
İslĂ‚m ’ın guler yuzu nasıl gosterilir? İslĂ‚m ’ın guler yuzunu sergileyebilmenin en guzel yolu.KĂ‚mil bir mu ’min, butun mahlûkĂ‚ta karşı muşfik ve mutebessim olur. Yaratılanları Yaratan ’dan oturu sever ve sayar. İslĂ‚m ’ı en guzel şekilde anlayarak onun guler yuzunu, insanlara, hayvanlara ve cemĂ‚dĂ‚ta ilĂ‚hî bir lutuf olarak takdim eder. Boyle mu ’minlerden oluşan bir toplumun huzur icinde olacağı muhakkaktır.
İslĂ‚m, insanları dĂ‚imĂ‚ huzur ve saĂ‚dete sevk eden ilĂ‚hî bir dîndir. Asıl mesele, Muslumanların onu aslî muhtevĂ‚sıyla kavrayıp temsil edebilmeleridir. İslĂ‚m ’ı lĂ‚yıkıyla yaşayıp, getirdiği guzellikleri insanlara sergilediğimizde, onu kabul etmeyecek hicbir insaflı insan bulunamaz. Muslumanlar, dînlerinin guler yuzunu butun Ă‚leme gosterebildikleri takdirde, her akıllı kişi İslĂ‚m ’ın va ’dettiği ebedî saĂ‚deti idrĂ‚k edecek ve onun butun guzellikleri ihtivĂ‚ eden huzurlu iklîmine girmek icin can atacaktır.
Zulum ve bĂ‚tılın karanlık sokaklarında bunalan, korku ve endişeler icinde boğulan insanlar, hep İslĂ‚m ’ın guler yuzuyle saĂ‚dete kavuşmuşlardır. İslĂ‚m ’ı bilmeyen veya yanlış tanıyan niceleri, Allah dostlarının hayĂ‚tında onun hakîkî cehresini gorunce hayran kalmışlardır. Nitekim İslĂ‚m ’ın şefkat ve merhametini sergileyen gonul ehli Hak dostları, nice kararmış ve katılaşmış kalpleri yumuşatarak hidĂ‚yet yoluna sevk etmişlerdir.
İslĂ‚m ’ın guler yuzunu sergileyebilmenin en guzel yolu, onu guzelce oğrenmek ve Allah Rasûlu ’nun Sunnet-i Seniyyesi istikĂ‚metinde hayĂ‚tımıza tatbik etmektir. İslĂ‚m ’ın guler yuzu, evvelĂ‚ bizim hayĂ‚tımızda, yĂ‚ni hĂ‚l ve davranışlarımızda sergilenmeli, daha sonra da sozlu veya yazılı butun ifĂ‚delerimizde temĂ‚şĂ‚ edilmelidir.
İSLAM ’IN GULER YUZU İLE İLGİLİ ORNEKLER SĂ‚ib bin Ebi ’s-SĂ‚ib -radıyallĂ‚hu anh- şoyle anlatır:
“Allah Rasûlu ’nun yanına gittim. AshĂ‚b-ı kirĂ‚m beni medhetmeye ve hakkımda guzel şeyler soylemeye başladılar. Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
«–Ben onu sizden daha iyi tanırım!» buyurdu.
Ben de bunun uzerine:
«–Doğru soylediniz, anam-babam Siz ’e fedĂ‚ olsun ey AllĂ‚h ’ın Rasûlu! Siz benim ortağımdınız, hem de ne iyi bir ortaktınız!.. Ne karşı koyardınız ne de munĂ‚kaşa ederdiniz.» dedim.” (Ebû DĂ‚vûd, Edeb, 17/4836; İbn-i MĂ‚ce, TicĂ‚rĂ‚t, 63)
Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz ’de İslĂ‚m ’dan evvel de muşĂ‚hede edilen bu nezĂ‚ket, zarĂ‚fet, guler yuz ve mulĂ‚yemet, insanların musluman olmasını kolaylaştırmıştır.
Hz. Peygamber ’in İnsanlara Muamelesi Zeyd bin HĂ‚rise -radıyallĂ‚hu anh- sekiz yaşında iken Benî Kayn suvĂ‚rileri tarafından yapılan bir baskında kacırılıp kole olarak satılmak uzere Ukaz Panayırı ’na goturulmuştu. Hakîm bin HizĂ‚m, onu, halası Hazret-i Hatîce icin dort yuz dirheme satın aldı. Âlemlerin Efendisi Zeyd ’i gorunce:
“–Bu kole benim olsaydı muhakkak onu Ă‚zĂ‚d ederdim!” buyurdu.
