
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, muslumanlığının guzelliğindendir.” (Tirmizî, Zuhd, 11) hadîs-i şerîfi mûcibince, daha guzel olmak cabasının ilk adımı, gunahları terk ise, ikinci adımı mÂlÂyÂnîyi terk idi.Zaman gecti, teknoloji, cok kollu hey ’etiyle mÂlÂyÂnî imtihanını epeyce ağırlaştırdı. Oyunlar, sosyal medya ortamı, hatt bilgi akışı... Gundem sÂkin olsaydı, sakınılacak şeyler de ona gore olurdu. Ama insanlık tarihinin en zorlu zamanlarından birini yaşıyoruz ve mÂlÂyÂnî ortamı, imtihanımızı bir girdaba donuşturuyor; farkında olalım ya da olmayalım. Bu noktada durup bir durum değerlendirmesi yapmak, istişarelerde bulunmak elzem... Ne yapsak da insan soyunun bu dertli gunlerinde AllÂh ’ın rızÂsına uygun olanı secsek?
LÂle devri hakkında yazılıp cizilen resmî tarihi bir sureliğine unutalım, savaştan yorulmuş ve nihayet uzun bir savaşsız doneme girmiş bir milletin “rehabilite donemi” diye duşunelim. Her normal insan gibi ev yapmaya, bahce kurmaya vermişler kendilerini... Balkonda bir saksı maydanoz, bir saksı nÂneye eş olunca nasıl mutlu olduğumuzu, nasıl onu alınmaz bir, “Bir evlek tarla edinelim, domatesimizi dalından yiyelim!” coşkusu duyduğumuzu hatırlatırım kent soylu yanınıza…
Peki, ne oldu da bir gun bir grup serseri toplanıp butun o şaşaalı guzelliği mahv u perişan etti, teror estirdi, can aldı, kesip attı neşeyi kokunden? Birileri israfa kapıldı, azdı diyorlar. Birileri de bunun haberini yapıp saf gonulleri idlÂl eyledi. Saf gonuller tÂrumÂr etmek dışında bir yol bilseydi, o yoldan cıkanları da ihy etmez miydi? Neticede onlar once yoldan cıkmıştı, bunlar da onları takip ettiler.
TARİHİMİZE BAKALIM VE KENDİMİZE BİR MEKTEP EDİNELİM
Gunumuzde de boyle bir ayrışma ve uzaklaşma, birbirini yargılama ve tahkîr yaşanıyor. Oyleyse tarihimize bakalım ve kendimize bir mektep edinelim eskilerin tecrubelerini…
AshÂb-ı suffa var, tuccar sahabîler var, ciftci sahabîler var, hizmet sektorunde olan sahabîler var. Kimse kimseyi hor gormemiş, alanını değiştirmesini soylememiş. Daha incelikli yaşamanın derdinde olmuşlar, o mutlu insanlar topluluğu... Aralarında cıkan meselelere, inen Âyetlere bakıyorsun, hÂdise bu. Hazret-i Osman -radıyallÂhu anh- zamanında ilk farklı duşunce sancıları, ilk uygulama şaşkınlıkları; bizzat Hazret-i Osman -radıyallÂhu anh- ’ın sahabîlerce bile anlaşılmayan uygulamaları… MisÂl, Ebû Zer hÂdisesi... Dikkat buyurun, Hazret-i Osman -radıyallÂhu anh- Medîne ’de huzursuzluk cıkaran Ebû Zer -radıyallÂhu anh- ’a tek bir şey soyluyor cağırıp:
“-Peygamberimiz sana demişti, «Medîne ’nin evleri, Nûr Dağı ’na ulaştığında Medîne ’yi terk et!»”
Bir emir hatırlatıyor. Sıffîn Savaşı ’nda Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh-, Zubeyr bin AvvÂm -radıyallÂhu anh- ’a:
“-Hatırla o gunu!..” diyor, “Hani mescitte, Peygamberimizle oturmuş namazı bekliyordunuz. Ben de dışarıdan gelip abdest almış, yanınıza gelmiştim. Bir şey soylemiş o sırada Peygamber sana, hatırla onu…”
Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- oyle îman neşesi icinde mescidin avlusuna girip abdest alırken Zubeyr bin Avvam (ki Âilenin iki damadı oluyorlar, Zubeyr -radıyallÂhu anh- Peygamberimizin bacanağı) gulumseyerek izliyor onu… Peygamberimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bunu fark edince:
“-Cok mu seviyorsun Ali ’yi!..” diye soruyor. O da:
“-Evet, y RasûlÂllah!.. Allah icin cok seviyorum onu…” diye cevap veriyor.
İşte o zaman Peygamberimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- guzel gozlerini ufka dikiyor, esefle:
“-Ama bir gun, haksız yere ona karşı cıkan bir ordunun icerisinde yer alacaksın!” buyuruyor.
