
CenÂb-ı Hakk ’ın rız ve muhabbetine nÂil olmak isteyen kimse ne yapmalıdır? Nasıl bir ahlaka sahip olmalıdır? Peygamberimiz (s.a.v) kendini taşlayanalara nasıl dua etti?Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Her kim bana agyÂr ise Hak Tanrı yÂr olsun ona,
Her kancaru[1] varır ise bÂğ u bahÂr olsun ona.
Bana ağu[2] sunan kişi, şehd[3] u şeker olsun aşı,
Gelsin kolay cumle işi, eli erer olsun ona.
Onumce kuyu kazanı, Hak tahtın ağdırsın[4] onu,
Ardımca taşlar atanı, guller nisÂr[5] olsun ona…
Gonuller Allah muhabbetiyle kemÂle erince, artık fÂnîlerin ez ve cefÂları, hayatın med-cezirleri gozden duşer, gonulde ehemmiyetini kaybeder. Artık zahmetler bile rahmet, dikenler bile gul gibi gelir.
CenÂb-ı Hakk ’ın rız ve muhabbetine nÂil olmak isteyen kimse; kendisine yapılan kotuluğe bile iyilikle mukÂbele etmeyi, insanların ez ve cefÂlarına, Allah rızÂsı icin aldırış etmemeyi şiÂr edinmelidir. Nitekim Rabbimiz ’in insanlığa ornek şahsiyetler olarak lûtfettiği peygamberler, murşid-i kÂmiller, Âlimler ve Ârifler, dÂim bu guzel ahlÂkı sergilemişlerdir.
PEYGAMBERİMİZİN (S.A.V) KENDİNİ TAŞLAYANLARA DUASI TÂif ’te Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in, kendisini taşlayanların helÂki icin değil, hidÂyeti icin du etmesi, bu gonul ufkunun muhteşem bir tezÂhurudur. O Rahmet Peygamberi şoyle niyazda bulunmuştu:
“AllÂh ’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, cÂresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir gorulmemi Sana arz ediyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, cektiğim mihnet ve belÂlara aldırmam!
İlÂhî! Sen kavmime hidÂyet ver; onlar bilmiyorlar…” (İbn-i HişÃ‚m, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)
Zira Peygamber Efendimiz ’in kalb-i şerîfi, Allah ile beraberliğin tarifsiz zevk ve lezzeti ile mutmain bir hÂldeydi. Bu sebeple nefsi icin kızıp ofkelenmek, intikam hırsına kapılmak gibi nefsÂnî zaaflar O ’nda mevcut değildi.
Uhud ’da mubÂrek dişlerini kırıp gul yuzunu kanatanlara beddu yerine du etmesi, Mekke Fethi ’nde muşriklerin zulum ve işkencelerine karşı tam bir kısas yapma imkÂnı eline gecmişken, yine de cezÂlandırmak yerine onları affedip hidÂyetlerini dilemesi, yani kendisine zulmedenlerin bile felÂketini değil saÂdetini istemesi, hep bu yuce ahlÂkın tezÂhurleriydi.
Nitekim Âyet-i kerîmede buyrulur:
“İyilikle kotuluk bir olmaz. Sen (kotuluğu) en guzel bir şekilde (iyilikle) onle. O zaman seninle arasında duşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)
Hakîkaten, Yaratan ’dan oturu yaratılanlara şefkat, merhamet, af ve musÂmahadan doğan bu “ihsan” ahlÂkının bereketiyledir ki nice azılı duşman, samimî bir dost olmuştur. Zira insan, ihsÂna mağluptur. İyilik yapılan kimse duşmansa dost olur; ortadaysa yakınlaşır; yakındaysa muhabbet ve samimiyeti ziyÂdeleşir. Kotuluğune iyilikle karşılık verilen kimse icin bu iyilik, bir daha o kotuluğe donmemesine -inşÃ‚allah- vesîle olur.
EN COK ACINMASI GEREKEN KİMSELER Diğer taraftan, bu cihanda zayıflara, muhtaclara, mazlumlara acımak gerekirse de, en cok acınacak hÂlde olanlar, merhamet fukarÂsı zÂlimlerdir. Zira Âhiret penceresinden bakıldığında acıkca gorulur ki; asıl acınmaya muhtac olanlar, dunyada acımasızca zulmeden zÂlimlerdir. Bu itibarla; vicdan, iz ’an ve insÂfa veda etmiş olan vahşî kapitaliste, mÂneviyat mahrumu materyaliste, merhamet ve gozyaşı bilmeyen menfaatpereste, işcisinin hak ve hukukunu ciğneyen gaddar patronun sefil rûhuna, “Acıyın bize!” feryatlarına sağır kesilen alık ve abus cehrelere daha cok acımak gerekir! Onların hazin Âkıbetini duşunup acıyabilmek, ancak yuksek ruhların sanatıdır.