Hazret-i Hatîce buyuk bir memnûniyetle:
“–Oyleyse Sen ’in olsun!” dedi.
Peygamber Efendimiz de onu hemen Ă‚zĂ‚d etti. (İbn-i HişĂ‚m, I, 266; İbn-i Sa ’d, III, 40)
Zeyd ’in babası, oğlunun kaybolmasına cok uzulmuş ve onu aramaya cıkmıştı. Oğlunun Mekke ’de olduğunu hacılardan oğrenince, hemen kardeşiyle birlikte yola cıkıp Âlemlerin Efendisi ’ni buldular. O ’na Zeyd icin gereken bedeli vermeye hazır olduklarını soyleyerek, odeyecekleri miktar husûsunda insaflı davranmasını istediler. Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m-:
“–Bundan başka bir cozum yolu olamaz mı?” buyurdu.
“–Nedir o?” diye sorduklarında da:
“–Onu cağırın ve tercihinde serbest bırakın! Eğer sizi secerse hicbir bedel odemenize gerek yok! Eğer beni tercih ederse, vallĂ‚hi benimle kalmak isteyeni hic kimseye tercih etmem!” buyurdu.
Zeyd ’in babası ile amcası:
“–Sen bize cok insaflı davrandın, buyuk lutuf ve ihsanda bulundun!” diyerek memnûniyetlerini ifĂ‚de ettiler.
Zeyd ise:
“–VallĂ‚hi ey Muhammedu ’l-Emîn! Ben hic kimseyi Siz ’e tercih etmem! Siz benim icin anne ve baba makĂ‚mındasınız. Ben ancak Siz ’in yanınızda kalırım.” cevabını verdi.
Baba ve amcasının sitem dolu sozlerine karşı da:
“–Ben bu zĂ‚ttan oyle şeyler gordum ki, hic kimseyi O ’na tercih edemem ve O ’ndan hicbir zaman ayrılmayacağım!” dedi.
Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz, Zeyd ’in sadĂ‚katini gorunce, onu elinden tutarak KĂ‚be ’ye goturdu ve:
“Ey insanlar! ŞĂ‚hit olunuz ki Zeyd benim oğlumdur, ben ona vĂ‚risim, o da bana vĂ‚ris olacaktır.” diyerek onu evlĂ‚t edindi.[1]
Zeyd -radıyallĂ‚hu anh- ’ın babası ve amcası bunu gorunce, gonul huzuruyla memleketlerine donduler. (İbn-i HişĂ‚m, I, 267; İbn-i Sa ’d, III, 42)
Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in insanlara karşı muĂ‚mele ve muĂ‚şereti oyle guzeldi ki, hic kimse O ’ndan ayrılmak istemiyordu. O ’nun şefkat ve merhamet deryası olan yumuşak tabiatına, dĂ‚imĂ‚ bir gul bahcesi gibi mutebessim cehresine, velhĂ‚sıl guzel ahlĂ‚kına herkes meftûn oluyordu.
Peygamberimizin İslam ’a Daveti Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, Huneyn ’de elde edilen ganimetleri bir muddet bekletmiş, daha sonra taksim etmişti. Bu taksim işinde yavaş davranmasının hikmeti, ancak CîrĂ‚ne ’ye gelişinin onuncu gunu anlaşılabildi. Mağlûb olan HevĂ‚zin Kabîlesi ’nden bir heyet, Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e gelerek, Musluman olduklarını bildirdiler. Bu vesîleyle de esirlerinin ve mallarının geri verilmesini talep ettiler. Bu esnĂ‚da Sa ’doğulları ’ndan biri ayağa kalktı ve:
“–YĂ‚ Rasûlallah! Şu golgeliklerde bulunanlar, Sen ’in sut halaların, teyzelerin ve Sana sut emzirip bakmış olan kadınlardır! Eğer biz, Şam veya Irak kralını emzirmiş ve şimdiki duruma duşup de kendilerinden şefkat ve ihsanlarını talep etmiş olsaydık, bizden esirgemezlerdi. HĂ‚lbuki Sen, sut emzirilip bakılanların en hayırlısısın!” dedi.
Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdu:
“–Ben ganimet taksimini bugune kadar beklettim. Ama siz hayli geciktiniz! Şimdi ya esirleriniz, ya da mallarınızdan birini secin!..”
Bunun uzerine, gelen heyet, esirlerini tercih ettiler. Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- de:
“–Ben, bana ve Abdulmuttaliboğulları ’na duşen esirleri size bağışlıyorum. Diğerleri icin de yarın oğle namazından sonra bana geliniz!” buyurdular.
