
MÂnevî terbiye yoluna ilk adım attığımızdan beri, “Az ye, az konuş, az uyu!” tavsiyesi dile getirildi. Hic kimse “ben duymadım” diyemez, cunku muhterem buyuklerimiz hic ihmÂl etmeden tekrar tekrar ve surekli tebliğ etti. Biz de bu yazıda meselenin yemekle ilgili kısmından bahsetmek istiyoruz.ÂdÂbıyla yeseydik, yemek şif olurdu.
Biz ÂdÂbını yedik, yemekler cef oldu
Sayısız şukurler olsun ki az yemenin, Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemin bir sunneti olduğunu okuduk. Acıkmadan yememek, karıştırmadan yemek, yerken lokmaları cok ciğnemek ve daha tam doymadan sofradan kalkmak gerektiğini duyduk. Âlemlere rahmet olarak yaratılan o Resûl u kibriyÂnın, “İnsanoğluna belini doğrultacak birkac lokma yeter. İlle de fazla yiyecekse, midesinin ucte birini yemek, ucte birini su, ucte birini de nefes icin ayırsın” buyurduğunu işittik. Coğu zaman aclıktan karnına taş bağladığını, evinde uc gun ust uste sıcak yemek pişmediğini ve atmış uc yıllık omru boyunca bir defa bile doya doya yemek yemediğini dinledik. LÂkin yemeğe dÂir farz ve sunnetler cok net birer bilgi olarak ulaşmasına rağmen, sunnete uygun yemenin gereğini yerine getirmede zaaf gosterdik.
SUNNETE UYGUN İKRAM OLMALI
Şimdi, elimizi vicdÂnımıza koyalım ve işiten bir ummet olarak, ne kadar îman ettiğimize bakalım. Evimizde, bir gun icinde kac oğun sofra kurduğumuza, o oğunlerin her birinde sofraya kac ceşit yemek koyduğumuza, misÂfir gelecek olunca butun imkÂnları seferber edip, nasıl da maddî mÂnevî yorulduğumuza bakalım. Bakalım ki îmÂnımızın derecesini, icraatımızda seyretmek nasip olsun. İşte manzara:
Anadolu ’da bir şehirde, bir Muslumanın evinde, misÂfir icin donatılmış bir masa. Masada uc ceşit ekmek, uc ceşit peynir, iki ceşit zeytin. Dort ceşit recel, pekmez, bal, tereyağı, tahin. Ceviz, fındık, badem, kayısı kurusu, salata. Borek, kek, kozlenmiş patlıcan biber, limonata. Yoğurtlanmış havuc, kavurma, kaymak, kuymak, cay… Artık, kac ceşit olduğunu sayabilirsen say!
Ve ardından hemen şunu sor: Peygamberimiz aleyhisselÂm, gelecek bir misafir icin hic boyle bir sofra kurdurdu mu acaba?
Ulkenin bir başka şehrinde, yine bir Muslumanın evinde, bir başka sofra. Daha doğrusu, bir başka kocaman masa! Masada iki ceşit ekmek, dort ceşit salata. Sebze haşlama, yoğurt, galeta. Mezeler (!), meyveler, yaprak sarma. Ortaya karışık kebap, sac kavurma. Corba ki yemekten sayılmaz artık, o da orada. Ana yemek, baba yemek mutfakta, sırada. Tatlılar da gelecek; lÂkin catlamaya ramak kala!
Tekrar sor şimdi: Peygamberimiz aleyhisselÂm, hic boyle bir sofraya oturdu mu acaba?
NE SOFRASI?
Bunu duşunmek yerine, hemen şunu soyluyor insanımız: “Misafire ikrÂm edilenden sorgu suÂl yoktur!” Biz de bunu diyene şunu duşunmesini tavsiye ediyoruz: “Allah icin don de bir bak, bu sofra ikram sofrası mı, israf sofrası mı? Bu sofra kurulurken, irade neye teslim olmuş? Sunnete mi, şehvete mi?” Ustelik bir de “Kusura bakmayın bir şey yapamadım!” cumlesi var ki bunu kurabildiğimize gore, ya gercekten onca nimeti adam yerine koymuyoruz ya da Allah ’tan da hakkıyla korkmuyoruz.
