Lûtfedip butun borclarımı odesin. Borclu olarak huzûr-i ilĂ‚hî ’ye gitmek istemiyorum. Âilemi, cocuklarımı ve bana hizmet edenleri affetsin. HĂ‚llerine gore memnûn etsin..”
Ağabeyi BĂ‚yezîd Han da onun bu vasiyetlerini yerine getirdi.
İşte İslĂ‚m ’ın insana lûtfettiği kıvam! Bu iki kardeşin karşılıklı muĂ‚meleleri; îmĂ‚na aşk ile bağlılık, vatan muhabbeti, ummetin selĂ‚meti uğrunda her şeyini fedĂ‚ edebilme, musĂ‚maha, hatĂ‚sını anlama netîcesinde yaşanan vicdan muhĂ‚sebesi, kul hakkından sakınma, af ve merhamet gibi nice fazîletler sergilemektedir.
“GazĂ‚ Vaktidir; BismillĂ‚h Vira!” Osmanlı donanma tĂ‚rihinde buyuk bir yeri olan İlyas, Oruc ve Hızır kardeşler, Akdeniz ’de cihĂ‚d bayrağını acmadan evvel deniz ticĂ‚reti ile meşgul idiler. Ancak bu iş, Akdeniz ’de pek buyuk bir tehlike arz ediyordu. Nitekim Oruc Reis, bir gun Rodos korsanları tarafından esir edildi. Kardeşi Hızır Reis:
Olacak olsa gerek, cÂr u nÂcÂr,
Gerek kalbin gen tut gerek dar!
deyip buna cĂ‚reler aramaya başladı. Ağabeyinin kurtuluşu icin buyuk fidyeler gonderdiyse de sozlerinde durmayan yalancı korsanların hîleleri yuzunden ağabeyinin esĂ‚reti uzun surdu. KĂ‚firler bununla da kalmayıp Oruc Reis ’e bir papaz gondererek ona hristiyan olmasını teklif etme cur ’etini gosterdiler. Ancak Oruc Reis ’in:
“–Ey gĂ‚filler! Ben hak bir dîni bırakıp da nasıl bĂ‚tıl bir dîne mensup olurum?” şeklindeki cevĂ‚bı, Ă‚deta suratlarına inen acı bir şamar oldu.
Buna sinirlenen korsanlar:
“–O hĂ‚lde Muhammed ’in gelsin de seni kurtarsın bakalım!” diyerek onu forsalık yapması icin bir sandala zincirlediler.
Oruc Reis, AllĂ‚h ’a sığınarak:
“–Siz gorun hele benim Rabbim bana nasıl yardım eyleyecek!” dedi ve AllĂ‚h ’a ilticĂ‚ etti.
Bir muddet sonra kĂ‚firlerin de gozlerine gorunen beyaz kaftanlı yeşil sarıklı kimselerin yardımlarıyla el ve ayaklarındaki bağları cozup kendisini engin deryĂ‚ya bıraktı ve esĂ‚retten kurtuldu. Boylece îman celĂ‚detiyle, teslîmiyet ve tevekkulunun bereketine nĂ‚il oldu.
İşte bu hĂ‚diseden sonra Oruc Reis, kardeşi Hızır Reis ’le beraber Akdeniz korsanlarına karşı amansız bir mucĂ‚dele başlattı. Kısa zaman icerisinde de nice deniz kurdu olmuş leventler onların yanında toplandı ve hep birlikte:
“GazĂ‚ vaktidir; BismillĂ‚h vira!” deyip deryĂ‚lara acıldılar.
“Vatan Sağ Olsun!” ÎmĂ‚nı aşkla yaşamanın Canakkale cephesindeki tezĂ‚hurleri de pek muhteşemdir. Canakkale muhĂ‚rebelerinde kumandanlık yapmış ve yaralanmış emekli bir subay, hĂ‚tırĂ‚tında şoyle anlatıyor:
“Canakkale Harbi ’nin devĂ‚m ettiği gunlerden birindeydik. O gun akşama kadar devĂ‚m eden savaş, duşmanın maddî bakımdan nisbetsiz ustunluğune rağmen yine zaferimiz ile netîcelenmek uzereydi. Gozetleme yerinde muhĂ‚rebenin son safhasını heyecanla takip ediyordum. Mehmetciklerin «Allah Allah...» nidĂ‚ları Ă‚fĂ‚kı titretiyor ve bu muthiş haykırışlar, korkunc bir medeniyetin butun heybetini temsil eden top seslerini bile bastırıyordu.
