
Gonul, dergÂh haline nasıl getirilir?Îmanla yoğrularak bir rahmet dergÂhı hÂline gelen gonul, şefkatle carpmaya başlar. İhlÂs ile hizmet ve fedakÂrlığa koşar. Samimî îman ve İslÂm ahlÂkının guzelliği, bu kıvama ermiş ruhlardan taşarak etrafındaki gonulleri yeşertir, fetheder. Onların derdi, taraftar toplamak değil, Cehennem ateşinden insan kurtarmaktır. NefsÂniyetin, şeytanın, kotuluğun, bÂtılın kolesi olmuş, Cehennemʼe suruklenen gonulleri ÂzÂd etmektir.
İslÂm ’ın hikmet ve hakikatlerinden mahrum bir insan, dunya hayatının imtihan hÂdiseleri icinde, surekli değişen şartlar sebebiyle, rûhÂniyet ve nefsÂniyet arasında bocalar durur. Bu hÂliyle o tıpkı;
Karanlık, fırtınalı ve girdaplı bir okyanustaki dumeni kırık bir gemi gibidir. Rûhunun muhtac olduğu mÂnevî rotayı kaybetmiş olduğundan, nefsin hangi girdabında helÂk olacağı, mechuller arasındadır.
Hayat yolculuğunun girift koridorlarında dolaşan insanın, kulluk haysiyet ve şerefini kaybetmemesi, ebedî saÂdetini mahvetmemesi ve diğer taraftan da İslÂm ’ın incelik ve zarÂfetini idrÂk edebilmesi icin tÂkip etmesi gereken yolu, sırf Âciz aklıyla keşfedebilmesi mumkun değildir. Bu ebediyet yolculuğunda ilÂhî irşad kÂnunlarının hukumranlığına ve rehberliğine şiddetle ihtiyac vardır.
Butun yaratıklar, hayatlarını surdurebilmek icin beslenmeye mecburdurlar. Bunun gibi insan da hayatta, madde ve mÂn dengesi icinde, doğru bir yol tutabilmek icin, aklını selîm hÂle getirmeye, kalbini Kur ’Ân ve Sunnet ’in nûru ile beslemeye, velhÂsıl ilÂhî terbiye altına girmeye mecburdur.
MUHABBET VE İTAAT
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (BuhÂrî, Edeb, 96)
Allah Rasûlu ’nu sevmek, O ’na itaati ve kalbî rÂbıta ile beraberliği gerektirir. Zira muhabbet, iki kalp arasındaki bir cereyan hattıdır ve sevginin seviyesi, bu hattın keyfiyetine bağlıdır. Bu kalbî beraberlik; nebevî ahlÂktan nasip alarak duygu derinliğine varabilmek ve HÂlık ’ın nazarıyla mahlûkÂta bakış tarzını kazanabilmekle mumkundur.
Yani gonuller, Allah Rasûlu ’nun hÂliyle hÂl­le­ne­bildiği olcude O ’nunla beraberliğin feyz ve bereketine nÂil olabilir. Boyle bir muhabbet ise, itaat, fedÂkÂrlık ve gayrete bağlıdır. AllÂh ’a muhabbet, O ’nun Rasûlu ’ne buyuk bir îman vecdiyle tÂbî olmayı gerektirir. Nitekim Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(Rasûlum!) De ki: Eğer AllÂh ’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve gunahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrÂn, 31)
“İnsanlardan oyleleri de var ki, AllÂh ’ın rızÂsını kazanmak icin kendini ve malını fed eder…” (el-Bakara, 207)
İnsanın asıl mechullerini mÂlum kılacak, kabir ve Âhiret gibi idrÂk otesi Âlemlerin karanlık gecit ve surprizlerini aydınlatacak ve insanın rûhunu huzura kavuşturacak olan, CenÂb-ı Hakk ’a tam bir teslîmiyet ve muhabbetle itaattir. Kul, ancak bu sûretle Hakk ’ın rÂzı olacağı mÂnevî bir olgunluğa erişir.
Bu hususta takip edilecek en selÂmetli yol da, Rabbimizin butun insanlığa kÂmil insan modeli olarak armağan ettiği Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in nurlu izinden gitmektir. O ’nun gonul dokusundan hisse alarak, ilÂhî aşk, vecd ve muhabbette derinleşmeye calışmaktır.
MÂNEVÎ OLGUNLUK
Bu yola sadÂkatle baş koyanların gonul Âlemleri, engin bir rahmet deryÂsına donuşur. Zira RahmÂn ve Rahîm olan Allah, Sevgili Rasûlu ’nu de butun Âlemlere rahmet olarak gondermiş ve O ’nu insanlığa merhamet vasfıyla da ornek kılmıştır.
Dolayısıyla Allah Rasûlu ’nun gonul dokusundan lÂyıkıyla hisse alabilenlerin gonulleri de butun mahlûkÂtı kucaklayan bir merhamet dergÂhı hÂline gelir. Onlar, artık nefsÂnî takıntıların, şahsî menfaat hesaplarının esÂretinden ÂzÂd olmuşlardır. Gonulleri, Allah ve Rasûlullah muhabbeti ile hakîkî muhabbetin lezzetini tatmıştır. Bu sebeple butun fÂnî haz ve lezzetler, onların nazarında ehemmiyetini kaybetmiştir. Onların butun gayreti, duşuncesi, kaygısı, derdi ve ıztırÂbı, butun mahlûkÂtın huzur ve saÂdeti icindir.
Zira onlar, ilÂhî ve nebevî terbiye neticesinde, “Nefsî, nefsî!” hodgÂmlığından kurtulmuş, “Ummetî, um­me­tî!” diğergÂmlığına er­miş­ler­dir. Başkalarının ıztırÂbıyla muzdarip olan, onların huzuruyla da huzur bulan, rakik ve hassas bir gonul kıvÂmına ulaşmışlardır. Kendi kurtuluşlarının, başkalarının da kurtuluşuna gayret etmekten gectiğini idrÂk etmişlerdir.
Hakk ’a vuslatın nasıl bir kalbî kıvama bağlı olduğunu, şu kıssa ne guzel ifÂde etmektedir:
BÂyezîd-i BistÂmî -kuddise sirruh- anlatıyor:
“Zamanımızda binlerce velî vardı. Fakat asrın kutupluğu vazifesi Ebû Hafs adında bir demirciye verilmişti. Bunun hik­metini oğrenmek icin onun dukkÂnına gittim. Kendisini cok dert­li, mahzun ve mağmum gordum. Sebebini sordum. Buyuk bir huzunle şoyle dedi:
«–Acaba benim derdimden daha buyuk bir dert, benden daha dertli bir insan var mı? Derdim şudur ki; acaba kıyÂmet gununde ummet-i Muhammed ’in hÂli nice olur?»
Ardından ağlamaya başladı ve beni de ağlattı. Merak edip sordum:
«–Halkın azÂba dûcÂr olmasından nicin bu kadar kederle­niyorsun?»
Ebû Hafs Hazretleri ce­v­ben:
«–Benim fıtratım merhamet ve şefkat mayasıyla yoğrul­muştur. Şayet ehl-i gafletin butun azÂbı bana yukletilip onlar affedilse, ben bundan ziyÂdesiyle memnun olurum ve derdim­ de son bulur…» dedi.
Bunun uzerine anladım ki, Ebû Hafs Hazretleri «nefsî nefsî» diyenlerden değil, peygamber meşrebinde olup «ummetî ummetî» diyenlerdendir.”
Gorulduğu uzere Rahmet Peygamberi -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efen­dimiz ’in gonul iklîminden hisse alan Peygamber vÂrislerinin her hÂli, rahmet dergÂhı bir gonlun yuksek hassÂsiyetlerini yan­sıt­mak­ta­dır.
“Turkistan ’dan Şam ’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır… Bir kalpte huzun varsa, o kalp benim kalbimdir.” diyen Hasan Harakānî Hazretleri; yine bir anlık dalgınlıkla din kardeşlerinin uğradığı felÂketi duşunemeyip kendi selÂmetine sevindiği icin otuz yıl boyunca o Ânın tevbe ve istiğfÂrı icinde olan Seriyy-i Sakatî Hazretleri ve emsÂli Hak dostlarının engin hissiyÂtı, bu hÂlin sayısız tezÂhurlerindendir.
FAZÎLET USTUNE FAZÎLET
Gerektiğinde nefsinden de ferÂgat ederek dÂim diğergÂm bir ruhla şefkat ve rahmet tevzî eden Hak dostlarından Rabî Hazretle­ri ’ne felc isÂbet etmişti. Bir gun kapısına bir yoksul geldi. Rabî Hazretleri:
“–Ona bir şeker verin!” dedi. Cunku kendisi şekeri cok severdi. “Sevdiklerinizden infÂk etmedik­ce birr ’e(hayrın kemÂline)eremezsiniz!..” (Âl-i İmran, 92) Âyet-i kerî­mesini boyle anlıyordu.
Rabî Hazretleri ’nin ağrısı iyice artınca, canı tavuk eti istedi. Fakat kırk gun kendini tutup, tavuk eti yemedi. Bir gun hanımına:
“–Kırk gundur canım tavuk eti istiyor. Belki vaz­gecebilirim diye kendimi tutmaya calışıyorum.” dedi.
Hanımı:
“–FesubhÂnallÂh! Şu kendini yemekten alıkoydu­ğun şeye bak! Bunu Allah sana helÂl kılmıştır!” dedi.
Rabî Hazretleri ’nin hanımı hemen carşıya gitti ve bir tavuk aldı. Tavuğu kesip kızarttı. Guzel de bir ekmek yaparak ceşitli katıklardan oluşan bir sofra hazırlayıp getirdi ve Rabî Hazretleri ’nin onune koydu. Tam o esnÂda kapıya bir yoksul gelip:
“–Allah rızÂsı icin bir sadaka verin ki Allah size bereket versin!” dedi.
Bunun uzerine Rabî Hazretleri, tavuğu yemekten vazgece­rek hanımına:
“–Al bu tavuğu, şu muhtÂca ver!” dedi.
Hanımı:
“–FesubhÂnallÂh!” deyince Rabî Hazretleri:
“–Sana dediğimi yap!” dedi.
Bu sefer hanımı:
“–BÂri, onun icin daha hayırlı olacak bir şey yap.” dedi.
Rabî Hazretleri:
“–Peki, ne yapayım?” diye sorunca, hanımı:
“–Tavuğun parasını verelim, sen de arzuladığın tavuğu ye!” dedi.
Rabî Hazretleri:
“–Gayet guzel bir teklif! Bu tavuğu alacak kadar bir para getir!” dedi. Hanımı parayı getirince de:
“–Şimdi parayı şu tavuğun yanına koy ve ikisini de o zÂta ver!” dedi.
Hanımı da hem parayı hem de tavuğu goturup yoksula verdi. (Bursevî, Rûhu ’l-BeyÂn, [Âl-i İmrÂn, 92])
Şuphesiz ki bu hÂl, comertliğin zirve seviyesi olan “ÎSÂR” fazîletidir. Yani kendi imkÂnlarını, Allah rızÂsı icin bir din kardeşine devredebilme fedÂkÂrlığıdır. CenÂb-ı Hak bu fazîleti Âyet-i kerîmede ne guzel tarif ve taltîf eder:
“Onlar kendi canları cektiği hÂlde, yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sadece Allah rızÂsı icin yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkur beklemiyoruz. Biz, cetin ve belÂlı bir gunde Rabbimizden (O ’nun azÂbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yuzden Allah, onları o gunun fenÂlığından esirger; (yuzlerine) parlaklık, (gonullerine)sevinc verir…” (el-İnsÂn, 8-11)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Yıl: 2010 - Ocak, Sayı: 287
İslam ve İhsan