Ne yazık ki coğu yerde, ikrÂm ettiği zannıyla israf eden, boyle yaparak helÂli, farkında bile olmadan harama ceviren bir davranış tarzı benimsenmiş. Gerek gunluk sofralarda, gerekse misafir sofralarında bir gosteriş arzusu, bir “Ne derler!” korkusu almış başını gitmiş. “O beş ceşit yapmıştı, ben uc yaparsam olmaz!” diyenler, ceşit sayısını on beşe, yirmiye, otuza cıkarmakta beis gormeyenler, israfta birbiriyle cılgınca bir yarışa girenler, boylece omru mutfakta gecip, hayatının en temel meselesi olarak yemek pişirmeyi secenler coğalmış. Sunnete uygun ikram etmeye gayret edenler, tembellik ve cimrilikle suclanmış. “Tek ceşit yemek” kavramı, artık sadece sozluklerden değil, anlaşılmaktan da cıkmış. Mihenk taşı sunnet olmayınca, değer yargıları değişmiş. Bir hatun, ne kadar cok yer ve yedirirse o kadar mÂrifetli, ne kadar az yer ve yedirirse o kadar illetli kabul edilmiş. Misafir kabûlleri eziyete ve kulfete, misÂfir olmak da cileye ve zahmete donuşmuş.
HANGİ DİN BUNLARI EMREDİYOR?
İnsanımız iyi niyetli ve comerttir, ikram etmeyi sever, sevap kazanmayı, du almayı ister ve yedirir, eyvallah; lÂkin bircok yerde bu ibÂdet, maksadını fazlasıyla aşmış. Sofraya konulmuş butun yemekleri yiyemedi diye misafire kızmak, “Sizin icin o kadar zahmet cektim, ne yaptıysam yeyin, yemezseniz kuserim!” demek de hak (!) olmuş. Halbuki ikram sunnet, luzumsuz ısrar eziyettir. MisÂfire ikram hazırlamak icin zahmete girmeyi, hangi din emretmiştir?
Coğu insan, ev sahibini kırmamak adına yer de yer. LÂkin o sırada mide, kalp, damar, karaciğer, kendince feryÂt eder. Aynı anda, yetimler, oksuzler, garipler ac, dullar namerde muhtactır nice yerde… Gelin gorun ki neredeyse surekli tok gezen ve acıkmadan yiye yiye hantallaşan bunyenin, muhtaclara karşı duyduğu hassÂsiyet de elbet alelÂde… O sebepten verdiğimiz kıt, yediğimiz sÂkıttır. O sebepten tıkınıp tıkınıp, “Artanları zaten Suriyelilere veriyoruz” diyerek avunmak son modadır.
“Verdiğimiz bize kaldı y Âişe!” cumlesindeki uyanıklık ve incelik, “Artığımız size kaldı ey fakirler!” cumlesindeki kabalık ve bencillikle yer değiştirmiştir.
MİSAFİRLİK BİTTİ
İşte boyle, Allah ne verdiyse, hepsini bir defÂda yemeye ve yedirmeye kalkışan, sunnete yaklaşmaya calışana cimri yaftası olup yapışan tuhaf insanlar coğaldı. Ustelik bu israf sofralarının sebep olduğu zararları, vicdanlar onayladı. Sayalım:
MisÂfirlik muessesesi bircok yerde can cekişirken, bircok yerde olmuştur. Cunku insanlar, aslında cok kolay bir sosyal ibÂdet olan yemek ikrÂmını masraflı bir eziyete donuşturmuştur. Sonra da artık ciddi bir zaman, enerji ve para kaybına cevirdiği bu eylemden bıkmıştır. Bunca nimetin icinde, unutkanlık, nankorluk, şikÂyet, mutsuzluk ve ac kalma korkusu alabildiğine yaygın, fakir zengine kırgındır. Ekmeğin de bir ceşit yemek olduğu gerceği coktan unutulmuş, hasret yaşanmadığı icin, vuslatın tadı kacmıştır. Nefsinin sonu gelmez istekleri icin savaşmak yaygın ve saygın, nefsinin sonu gelmez arzularıyla savaşmak ise gereksiz ve temelsiz sayılmış, cok yemekten bedenler hastalanmış, idrakler bayılmıştır.
İnsanların, kazandıklarını buyuk bir iştahla kazana koyup kaynattıkları, sonra da bu kadar sorumsuzca cop kovalarına ve helÂya boşalttıkları bir başka devir oldu mu bilmiyorum; fakat musriflikten tevbe ederek sunnete, yani dengeye, yani sıhhate ve kanaate yaklaşmanın farz olduğunu biliyorum.
ÂdÂbıyla yeseydik, yemek şif olurdu. Biz ÂdÂbını yedik, yemekler cef oldu. Şimdi, mide ve karaciğerin Âhı, siroz olup cıkmadan evvel, herkese şu sorunun cevÂbını tefekkur etmeyi tavsiye ederim: Kelime i şehÂdet getiren ve eûzu besmele ceken bir insanın, sunnete bu kadar aykırı yemesi ve yedirmesi, mazÂallah, kendi îmÂnıyla celişmesi değil de nedir.
Kaynak: Neslihan Nur Turk, Altınoluk Dergisi, Sayı: 375, Mayıs 2017
İslam ve İhsan