Bir aralık yanımda bir ayak sesi duyar gibi oldum. Geriye donunce Ali Cavuş ile karşılaştım. Sapsarı olmuş yuzunde muthiş bir ıztırap okunuyordu. Daha neyin var demeye kalmadan, o herşeyi anlatmaya yetecek olan kolunu bana gosterdi. Dehşetle urpermiştim. Sol kolu bileğinin dort parmak kadar yukarısından aldığı bir isĂ‚betle neredeyse tamamen kopacak hĂ‚le gelmişti ve elini yere duşmekten ancak zayıf bir deri parcası alıkoymakta idi. Ali Cavuş dişlerini sıkarak ıztırĂ‚bını yenmeye calışıyordu. Sağ elindeki cakıyı bana uzattı:
«–Şunu kesiver kumandanım!» dedi.
Bu uc kelimelik cumle, oyle muthiş bir istek, oyle bir mecbûriyet ifĂ‚de ediyordu ki, gayr-i ihtiyĂ‚rî cakıyı aldım ve derinin ucunda sallanan eli koldan ayırdım. Bu tuyler urpertici vazîfeyi yaparken de:
«–Uzulme Ali Cavuş, AllĂ‚h vucûduna sağlık versin!» diye moral vermeye calışıyordum.
Cok gecmeden Ali Cavuş, vatan uğruna yalnız elini değil, mubĂ‚rek vucûdunu da fedĂ‚ etti. Gozlerini hayĂ‚ta yumarken de:
«–Vatan sağ olsun! AllĂ‚h îmandan ayırmasın!.. Canım vatana fedĂ‚ olsun!..» cumlelerini tekrarlayarak son nefesini vermiş, etrafı kucuk bir kan golu hĂ‚line gelmişti.”
İşte Canakkale ’de sînesi îmanla dolu Mehmetcik, vatan mudĂ‚faasını îman muktezĂ‚sı bir borc biliyor ve bu borcu canıyla odemekten cekinmiyordu. Bu yuzden de silĂ‚hları gibi dinlerine, îmanları gibi de silĂ‚hlarına sarılıyorlardı…
Koca Seyit ’in Vurduğu Gemi Canakkale Harbi ’nde, Rumeli Mecidiye Tabyası, korkunc bir duşman saldırısı neticesinde neredeyse tamĂ‚men imhĂ‚ edilmişti. CephĂ‚neliğin buyuk kısmı havaya ucmuş, on altı topcumuz şehîd olmuştu. Koca tabyadan geriye kalan; bir yuzbaşı, iki nefer ve bir de vinci kırılmış, ağzına mermi alamayan bir top idi.
Yuzbaşı, etraftaki birliklere durumu haber vermek icin uzaklaşmıştı ki, erlerden Koca Seyyid, denizin uzerinde ateş ve olum puskurerek ilerleyen duşman gemilerine bakarak derin derin icini cekti. Gozleri doldu. Mahzun yureği, duşman karşısında Ă‚ciz kalmanın ıztırĂ‚bı icinde cırpınırken ellerini yuce MevlĂ‚ ’ya kaldırdı ve:
“YĂ‚ Rab! Ey kudret sĂ‚hibi AllĂ‚h ’ım! Bana şu an oyle bir kuvvet ver ki, hicbir kulun benden daha guclu olmasın!” diyerek Rabbine sığındı, O ’ndan yardım istedi.
Koca Seyyid, dunyĂ‚ Ă‚leminden sıyrılmıştı Ă‚deta... Artık sĂ‚dece Rabbinin huzûrunda gibiydi. Gozlerinden akan yaşlar yanaklarından aşağı suzuluyordu. Vird hĂ‚linde bir muddet: “LĂ‚ havle velĂ‚ kuvvete illĂ‚ billĂ‚h” dedi.