Ertesi gun Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, ashĂ‚bını toplayarak onlara meseleyi anlattı. Kendisinin payına duşen esirleri serbest bıraktığını da bildirerek şoyle buyurdu:
“–Sizden her kim, esirlerini bedelsiz, gonul rızĂ‚sı ile vererek kardeşlerini memnun etmekten hoşlanırsa, boyle yapsın! Her kim de kendi payına duşeni bedelsiz olarak vermek istemezse, bunu AllĂ‚h ’ın ihsĂ‚n edeceği ilk ganimetten oderiz. Dileyen de boyle yapsın!..”
Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz ’in ashĂ‚ba murĂ‚caat etmesi, esirlerin onların hakkı olması sebebiyle idi.
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in, payına duşen esirleri bırakıp kendilerinden de bunu talep etmesi uzerine, butun ashĂ‚b-ı kirĂ‚m aynı fazîletten nasîb alabilmek icin, gonul hoşnutluğu ile:
“–Bizler de esirlerimizi AllĂ‚h ’ın Peygamberi ’ne hibe ettik!” dediler. (Bkz. BuhĂ‚rî, MeğĂ‚zî, 54; İbn-i HişĂ‚m, IV, 134-135)
Boylece o gun HevĂ‚zin Kabîlesi'ne altı bin harp esiri, hicbir karşılık alınmadan iĂ‚de edildi. TĂ‚rih, boyle bir manzaraya hicbir zaman şĂ‚hid olmamıştı. Ancak o an şĂ‚hid oluyordu ki, Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in ummetine aşıladığı İslĂ‚m ahlĂ‚kı ve fazîletleri sĂ‚yesinde, bir dakika icinde altı bin esir, dunyevî hicbir karşılık beklenmeden serbest bırakılmıştı.
Bu eşsiz fazîlet tablosu karşısında butun HevĂ‚zinliler, topyekûn İslĂ‚m ’ı kabûl ettiler. HattĂ‚ o sırada TĂ‚if ’te bulunan kabîle reisi MĂ‚lik bin Avf da durumu oğrenince şaşırdı ve Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in ilk dĂ‚vetiyle o da İslĂ‚m ile şereflenenler kervanına katıldı. Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ona hem yuz deve ihsan buyurdu hem de onu yine kabîlesine reis olarak tĂ‚yin eyledi. (İbn-i HişĂ‚m, IV, 137-138)
Adiy bin HĂ‚tim ’in Musluman Olması Comertliğiyle dillere destĂ‚n olan HĂ‚tim-i TĂ‚î ’nin oğlu Adiy, hitĂ‚beti kuvvetli, hazır cevap, şerefli, fazîletli ve comert bir zĂ‚t idi. Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, Hicret ’in dokuzuncu yılında Hazret-i Ali ’yi, Tayy Kabîlesi ’nin putu Fuls ’u yıkmaya gonderdiğinde, Adiy, Şam ’a kacmıştı. Kızkardeşi SeffĂ‚ne ise esirler arasında Medîne ’ye getirilmişti.
Varlık Nûru Efendimiz, SeffĂ‚ne ’yi serbest bıraktı ve elbise, binek hayvanı ve yol azığı verip kavminden guvenilir bĂ‚zı kişilerin yanına katarak Şam ’a gonderdi.
Adiy bin HĂ‚tim, hĂ‚disenin devĂ‚mını şoyle anlatır:
“SeffĂ‚ne akıllı bir kadındı. Ona (Allah Rasûlu ’nu kastederek):
«–Şu zĂ‚tın durumu hakkındaki goruşun nedir?» diye sordum. Bana:
«–VallĂ‚hi, senin hemen O ’na katılmanı dilerim. Eğer gercekten peygamberse, O ’na tĂ‚bî olmakta başkalarının onune gecmen, senin icin bir fazîlet ve ustunluk olur. Bir hukumdarsa, O ’nun sĂ‚yesinde Yemen ’deki saltanatını kaybetmez, hor ve hakir bir duruma duşmezsin! Artık karar senindir!» dedi.
«–VallĂ‚hi yerinde goruş budur! Ben bu zĂ‚ta gideceğim. O bir yalancı ise (yalancılığı) bana zarar vermez. Eğer doğru ise soylediklerini dinler, kendisine tĂ‚bî olurum!» dedim ve Medîne ’ye gittim.
Hazret-i Peygamber -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m- ’ın yanında akrabĂ‚, kadın ve cocuklarının bulunduğunu gorduğum zaman anladım ki, O ’nda ne KisrĂ‚ ’nın ne de Kayser ’in saltanatı vardır.