Hazret-i Zubeyr, bunu hatırlıyor o an, pozisyonunu idrÂk ediyor ve biliyorsunuz savaşı bırakıp donuyor. LÂkin provokasyoncular, orduya olumsuz tesir eder diye onu ilk mola yerinde, namaz kılarken şehid ediyorlar.
DERDİNE DUŞ, DERDİNİ ARA!
İrfan geleneğimiz var. Dev adımlar atmanın derdine duşmeyen, bir tuğla, bir kiremit, bir ilmek ilerleyen Aziz Mahmud HudÂyî gibi erenler var. Yolda bulduğu sarhoşu eve getirip yıkayıp temizleyen (oyle ya, Peygamber Efendimiz de doymak bilmeyen misafirinin pisliğini elleriyle yıkamıştı, bırakmamıştı hizmetlilere…), yedirip iciren, tek bir “irşad” cumlesi kurmayan ama... Muhabbet eken sînelere... Cennet dalı gibi uzanan başka dunyalara, o dala tutunup cennete girmiş o insanlar... Yuksek sesle terbiye etmek yok, bakış var, tebessum var; geceleri onlar adına istiğfÂr, onlar icin du ve mazlûma, caresize, aksi gibi hic insaf etmeyene, şefkat etmeyene, gÂfil duşene gozyaşı ve niyaz var.
Feriduddin Attar var. Yuz kusur yaşında, NişÃ‚bur Moğol istilasına uğradığında kıymetli bir insan olduğu icin esir alınıyor, bir moğol askeri tarafından…
“-İyi para eder!” diyor moğol, meşhur bir şÃ‚ir... “Şehrin, ulkenin, başka devletlerin zengin, entelektuel cÂmiası, mutlaka bana iyi bir bedel oder, bunun karşılığında…”
Nitekim bir zengin:
“-Bin altın vereyim, ver onu bana!” diyor. Attar kulağına fısıldıyor moğolun:
“-Sakın verme, ben bundan daha fazla ederim!”
Adam, tamah ile reddediyor bin altını... Bir sure sonra biri:
“-Elimde avucumda kalan bu, ama gonlum rÂzı olmuyor Attar ’ın esaretine… Bir cuval saman vereyim de ver onu bana!” deyince Attar:
“-Hah!” diyor, “Benim ederim budur, sat beni bu adama!”
Kimine gore delilik, kimine gore tevÂzû, kimine gore ders... Butun hayatını İbrahimî bir neşe ve istiğn icinde gecirmiş bu mubarek, bu hakîm zÂtın, muhtemeldir ki son nefese kadar derdi, o moğolun uyanmasını sağlamaktı. Fakat o maalesef şeytanın bictiği rolu oynamayı tercih etti ve:
“-Benimle dalga mı geciyorsun!” hiddetiyle Attar ’ı şehid etti, yetmedi yanına yuklediği butun eserlerini de yakıp kul etti. Başka şehirlere gitmiş nushalar bize kalan “Mantıku ’t-Tayr”, “Tezkiretu ’l-Evliy”, “EsrarnÂme”, “İlahînÂme”... Yanan nicesi cennet kutuphanesinde...
İnsan, bir nesil olarak yol ayrımına geldiğinde, sağına ve soluna bakıyor ve bir tarafı seciyor. Oysa ucuncu bir yol var. Geri donup yeni bir yol aramak da bir secenek… Arştan gelen bir kuşun sırtına atlayıp yolu, izi arkada bırakmak da var. Arştan gelen kuş, kendi genlerimize yuklenmiş olan istîdattır. Ehadiyet ile her bir insanı kendine ozel yaratan AllÂh ’ın her bir insanın genlerine gizlediği bir ozellik var. O ozellikler ortaya cıksın diye bu imtihanlar... Oyleyse kişi, durduğu noktada, “…Kim en guzel davranacak?” (Bkz: el-Mulk, 2) buyuran Rabbinin sesini duyacak, gorunen ve gorunmeyen seceneklerini ortaya koyacak ve şanla saltanatla secimini yapacak.
Bir yanımızda Batı ve onun yaralara merhem olmayan sistemi, bir yanımızda yaralarımızı coğaltan hÂricî zihniyeti; bizim ise soylu irfan geleneğimiz var.
Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- misÂli... Ordunun gerisinde hamur yoğuruyor, gozleri ağrıyor aslında... Gozleri ağrıyor diye kendini hizmetten ÂzÂde bilmiyor. Peygamber Efendimiz cağırıyor, gozleri icin du ediyor, iyileşiyor; eline bir sancak, ver elini Hayber!..
“Hayber ’de bile mi?” diyene, “Hayber ’de bile!” diyen Hazret-i Ali, evrÂdını hic terk etmemiş… EvrÂd, cunku sadece kişinin kendi kabını doldurmaz, kendi yaralarını iyileştirmez; tam kıvamında bir evrÂd, butun insanlığın yaralarına merhem koyar, butun kÂinÂtın nûr kabını doldurur.