Sonra birden «YĂ‚ AllĂ‚h!» diye haykırdı ve arkadaşının hayret ve şaşkınlık dolu bakışları arasında 215 okkalık (yaklaşık 276 kiloluk) mermiyi kavrayıp kaldırdı. Demir basamakları uc kez inip cıktı. Goğus ve omuz kemiklerinin catırtıları duyuluyordu. Koca Seyyid, bir taraftan sel gibi ter dokerken diğer taraftan da catlamış dudaklarıyla:
“AllĂ‚h ’ım! Benden kuvvetini esirgeme!” duĂ‚sına devĂ‚m ediyordu.
NihĂ‚yet topun ağzına surduğu meşhur ucuncu mermiyle savaşın kaderi değişti. İngilizlerin “Oşın” (Ocean) isimli zırhlı gemisi vurulmuş ve denizin uzeri cehennemî bir aleve burunmuştu.
HĂ‚diseyi oğrenip CenĂ‚b-ı Hakk ’a şukreden Cevat Paşa, Koca Seyyid ’i tebrîk ederken ondan aynı ağırlıkta bir başka mermiyi tekrar kaldırmasını istedi. Koca Seyyid ise, şu cevĂ‚bı verdi:
“–Paşam! Ben bu mermiyi kaldırırken gonlum AllĂ‚h ’ın feyziyle dopdolu ve te ’yîd-i ilĂ‚hîye mazhar idi. Kendimde bir başkalık hissetmekteydim. CenĂ‚b-ı Hakk ’a yaptığım duĂ‚ların mukĂ‚bilinde O ’nun nusret ve inĂ‚yeti tecellî etmişti. Bu, o Ă‚na mahsustur. Şimdi kaldıramam kumandanım; mĂ‚zur gorun!..”
Seyyid ’in bu sozleri uzerine Cevat Paşa:
“–EvlĂ‚dım! Buyuk bir iş başardın. Bir mukĂ‚fĂ‚t iste benden?” dedi.
AllĂ‚h ’a kulluktan başka her şeyi gonlunden silmiş olan fedĂ‚kĂ‚r yiğit, rûhundaki ikinci kahramanlığı da şu sozleriyle sergiledi:
“–Kumandanım! Hicbir talebim yoktur; lĂ‚kin ben pehlivan yapılı olduğumdan gunde bir somun yetmiyor. Duşman karşısında daha guclu olmam icin emretseniz de bana iki somun verseler!..”
Bu isteğe tebessum eden Cevat Paşa, onu onbaşılıkla mukĂ‚fatlandırdı.
Akşam olup herkese bir, Seyyid Onbaşı ’ya ise iki somun verildiğinde, buyuk îman kahramanının gonlu buna rĂ‚zı olmadı. Yiyecek kıtlığının hukum surduğu bir zamanda arkadaşlarından farklı olmak istemedi. Kendisine verilen somunların birini iĂ‚de etti ve bir daha da almadı.
Ne kadar saf ve berrak bir gonul… Şuphesiz ki Koca Seyyid ’in bu hĂ‚li, îman celĂ‚detiyle, ihlĂ‚s ve samîmiyetin muşahhas bir ifĂ‚desinden ibĂ‚rettir.
İmanın Alameti HĂ‚sılı, îman; kuru bir iddiĂ‚ değildir. Îman, mu ’min kalbinin seviyesinin ve kemĂ‚linin şĂ‚hididir. AlĂ‚meti de fedĂ‚kĂ‚rlıktır. Îman, bir ebediyet sermĂ‚yesi olduğundan, muhĂ‚faza edilip kuvvetlendirilmesi uğruna, tĂ‚rih boyunca nice canlar fedĂ‚ edilmiş, dayanılmaz işkence ve meşakkatlere katlanılmış, AllĂ‚h icin, misli gorulmemiş fazîlet ve kahramanlıklar sergilenmiştir. Gunumuzde de her şeyden cok îmĂ‚nı bu aşk ve şevk ile yaşama heyecĂ‚nına ihtiyac vardır. Bize lûtfedilen îman nîmetine bir şukur borcumuz olarak, butun insanlığın DĂ‚ru ’s-SelĂ‚m ’a girebilmesi icin seferber olmamız îcĂ‚b etmektedir. ÎmĂ‚nı aşk ile yaşayan bir mu ’min, toplumun vaziyetinden kendisini mes ’ûl hisseder. Bu fĂ‚nî dunyĂ‚ hayĂ‚tında îmĂ‚nımızın kemĂ‚li icin ne kadar fedĂ‚kĂ‚rlıkta bulunabilirsek, yarın Ă‚hirette ilĂ‚hî vuslata o nisbette nĂ‚il olacağız inşĂ‚allĂ‚h!