Fahr-i KĂ‚inĂ‚t -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- elimden tuttu, beni evine goturdu. Giderken, duşkun ve yaşlı bir kadın O ’nu yolda durdurdu ve ihtiyĂ‚cını arz etti. O da uzun bir sure ayakta durup kadıncağızın derdini dinledi ve meselesini halletti. Eve vardığımızda hurma lifinden doldurulmuş bir minder alıp bana ikrĂ‚m etti:
«–Bunun uzerine otur!» buyurdu.
Ben:
«–Hayır! Onun uzerine Sen otur!» dedim.
Rasûlullah bana:
«–Hayır, sen oturacaksın!» buyurdu.
Minderin uzerine oturdum, Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ise kuru yere oturdu. İcimden; «VallĂ‚hi bu, hukumdar işi değildir!» dedim.
Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
«–Adiy! Musluman ol, selĂ‚met bulursun.» deyince:
«–Benim dînim var.» dedim.
«–Senin dînini senden daha iyi biliyorum!» buyurdu.
«–Benim dînimi benden iyi mi biliyorsun?» dedim.
«–Evet! Sen Rekûsî[2] değil misin? Kavminin elde ettiği ganimetlerin dortte birini yemiyor musun?» diye sordu.
«–Evet oyle.» dedim.
«–Aslında bu, dînine gore sana helĂ‚l değildir!» dedi ve daha fazla bir şey soylemedi. Rasûlullah bunu soyleyince cok mahcup oldum! Kendisine:
«–Evet! Oyledir vallĂ‚hi!» dedim. O zaman anladım ki O, Allah tarafından gonderilmiş bir peygamberdir.
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, beni utandıran sozu bir daha tekrarlamadı. Sozlerine devamla:
«–Senin İslĂ‚m ’a girmene mĂ‚nî olan sebebi de biliyorum. Sen; “Ona zayıflar, Arapların değer vermediği gucsuz kimseler tĂ‚bî oluyor.” diyorsun. Sen Hîre ’yi bilir misin?» buyurdu.
«–Gormedim ama duydum.» dedim.
«–Canımı kudret elinde tutan AllĂ‚h ’a yemin ederim ki, Allah bu dĂ‚vĂ‚yı tamamlayacak. Oyle ki tek başına bir kadın Hîre ’den cıkarak gelip AllĂ‚h ’ın evini tavĂ‚f edecek. Sonra KisrĂ‚ bin Hurmuz ’un hazineleri fethedilecek!» buyurdu.
«–KisrĂ‚ bin Hurmuz ’un mu?» diye sordum.
«–Evet KisrĂ‚ bin Hurmuz ’un!» buyurdu. Sonra da:
«–Cok surmez, dunya malı o kadar artacak ki, kimse tenezzul etmeyecek, malın zekĂ‚tını alacak kimse bulunamayacak!» buyurdu.
Musluman olduğumda Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- cok sevindi, yuzunde buyuk bir surur muşĂ‚hede ettim. EnsĂ‚r ’dan birinin evinde misĂ‚fir olarak kalmamı istedi. Sabah-akşam onun evine gidip gelmeye başladım. Hicbir namaz vakti girmezdi ki, Allah Rasûlu ’nu ozlemiş olmayayım!”
Yıllar sonra bu hĂ‚diseyi anlatan Adiy -radıyallĂ‚hu anh- der ki:
“VallĂ‚hi bir kadının Hîre ’den devesinin uzerinde korkmadan yola cıkıp şu BeytullĂ‚h ’ı haccettiğini gordum. KisrĂ‚ ’nın hazinelerini fethedenler arasında ben de vardım. Canımı kudret elinde bulunduran AllĂ‚h ’a yemin ederim ki, Efendimiz ’in soylediği sozlerin ucuncusu de mutlaka olacaktır. Cunku onu Rasûlullah soyledi.”[3]
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in bildirdiği ucuncu haber de vakti gelince tahakkuk etti. Halîfe Omer bin Abdulaziz, zekĂ‚t memurunu Afrika ulkelerine gondermişti. Memur, malları dağıtamadan geri getirdi. Cunku zekĂ‚t alacak kimse bulamamıştı. Bunun uzerine o da bu paralarla pek cok kole satın alıp Ă‚zĂ‚d etti.[4]
Hidayet Uslubu Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, asr-ı saĂ‚dette insanlığı ve vicdĂ‚nı kaybolmuş, duyguları dumûra uğramış, kaba-saba bir insanın, Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in ince, zarif hĂ‚lleri ve hidĂ‚yet uslûbu ile nasıl îmĂ‚n ettiğini, kendine mahsus hikĂ‚ye uslûbu ile şoyle anlatır:
Birtakım muşrikler, akşam vakti mescide gelip Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e misĂ‚fir oldular. Dediler ki:
“–Ey butun dunyadaki insanları mĂ‚nen misĂ‚fir eden yuce insan! Biz buraya, Sana misĂ‚fir olarak geldik. Yiyeceğimiz, iceceğimiz yok. Ayrıca biz cok uzaklardan geldik. Burada tanıyanlarımız da yok. Haydi keremini, ihsĂ‚nını goster. Biz garipleri sevindir, gonullerimize neşe nurları sac.”