HERKES KENDİ İŞİNİ KAMİLEN YAPSA...
Dervişler tekkeye, hacılar Mekke ’ye… Herkes kendi işini kÂmilen yapsa… Derviş fakir demek, fakir Allah ’tan başka hicbir şeye ihtiyac duymayan demek… Dervişler, kendilerine AllÂh ’ı unutturan dunyevî meşgaleleri terk etmekte zaafiyet gostermese… ZÂhiren meşgul olsa, ama icine indirmese… Yani varlığı ile yokluğu denk olsa… Rızık endişesi duymasa meselÂ... Fakat “Calışan, AllÂh ’ın yanında sevgilidir!” hadîsini de dustur bilse... İlim tahsil eden, bu yolun ucurumlarını unutmasa, “AllÂh ’ı, ancak ilim sahipleri hakkıyla sevip sayarlar.” (Bkz: FÂtır, 28) Âyetinin ufkuna doğru yol alsa durmadan… Şems ’in MevlÂn ’ya oğrettiği:
“-Dunyada uşuyen bir tek insan varsa, sen ısınamazsın!” ufku, uşuyenlerle birlikte uşumekten mi ibarettir? Yoksa hepsine bir battaniye, bir soba, bir kıyafet, daimî bir iş, sağlam bir piyasa sunmak mıdır?
Avrupa ’yı bugun modern kılan, Afrika ’nın zenginlikleridir. Japonya kendi boynunu kurtarmış o boyunduruktan; sonra Cin kurtardı, sıra Afrika ’da... Dunyaya Ortadoğu ’dan yayılan barut ve kan kokusu, etimize gecmiş emperyalist tırnakların, civilerin, cengellerin tutunma cabasından yukseliyor. Bulabildikleri, bilebildikleri butun kaynaklarımızı pÂymÂl ediyorlar; Âyet, hadîs, îman, insan, ne varsa... Bilmedikleri bir şey var: AllÂh ’ın icimize gizlediği istîdat... Haclı faciasına karşı İbn-i Arabîler, CelÂli isyÂnına karşı Yûnus Emreler, Moğol ’a karşı MevlÂnÂlar ortaya cıkmış. Attar, SÂdî, HÂfız, hepsi de zor zamanlarda yaşamışlar.
KENDİ SINIRLARINI BİLMEK
Altın, ateşe girince gulumsermiş; sahte para ise surat asar, kararırmış. İmtihan mevsimi gelince kimi pılını pırtısını toplayıp isyana kacıyor, kimi sıcak bolgelere goc ediyor. Kimi cam ağacı gibi yemyeşil kalıyor, kurda kuşa sıcak bir yuva oluyor. Kimi kendi sınırlarını biliyor, yaprak dokuyor, koklerine kadar cekiyor suyunu, bahara kadar Hira biliyor toprağın altını.
Varız ve varlığımızın her saniyesini ve her santimini onemli kabul eden bir Rabbimiz var. Şeytan, nefsimiz yoluyla boğazımızı sıkar, nefesimizi keserse; onun parmaklarını boğazımızdan bir bir sokecek kudret de, ciğerlerimize dolacak temiz hava da bizden once yaşamış Peygamber ve velîlerin temsil ettiği, “kÂmil insan” profili ile yanımızdadır. Bir hamleye bakıyor iş, şah-mat!..
Kimi sosyal medyaya ved etmeli, kendini ilme vermeli… Kimi sosyal medyaya girmeli, umudu coğaltmalı urettiklerini sunarak… Kimi evine cekilmeli, kendini dinlemeli, biraz sukûnete ermeli; kimi evinden cıkmalı, gulumsemeli, okşamalı, koşmalı, ulaşmalı... Ama hic kimse, başkasına bakıp kendini temize cıkarmamalı, kimse kimsenin eğri değneği yerine doğrusunu vermeden o değneği kırmamalı… Kimse ofke ve kinden beslenip buradan buyuyecek ağacın Tûb Ağacı olacağını sanmamalı, zakkum kokusu genzine dolmadan uzaklaşmalı bu cehennemî hÂllerden…
Âcilen erenlerin sofrasına oturmalı, lokmasını yemeli, nazarından nasiplenip aydınlanmalı insan... Yeter, kendi sığ sularımızda boğuluşlarımız, ne Patrona Halil, ne sahte dervişler!.. Bize bir seher vakti yollara duşup gelen horasan erleri, bize Ahmet Yesevî erenleri, bize, her an Rabbine sığınan Peygamber Efendimizin uyanık kalbi lÂzım... VesselÂm.
Kaynak: Ayşenur Vural, Şebnem Dergisi, 145. Sayı
İslam ve İhsan