Bu acımanın mÂnÂsı ise; onları munÂsip bir lisÂn ile îkaz etmek, zulumlerine mÂnî olmaya calışmak ve onlara merhameti, şefkati, acımayı oğretmektir. Zira bunları unutan kimse, ebedî saÂdetin kapısını acan anahtarı yitirmiş demektir.
Diğer taraftan, kotuluk yapana bile iyilikle mukÂbele edebilmek, nefse cok ağır gelse de, gonuller fetheden bir fazîlettir. Bu ahlÂkı yaşamanın dunyevî tarafı acı, fakat uhrevî tarafı cok tatlıdır. Bu ahlÂk; kalbin sanatı, rûhun zaferidir. Bir zafer ve başarının şerefi de, ona ulaşmak icin katlanılan guclukler nisbetinde buyuktur.
Şahsına yapılan kusurlar karşısında ofkelenip intikam almak, ham ruhların nefsÂnî bir tatminkÂrlık arayışıdır. Bu fırsat ve imkÂnı elde eden bir mu ’minin, af ve ihsanda bulunarak ofkesini bastırabilmesi ise, ilÂhî rahmeti celbeden mustesn bir ruh asÂletidir.
SAHABENİN COMERTLİĞİ Bu gonul ufkunun ashÂb-ı kirÂmdaki bir tezÂhuru şoyledir:
Fakir muslumanlardan Ulbe bin Zeyd -radıyallÂhu anh-, gecenin bir kısmı gecince kalktı, namaz kıldı ve şoyle yalvardı:
“Ey AllÂh ’ım! Sen cihÂda cıkmayı emir buyurdun. HÂlbuki ben, uzerine binip Rasûl ’un ile birlikte cihÂda cıkabileceğim bir hayvana sahip değilim! Rasûl ’unun elinde de beni uzerine bindirecek bir hayvan yok. Ben her zaman mal, beden ve eşyadan uzerime duşen sadakayı vermişimdir. Ey AllÂh ’ım! Kulların icinde bana nasip ettiğin şu bir parca malımı tasadduk ediyorum!”
Sabah olunca Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in yanına gidip:
“–YÂ RasûlÂllah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir parca eşyamı tasadduk ediyorum! Bu (azıcık infÂkımı kucuk gorerek) beni uzen veya bana kotu soz soyleyen, ya da benimle alay eden kimseye de hakkımı helÂl ediyorum!” dedi.
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-; muhabbet ve comertlikle dolu olduğu kadar, af ve merhamet yuklu olan bu sozler karşısında sadece:
“–Allah sadakanı kabul etsin!” buyurdu ve başka bir şey soylemedi. Ertesi gun Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Ulbe bin Zeyd ’e:
“–Ben senin sadakanı kabul ettim. Seni mujdelerim! Muhammed ’in varlığı kudret elinde bulunan AllÂh ’a yemin ederim ki, sen sadakası kabul edilenlerin dîvÂnına yazıldın.” buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsÂbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; VÂkıdî, III, 994)
Demek ki insanlardan gorduğu ez ve cefÂları Allah rızÂsı icin affedebilmek ve affede affede ilÂhî affa lÂyık hÂle gelebilmek, sÂlih mu ’minlerin sahip olduğu yuce bir gonul ufkudur.
Nitekim YÂsîn Sûresi ’nde kıssası anlatılan Habîb en-NeccÂr, kendisini taşlayıp şehîd edenlere kızmak yerine onlara acıdı;
“…Âh keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrÂma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi.” (YÂsîn, 26-27) dedi.
HallÂc-ı Mansur da, kendisini anlamayanlar tarafından taşlanırken;
“YÂ Rabbi! Onlar bilmiyorlar. Benden evvel, beni taşlayanları affet!” niyÂzında bulundu.
LÂkin şunu da ifade etmek gerekir ki, her turlu kusur karşısında af ve musÂmaha gostermek de doğru değildir. Af ve musÂmaha, affedecek kişinin şahsına karşı işlenen suclarda soz konusudur.
Hazret-i Âişe VÂlidemiz, Peygamber Efendimiz ’in bu hususta sergilediği tavrı şoyle ifade buyurmuştur:
“…Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, kendisine fenÂlık yapan kimseden intikam almadı (yani cezÂlandırmadı). Yalnız AllÂh ’ın yasak ettiği şeyler ciğnenince, o yasağı ciğneyenden Allah adına intikam alır (onu cezÂlandırır)dı.” (Muslim, FedÂil, 79; Ebû DÂvûd, Edeb, 4)
Yani oyle suclar vardır ki onlar, dînî ve millî mukaddesÂta, toplumun hakkına saldırı mÂhiyetindedir. Boyle durumlarda, affetmekten cok, ıslÂh icin cezÂya başvurmak, adÂleti temin etmek ve doğru ile yanlışı acıkca îlÂn etmek gerekir. Zira umûmu ilgilendiren suclar affedildiğinde, bunun daha buyuk haksızlıkların onunu acacağı, dolayısıyla topluma zulmedilmiş olacağı muhakkaktır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2020 – Haziran, Sayı: 412
İslam ve İhsan