Peygamber Efendimiz sahĂ‚bîlerine:
“–Ey dostlar!” diye buyurdu. “Bunları pay edin, evlerinize goturun, ikramlarda bulunun, cunku siz, benimle aynı ahlĂ‚kta ve comertliktesiniz. Benim vasıflarımla mutehallî olmaya calışıyorsunuz.”
AshĂ‚bdan her biri, bir misĂ‚fir secip goturdu. Aralarında, eşi benzeri olmayan, iri yarı, kaba saba biri vardı. Pek iri cusseli biriydi. Bu fil gibi adamı, kimse alıp evine goturmeye cesaret edemedi. KĂ‚sedeki şerbet tortusu gibi mescitte yalnız kalakaldı. Kimsenin goturmediği o iri adamı, Hazret-i MustafĂ‚ -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- aldı, hĂ‚ne-i saĂ‚detine goturdu. Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in sut veren yedi tane kecisi vardı. Kıtlık babası gibi olan o iri misĂ‚fir, sofrada ekmeği de, yemeği de, o yedi kecinin sutunu de tamamıyla yedi ve icti. Butun ev halkı bu duygusuz, nĂ‚dan adama ofkelendi. Cunku butun ev halkının gıdası, bu insafsızın midesine inmişti.
O obur adam karnını davul gibi şişirdi, sekiz-on adamın yiyeceğini yalnız başına yedi. Yatma zamanı gelince de bir odaya girdi. Hizmet eden kızcağız, bu hodgĂ‚m insana kızgınlığı sebebiyle kapıyı ustune kilitledi. Dışardan kapının zincirini taktı.
MisĂ‚firin, gece yarısı dışarı cıkması lĂ‚zım geldi. Sabaha kadar karnı ağrıdı. Yatağından fırlayıp kalktı. Kapıya doğru koştu. Elini kapıya goturunce, onun kapalı ve zincirli olduğunu anladı. Kapıyı acmak icin o obur hileci, ceşit ceşit hileler yaptı, uğraştı durdu. Fakat kapıyı acamadı. Sıkıştıkca sıkıştı. Oda kendine dar gelmeye başladı. Şaşırdı kaldı. Ne dermanı vardı, ne rahatı… Care bulmak ve sıkıntısını unutmak uzere uyumak icin kıvrıldı, uyudu. Ruyasında kendini bir virĂ‚nede, yıkık bir yerde gordu. Oracıkta abdestini bozuverdi. Uyanıp da yattığı yeri pislik icinde gorunce, utancından deli gibi oldu.
“–Bu gece bir gecse de, kapının acılmasını duysam.” diye beklemeye başladı. Bu bekleyiş, boyle pislik icinde gorunmemek icin, kapı acılınca ok yaydan fırlar gibi kacmak icindi.
Sabahleyin Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- geldi. Oda kapısını actı. O yolunu kaybetmiş adama yol verdi. Ancak Hazret-i MustafĂ‚ -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- kapıyı acarken o rezil olmuş kişi gorup de utanmasın diye kendisini gizlemişti.
MisĂ‚fir kactı gitti… Âlemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz, gulumsedi:
“–Bana su kabını getirin, hepsini kendi elimle yıkayayım.” buyurdu.
Orada bulunanların hepsi de yerlerinden fırladılar ve utanclarından dediler ki:
“–Canımız Sana kurban olsun. Sen bırak da pisliği biz yıkayalım. Bu iş el işidir, gonul işi değildir. Biz Sana hizmet etmek icin yaşıyoruz. Hizmeti Sen yaparsan, biz ne işe yararız?”
Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
“–Bana olan sevginizi biliyorum. Fakat, bunu şimdi benim yıkamamda bir hikmet var.”
Ev halkı, Hazret-i Peygamber ’in bu sozunu duyunca, bu işin derûnundaki sır meydana cıksın diye beklemeye başladılar…
O îmansız misĂ‚firin kucuk bir putu, bir muskası vardı. Boynuna takıyordu. Onun kaybolduğunu anlayınca karĂ‚rı kalmadı. Kendi kendine; “–Bu değerli ilĂ‚hımı, farkına varmadan, yattığım odada bırakmış olmalıyım.” dedi.
Yaptığı kotu işten utanıyordu ama, boynuna astığı muska puta olan bağlılığı, utancını giderdi. Putunu aramak icin koştu geldi. Hazret-i MustafĂ‚ ’nın odasında putunu gordu. Gordu ama kendisinin pislediği yatağı, AllĂ‚h ’ın kudret eli ve rahmeti olan Hazret-i MustafĂ‚ -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in bizzat yıkadığını da gordu.
Putu kalbinde kırdı, onun muhabbetini gonlunden kazıdı. Kendine geldi; ulvî bir cezbeye tutuldu. Yenini yakasını yırttı. İki elini yuzune, başına vuruyor, kafasını kapı ve duvara carpıyordu…
“–Ey yeryuzunun şĂ‚nı, şerefi olan yuce insan! Senin keremine karşı gosterdiğim gafletten utanıyorum.” diyordu.
Muzdarip bir gonulle yeryuzune sesleniyordu:
“–Ey hikmetlerle dolu yeryuzu! Sen AllĂ‚h ’ın emrine uyuyor, O ’na boyun eğiyor, O ’nun aşkı ile donup duruyorsun. Ben ise senin ustundeki nîmetlerle perverde olan Ă‚ciz bir kimse olduğum hĂ‚lde nefsime mağlûbum, azıyorum. Sen AllĂ‚h ’a karşı hor, hakîr oluyor, O ’ndan titreyip zikrediyorsun. Ben ise, O ’nun emirlerine karşı geliyorum. Yazık bana!..”
Her an yuzunu goğe kaldırıyor, Hazret-i Peygamber ’e:
“–Ey cihĂ‚nın kıblesi, Sana bakacak yuzum yok!” diye feryĂ‚d ediyordu.
Onun cezbe hĂ‚li, titremesi, cırpınması iyice artınca, Hazret-i MustafĂ‚ -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- o kufurden kacmak isteyen zavallıyı can sarayına aldı, huzura kavuşturdu. Onun vîrĂ‚ne olmuş gonlunu ihyĂ‚ etti. Ona ince, derin ve esrarlı sozler soyledi. Boylece, daha evvel putunun zebûnu olan o gĂ‚fil kişi, daha once yabancısı olduğu bu yuce ahlĂ‚k ve hassas gonul karşısında, yakın bir dost oluverdi. Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in, o mĂ‚nĂ‚ pĂ‚dişĂ‚hının lutuflarından, engin tevĂ‚zû sĂ‚hibi oluşundan, şaşırdı kaldı…
“–Ey AllĂ‚h ’ın birliğinin şĂ‚hidi, bana kelime-i şehĂ‚deti oğret… AllĂ‚h ’ın birliğine îman ve Sen ’in peygamberliğini tasdik edip saĂ‚det kervanına katılayım. Ben artık bu kaba varlıktan, bu duygusuz vicdan ve fil bedenimden usandım, artık îmĂ‚nın sonsuz sahrĂ‚sına varayım.” dedi.
Hazret-i MustafĂ‚ -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, o adama îmĂ‚nı tĂ‚lim etti. O mubĂ‚rek kelime-i tevhîdi soylemesi, yĂ‚ni “LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llah Muhammedun Rasûlullah” demesi, bağlanmış duğumleri cozdu. Hazret-i MustafĂ‚ -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–Bu gece de, hem hĂ‚nemizin, hem gonlumuzun misĂ‚firi ol!” buyurdu.
Musluman olan o bahtiyar adam dedi ki:
“–VallĂ‚hi nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim, ebede kadar Sen ’in misĂ‚firinim. Ben olu idim, beni dirilttin. Artık ben Sen ’in Ă‚zatlı kolenim. Sen ’in kapıcınım. Zaten dunya da, Ă‚hiret de Sen ’in şefaat sofranın misĂ‚firleridir.”
O gece bedevî, Hazret-i Peygamber ’in misĂ‚firi oldu. Bir tek keciden sağılan sutun, ancak pek azını icebildi. Sonra şukretti ve sofradan cekildi.
Peygamber Efendimiz:
“–Sut ic, yemek ye.” diye ustune duştu ise de, o yeni mu ’min dedi ki:
“–VallĂ‚hi ben gercekten doydum. Bunu, utanıp sıkılarak veya ovunup gosteriş yapmak icin soylemiyorum. Artık, Sen ’in feyzinle dolu bir lokma, yuzlerce lokmaya bedel oldu. Ben, dun geceki oburca yiyişimden daha fazla doydum…”
HĂ‚sılı kĂ‚firlik hırs ve zilletinden kurtulunca, bu ejderha mide, bir karınca gıdĂ‚sı ile doydu, gitti…[5]
Bu kaba saba muşrik bedevî, Rasûlullah ’ta İslĂ‚m ’ın guler yuzunu, af, musĂ‚maha, şefkat, nezĂ‚ket ve zarĂ‚fetini muşĂ‚hede edince Ă‚deta erimiş ve nĂ‚zik, muşfik, muhabbetli ve firĂ‚set sĂ‚hibi bir musluman oluvermiştir.