Dipnotlar:
[1] İbn-i İshĂ‚k, Sîret, Konya 1981, s. 54; İbn-i Sa ’d, et-TabakĂ‚tu ’l-KubrĂ‚, Beyrut, DĂ‚ru SĂ‚dır, I, 154. Ayrıca bkz. Ahmed bin Hanbel, Musned, V, 362.
[2] Bkz. İbn-i Hacer, el-İsĂ‚be, Beyrut 1328, DĂ‚ru İhyĂ‚i ’t-TurĂ‚si ’l-Arabî, III, 648; Zemahşerî, KeşşĂ‚f, tahk. Muhammed Mersi Amir, KĂ‚hire 1988, III, 164.
[3] Bkz. Ahmed, I, 404; İbn-i Sa ’d, III, 233; BelĂ‚zurî, EnsĂ‚bu ’l-EşrĂ‚f, Mısır 1959, I, 186.
[4] İbn-i Esîr, Usdu ’l-GĂ‚be, KĂ‚hire 1970, II, 115.
[5] İbn-i Sa ’d, III, 226-230; HĂ‚kim, el-Mustedrek ale ’s-Sahîhayn, Beyrut 1990, III, 450, 452.
[6] İbn-i HişĂ‚m, Sîretu ’n-Nebî, Beyrut 1937, DĂ‚ru ’l-Fikr, I, 340-341; İbn-i Esîr, el-KĂ‚mil fi ’t-TĂ‚rîh, Beyrut 1979-1982; II, 69; Usdu ’l-GĂ‚be, VII, 123.
[7] Bkz. İbn-i MĂ‚ce, Mukaddime, 11; Ahmed, I, 404.
[8] İbn-i HişĂ‚m, II, 96; Ahmed, I, 348; Ya ’kûbî, TĂ‚rîhu ’l-Ya ’kûbî, Beyrut 1992, II, 39.
[9] Bkz. İbn-i Hacer, Fethu ’l-BĂ‚rî, DĂ‚ru ’l-Fikr, Fuat AbdulbĂ‚kî neşri, ts, VII, 390, MegĂ‚zî 28; İbn-i HişĂ‚m, III, 187; VĂ‚kıdî, MeğĂ‚zî, Beyrut 1989, I, 349.
[10] İbn-i Kesîr, el-BidĂ‚ye ve ’n-NihĂ‚ye, KĂ‚hire 1993, IV, 266-267; İbn-i Sa ’d, I, 260-261; İbn-i Hacer, el-İsĂ‚be, III, 530-531.
[11] Suheylî, Ravdu ’l-Unf, Beyrut 1978, VI, 589-590.
[12] Bkz. Ahmed, I, 305; İbn-i Sa ’d, I, 260, IV, 189; İbn-i Kesîr, el-BidĂ‚ye, IV, 263-6; HamîdullĂ‚h, el-VesĂ‚iku ’s-SiyĂ‚siyye, Beyrut 1985, s. 140.
[13] İbn-i Esîr, Usdu ’l-GĂ‚be, III, 212-213; Zehebî, Siyeru A‘lĂ‚mi ’n-NubelĂ‚, Beyrut 1986-1988, II, 14-15.
[14] Cin ’in Guangzhou şehrinde Sa ’d bin Ebî Vakkas -radıyallĂ‚hu anh- ’a nisbet edilen bir makam da mevcuttur. SahĂ‚be ve ehlullĂ‚h kabirlerinin, coğu zaman bulundukları bolge halkının dînî duygularının zinde tutulması ve korunmasında etkili olduğu, bilinen bir tĂ‚rihî hakîkattir. Nitekim Orta Asya ’da Semerkant, BuhĂ‚ra, Turkistan ve Taşkent gibi bolgelerde de bunun misalleri mevcuttur.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan