
Kim derdi ki; Safahat ’ta meyhÂneyle ilgili bir şiir bulunsun! Hem de Âkif ’in dindarlığı ve İslÂmî cehresi herkes tarafından bilinirken... Ama işte Âkif bu! Adımlamış sokakları, toplumun acı bir yarasını gormuş ve şiiriyle gozler onune sermiş. Yara meyhÂnedeyse, meyhÂne dile getirilecek ve mukemmel bir gozlemcinin yakaladığı farklı detaylarla ve ortama son derece hÂkim bir uslûpla, hem mekÂn hem de hÂdise anlatılacak…Mehmet Âkif ’le beraber adımlıyoruz sokakları… Merhum, yurumeyi cok severmiş, pek cok yere de yuruyerek gider gelirmiş. Bu, hem hisseden bir insanın kendisiyle baş başa kalmasını sağlayan, hem de kişiyi toplumla her acıdan butunleştiren bir mutefekkir faaliyeti aslında… Arnavut kaldırımlarıyla dolu eski İstanbul ’da kendine has yuruyuşuyle şehre dalıyor, hÂdiseleri goruyor; gorunmeyenleri kavrıyor ve bize gosteriyor, mumkun olduğunca da hissettiriyor. Ve o muazzam aruzuyla oyle teşbihlerle ciziyor ki resimleri, insanı kendine hayran bırakıyor.
Safahat şÃ‚iri, şiiri sanat icin değil, sanatını gostermek icin değil; fark ettirmek icin yazar. Acıyı, kederi, yarayı fark eder. Fark ettiği bu acılar, bir şuur hÂlinde butun rûhunu sarar ve şiiriyle muhteşem bir sanat eseri olarak dışarı taşar. Gercek bir sanatcının rûhu, dunyanın butun acılarına yuvadır cunku... Ve o hem bir şÃ‚ir, hem de diğergÂm bir muslumandır ve vazifesi uyandırmaktır.
Kim derdi ki; Safahat ’ta meyhÂneyle ilgili bir şiir bulunsun! Hem de Âkif ’in dindarlığı ve İslÂmî cehresi herkes tarafından bilinirken... Ama işte Âkif bu! Adımlamış sokakları, toplumun acı bir yarasını gormuş ve şiiriyle gozler onune sermiş. Yara meyhÂnedeyse, meyhÂne dile getirilecek ve mukemmel bir gozlemcinin yakaladığı farklı detaylarla ve ortama son derece hÂkim bir uslûpla, hem mekÂn hem de hÂdise anlatılacak…
MEYHANEDEKİ TOPLUMSAL YARA
MeyhÂne şiirinde, bu gunah menzili o kadar guzel tasvir edilmiştir ki; bir meyhÂne mudÂvimi bile bu kadar ustalıkla anlatamazdı. Bu da Safahat şÃ‚irinin ustun kavrayış ve sunuş yeteneğinin bir gostergesidir. Cok konuştuk, şimdi biz susalım ve sozu Âkif ’e bırakalım:
HurûşÃ‚n bÂd-ı sufliyyet derûnundan, kenÂrından;
GirîzÂn rûh-i ulviyyet harîminden, civÂrından.
Cıkar bin nÂle-i nevmîd hÂk-i ra ’şe-dÂrından,
İner bin zulmet-i makber fezÂ-yı şeb-nisÂrından.[1]
Âkif, şiirinin başlangıcına Farsca ’yı yoğun olarak kullandığı tasvirlerle başlıyor. Yeni nesle zor gelen bu dil, o zamanlar şiir ve edebiyatla meşgul her insanın Âşin olduğu bir lisÂndı. Âkif, Farsca ’yla hem sanatını icr ediyor, hem de hakikatleri en guzel şekilde ifade ediyor.
MeyhÂnenin Âkif ’in rûhuna verdiği kasvet, şiirin ilk mısralarından bile seziliyor. Suflîliğin ruzgÂrı iceriye en ucr koşesinden sızıp dururken, ulviyet ve butun yucelikler kacar gibi mekÂndan uzaklaşıyor. Umitsiz cığlıklar, acıyla titreyen toprağından cıkıp ortamı dolduruyor ve gece gibi karanlık tavanından uzerine kabir karanlığı iniyor. Duvarından tavanına, zemininden en ufak tuğlasına kadar karanlıklar icinde bir ortam, dipdiri meyyitlerin/canlı cenÂzelerin yerin ustundeki kabri…
Âkif, meyhÂnenin rûhuna verdiği karanlığı, aruzun en guzel şekliyle şiirleştirirken geliyor meyhÂnenin mudÂvimlerine:
Dokulmuş Âb-rûlar bÂde-i pesmande hÂlinde!
Emel bir munkesir peymÂnedir saff-ı nÂilinde
Boğulmuş rûh-i insÂnî şarÂbın mevc-i Âlinde.
NumÂyÂn mel ’anet sÂkîsinin cirkin cemÂlinde!
Ne mÂzî var, ne Âtî, bak şu ayyÂşın hayÂlinde...
Tutup bir zehr-i ÂteşnÂk dest-i bî-mecÂlinde,
ZevÂl-i omru bekler, hem şebÂbın t kemÂlinde![2]
MeyhÂnedeki şarap, kadeh gibi metÂları da hicvedercesine tasvirlerine katan Âkif, kÂh acıyarak, kÂh insanlık emÂnetinin zÂyî edilmesine ofke duyarak anlatıyor, kendi tabiriyle ayyaşları:
Yere damlayan şarapla beraber yuzsularını da yerlere dokmuş, kırılan kadehler gibi umutları ve hayata bağlılıkları paramparca olmuş bir yığın insan kılığında kulceler... Ve yine muhteşem bir tasvir:
“Rûh-i sultÂnîsi, insanlık rûhu şarabın kızıl dalgalarında boğulmuş, yok olmuş gitmiş.”
MeyhÂnecinin ise yuzu mel ’anetin resmi gibi… Ne icende hayır var, ne de icirende… Rûhu bu karanlıklarda, şarabın uyuşturucu buharında boğulup giden sarhoşlarda, artık ne gecmişin anıları kalmış, ne gelecekle ilgili emel… Belki de insanlığın en zavallı hÂlidir bu... Ve son cumleyle noktayı koyuyor, belki de bir milletin nesli icin en acı teşhis:
“Omrunun bitmesini bekler, gencliğin en guzel, en verimli zamanında.”
Yani bir yığın istîdÂdın, bu kadar karanlık ve boğucu bir ortamda sahte saÂdetlerle ziyÂn olması... Âkif, o kadar guzel anlatıyor ki; meyhÂneye girmeyen de girmiş kadar oluyor ve sanki yureği kesîf bir acı ve tiksintiyle doluyor. Bu şiiri okuyan, bir daha meyhÂneye adım atmaz diyeceğim, ama zaten Safahat okuyan insanın yolunun meyhÂneyle kesişmesine ihtimal veremiyorum.
Ve her zamanki uslûbuyla hikÂyesine başlıyor şÃ‚ir... Elbette ki bu şiir boşuna yazılmadı, meyhÂne boşuna anlatılmadı. Sıra şimdi şÃ‚irin yureğini dağlayan hikÂyede:
Canım sıkıldı dun akşam, sokak sokak gezdim;
Sonunda bir yere saptım ki, once bilmezdim.
Bitince bir sıra ev, sonra bir de virÂne,
Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhÂne.
Diyerek meyhÂneyi ve icinde gorduğu manzarayı birkac mısra ile anlatıyor. Sakat, bacaksız sandalyeler, kırık dokuk şişeler, eski masalar, fes ve takke yığınları ve kulağına carpan sarhoş muhabbetleri:
-Kuzum Dimitri, bu akşam biraz ziyÂdece ver...
-ZiyÂde, anladık amma ya ictiğin şişeler?
-Cizersin... -Oyle mi? LÂkin silinmiyor cetele!
Bakın tavan tebeşirden gorunmez oldu... -Hele!
-Bizim peşin paramız... Almadın mı dun kuruşu?
-Ayol, tukendi mezen... Bari koy biraz turşu.
Arattı kendini ustan... Dinince dinlensin!
-Hasan be, sen de nasıl nazlı nazlı soylersin!
Âkif ’in sarhoş muhabbetini bu kadar ustaca nakledebilmesi, insanı duşundurmuyor değil. Etrafında ickiye duşkun olanlar biliniyor, onlardan belki bir kulak ÂşinÂlığı vardır. Ama acıkcası burada asıl ortaya cıkan, şÃ‚irin cok iyi bir gozlemci olduğu ve keskin bakışlarıyla en ufak detayı atlamadan her şeyi kendi ic dunyasına cekip toplayarak derdini anlatırken en guzel şekilde kullandığıdır. Evet, bir meyhÂne ortamını da gozlemlemiştir, uzaktan da olsa... YÂrini bildiği kadar, ağyÂrını da bilir Âkif… Ki yÂrine meftunluğu artsın.
Sarhoş muhabbeti devam etmekte, kafalar dumanlanmakta ve olayın hodgÂm, zÂlim ve bedbin karakteri meyhÂneye teşrif etmekte:
- O kim gelen?
- Baba Ârif.
- Sakallı, gel bakalım... Yanaş
- SelÂmun aleykum.
- Otur biraz cakalım...
- Dimitri, hey, parasız geldi sanma, işte para!
- Ey anladık a kuzum...
- Sar be yoldaşım cıgara...
- Aman bizim Baba Ârif susuz musuz iciyor!
- Onun bi dalgası olmak gerek: Tunel geciyor.
Buralarda karşılıklı konuşmayı Âkif ’in şiirine nasıl taşıdığını da gormuş oluyoruz. Baba Ârif, her zamanki gibi gelmiş, ortama girmeye başlamıştır, birazdan kapıda bir siluet gorunur:
Dikildi ağzına, baktım, acık duran kapının,
Fener elinde bir erkek, yanında bir de kadın.
Beş-on dakika suren bir duşunceden sonra,
Kadın da girdi o zulmet serÂ-yı menfûra.
Gelen, Baba Ârif ’in bîcÂre hanımıdır. Duyduğu buyuk hicÂba rağmen konuşmaya başlar. Ağzından dokulen sozler, ciğerinin yangınıyla koruklenmiş alevden kordur:
Demek taşınmalı artık coluk-cocuk buraya!
Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık...
Anan da, ben de, yumurcakların da ac kaldık!
Ne iş, ne guc, gece-gunduz icip zıbar sade;
Sakın duşunme, cocuklar aceb ne yer evde?
……
Calışmadın, beni hep bunca yıl calıştırdın;
O yavrucakları cıplak, sefil alıştırdın;
Bilir mahalleli kim aldığın zamanda beni,
Cehiz cimenle donatmıştı beybabam evini.
……
Kızın yetişti, alan yok, nasıl olur ki? Soran:
«Şu sarhoşun kızı İffet değil mi? Vazgec aman!»
Diyen kadınlara; «Pek doğru, pek!» deyip gidiyor:
Bu soz, zavallıyı, bilsen ne turlu incitiyor!
……
Necip de minderi koltukta geldi mektepten...
Demiş ki kalfa: «Sekiz aydır almadım hele ben,
Ne haftalık, ne de aylık... Senin baban olacak
Kumarcı, oğlu icin az yesin de tutsun uşak!»
«Koğuldum anne!» Deyip ağlıyor, zavallı cocuk...
……
Uc akşam oldu ki yoksun. Necip: «Babam nerde!
Ben isterim onu mutlak…» demez mi? Bak derde!
Avutmanın yolu yok; komşunun Huseyin Ağa ’yı
Alıp dolaşmadayım yatsı vakti dunyayı,
Efendiler, ağalar, siz de bir nasihat edin,
Sizin de belki var evlÂdınız...
İcinde taş yerine vicdan taşıyan herkesi duygulandıracak bu sozler, ne yazık ki sarhoş ve uyuşmuş kafalardan arta kalan kurumuş vicdanlarda kendine bir yer bulamıyor. Cilekeş kadının feryadı, kuflenmiş duvarlar tarafından emiliyor sanki… Âh ne acı, bunca acının anlaşılmaması!
Hasan, ne dedin?
-Bırak, kadın amma calceneymiş ha!
-Benimki cok daha fazlaydı.
-Etme!
-Elbet ya!
Diğer nÂdÂnlar boyle konuşadursun, Baba Ârif bir mezar sessizliğiyle karısını işitmez bir şekilde dinlemektedir. HikÂye, bu rezaletle bitse, belki gene eyvah edilmezdi. Ama şiirin sonu oyle bir bitiyor ki; bir yuvanın yıkılışına hepimizi şÃ‚hit kılıyor:
Acıldı ağzı nihayet, acılmaz olsa idi!
Taşıp dokuldu, icinden şu la ’net-i ebedî:
«-Cehennem ol seni hınzır, git: Boşsun!»
«-Ben anladım işi: Sen komşu, iyice sarhoşsun;
Ayıltınız şunu yÂhu!»
-İlişmeyin!
-Bırakın!
Herif ayıldı mı, bilmem, duşup bayıldı kadın!
İşte Âkif, şehrin ucr bir koşesinde herkesin gozden kacırdığı hazin bir hikÂyeyi bizimle boyle derin derin paylaşıyor. Belki gazeteye haber olamayacak, belki anlatılınca “vah vah” edilip gecilecek bir hikÂyeyi icimize icimize işliyor. Binlerce sarhoşun, berduşun Âilelerinin, onların cilelerinin resmini kelimelerle ciziyor, bize de gosteriyor. Cunku mu ’minin merhameti, ummete şÃ‚mildir. “Bana ne?!” demiyor, dedirtmiyor, meyhÂneden dahî bizi haberdar ediyor. Bizi kendi feryat ve acı gecirmez fanuslarımızda bizimle bırakmıyor, sarsıyor, uyandırıyor ki; cabamız artsın.
Ve bir kez daha anlıyoruz, niye Safahat ’ın yastık altı kitabı olarak edinilmesi gerektiğini… Umarız ki; bu şiir ve daha nice şiir, bizim icin bir uyanış olsun. Asrından sesini asrımıza ulaştıran zÂtına selÂm olsun…
[1] HurûşÃ‚n: Coşan.
BÂd-ı sufliyyet: Suflîliğin ruzgÂrı.
GirîzÂn: Kacan.
Nevmîd: Umitsizlik.
HÂk-i rÂşe-dÂr: Titreyen toprak.
Şeb-nisÂr: Gece sacan.
[2] Âb-rû: Yuz suyu.
BÂde-i pesmande: Artık şarap.
Munkesir: Kırılmış.
PeymÂne: Kadeh.
Mevc: Dalga.
NumÂyÂn: Gorunen, ÂşikÂr olan, meydanda bulunan.
AteşnÂk: Kızgın, ateşli.
ŞebÂb: Genclik.
Kaynak: Zeynep Duman, Şebnem Dergisi, 146. Sayı
İslam ve İhsan