Tevbe Nasip Etmesi İcin AllĂ‚h ’a DuĂ‚ Ediniz MĂ‚nevî buhranlara gomulmuş insanları kendi hĂ‚llerine terk etmek yerine, onlara İslĂ‚m ’ın guzelliklerini ve guler yuzunu sergileyebilmek gerekir. ZîrĂ‚ bu gibi kimselerin, Hakk ’a ve hayra yonelip İslĂ‚mî bir yaşayışa adım atabilmeleri icin bu tur mĂ‚nevî yardımlara ihtiyacları vardır.
Yezid bin Esamm şoyle anlatır:
“Şam ehlinden guclu kuvvetli, nufuz sĂ‚hibi bir kimse vardı. Zaman zaman Hazret-i Omer ’in yanına gelirdi. Bir ara Omer -radıyallĂ‚hu anh- onu goremez oldu. Cevresindekilere:
«–Falan zĂ‚t ne yapıyor, artık gorunmez oldu?» dedi.
«–Ey mu ’minlerin emiri! O kendisini şaraba verdi.» dediler.
Hazret-i Omer, kĂ‚tibini cağırarak:
«–Yaz! Omer bin HattĂ‚b ’dan falan kimseye. SelĂ‚m sana! Kendisinden başka ilĂ‚h olmayan, gunahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azĂ‚bı cetin ve ihsĂ‚nı bol olan AllĂ‚h ’a hamd ederim. O ’ndan başka hicbir ilĂ‚h yoktur, donuş ancak O ’nadır.»
Omer -radıyallĂ‚hu anh- mektubu yazdırdıktan sonra arkadaşlarına donerek:
«–AllĂ‚h ’a yonelmesi ve AllĂ‚h ’ın, onun tevbesini kabul buyurması icin kardeşinize duĂ‚ ediniz.» dedi.
O zĂ‚t, Hazret-i Omer ’in mektubunu alınca; «Allah gunahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azĂ‚bı cetin olandır.»[6] cumlesini tekrar tekrar okudu ve:
«–Allah beni hem azĂ‚bı ile korkutmuş, hem de gunahlarımı affedeceğini va ’detmiş.» diyerek ağladı. Daha sonra da guzelce tevbe etti.
Hazret-i Omer o zĂ‚tın tevbe ettiğini haber alınca:
«–Bir kardeşinizin yoldan cıktığını, gunaha saplandığını gorduğunuzde, onu doğru yola getirmeye ve AllĂ‚h ’ın affına guvenmesini sağlamaya calışınız. Tevbe nasip etmesi icin AllĂ‚h ’a duĂ‚ ediniz. Kendisine bedduĂ‚ ederek aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız.» dedi.”[7]
Mumin Kişi ve Mecusi Yine İslĂ‚m ’ın guler yuzunu sergilemeye dĂ‚ir guzel bir hĂ‚diseyi Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ şoyle hikĂ‚ye eder:
“BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri zamanında, ateşe tapan biri vardı. Bir gun mu ’min bir kişi, ona dedi ki:
«–Ne olur Musluman olsan da selĂ‚mete ersen; şeref ve ululuk elde etsen...»
Ateşe tapan kişi de şu cevĂ‚bı verdi:
«–Ey benim kurtuluşa ermemi murĂ‚d eden kişi! Her ne kadar ağzımda sağlam bir muhur varsa da, yĂ‚ni îmĂ‚nımı acıkca soyleyemiyorsam da, gizliden gizliye ben BĂ‚yezîd ’in îmĂ‚nına inanıyorum. Cunku onda bambaşka bir guzellik ve derinlik var. Ben henuz dîne, îmĂ‚na tam gonul vermiş değilim, ama onun îmĂ‚nındaki yuceliğe hayranım. O; herkesten farklı, zarif, ince ruhlu, latif, nurlu, cok yuce, numûne bir insan.
Yok eğer beni dĂ‚vet ettiğin îman, sizin îmĂ‚nınız ise, ben o îmanda yokum... ZîrĂ‚ benim sizdeki îmĂ‚na ne meylim ne de isteğim var. Cunku bir kimsenin gonlunde îmĂ‚n etmeye yuzlerce meyil olsa da îmĂ‚na gelmek istese, sizin sertlik ve katılığınızdan dolayı kaskatı kesilir, soğur. Artık onda îmĂ‚n etme meyli de zaafa uğrar. ZîrĂ‚ o, sizde İslĂ‚m nĂ‚mına mĂ‚nĂ‚sı olmayan bir isim ve Ă‚deta kuru bir iddiĂ‚ gormuş olur. Bu hĂ‚l; susuz collere, gul, meyve-sebze yetiştirecek munbit bir arĂ‚zi gozuyle bakmak kadar acĂ‚ip ve mĂ‚nĂ‚sızdır...
Benim gorebildiğim kadarıyla îmĂ‚nın butun cĂ‚zibe ve nûrĂ‚niyeti BĂ‚yezîd ’in îmĂ‚nında var. Onun îmĂ‚nının bir zerresi, bir katreye damlasa, onu bir umman hĂ‚line dondurur.
Sizin îmĂ‚nınız ise, kabukta kaldığı icin riyĂ‚ ve gosterişin esĂ‚retine girmiş. Gelip gecici bir inanc, cirkin sesli ve ruhsuz bir muezzin gibidir ki, sevdireceği yerde uzaklaştırır. YĂ‚ni sizin îmĂ‚nınız, gul bahcesine girse, gullere diken olup onları kurutur.
Fakat BĂ‚yezîd Hazretleri ’nin îman guneşi, o mubĂ‚rek rûhunun feyiz semĂ‚sından doğar da bu Ă‚lemde parlarsa, bu değersiz dunya, tĂ‚ yerin dibine kadar zumrut kesilir, cennete doner; mu ’minlerin gonul dunyaları da feyiz menbaı olur. Onun icin BĂ‚yezîd ’in îmĂ‚nı ve sıdkı, benim gonlumde ve canımda îmĂ‚na karşı tĂ‚rifsiz bir muhabbet, iştiyak ve hasret uyandırdı...”
İmam Ebu Hanife ve Mecusi RivĂ‚yet edildiğine gore İmĂ‚m-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri ’nin bir mecûsîde malı vardı. Onu istemek uzere mecûsînin evine gitti. Evin kapısına gelince ayakkabısına bir pislik bulaştı. Ayakkabısını silkelediğinde pislik mecûsînin evinin duvarına sıcradı. Şaşıran ve ne yapması gerektiğine bir turlu karar veremeyen Ebû Hanîfe Hazretleri kendi kendine şoyle dedi:
“–Eğer pisliği bu hĂ‚lde bıraksam, mecûsînin evinin duvarının cirkin gorunmesine sebep olacağım. Yok oradan kazısam, bu sefer de duvarın toprak sıvası dokulecek!”
Derken kapıyı caldı, bir hizmetci cıkınca ona:
“–Efendine; «Ebû Hanîfe kapıda bekliyor.» diye haber ver!” dedi.
Bunun uzerine adam kapıya cıktı ve Ebû Hanîfe ’nin malını isteyeceğini zannederek ozur dilemeye başladı.
Ebû Hanîfe ise:
“–Şu anda bu onemli değil.” dedi ve duvarın durumunu anlattı.
“–Bu duvarı nasıl temizleyebilirim.” dedi.
Bu incelik ve Ă‚licenaplık karşısında son derece duygulanan mecûsî:
“–Ben once nefsimi temizleyerek işe başlayayım!” dedi ve o anda musluman oldu.
İşte Ebû Hanîfe Hazretleri, bu kadar kucuk bir meselede mecûsîye zulmetmekten cekindiği ve bundan dolayı ondaki malını ona bıraktığı icin mecûsî îmĂ‚na geldi. Duşunmek gerekir ki; zulum ve haksızlıktan bu kadar titizlikle cekinen bir mu ’minin Allah katındaki izzet ve mukĂ‚fĂ‚tı nasıl olur?[8]
İmam Ebu Hanife ’nin Hapisten Kurtardığı Genc İmĂ‚m-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri ’nin komşularından ayyaş bir genc vardı. Bu genc, sabahtan akşama kadar icer, geceleri de yerinde duramaz, nĂ‚ralar atıp kufurler savurarak etrafı dayanılmaz derecede rahatsız ederdi.
Bir gece gencin attığı nĂ‚ralar kesilince, Ebû Hanîfe Hazretleri sabahleyin gidip gencin başına bir hĂ‚l gelip gelmediğini araştırdı. Arkadaşları, icki yuzunden kavgaya karışıp hapse atıldığını soylediler. Ebû Hanîfe Hazretleri bu duruma cok uzuldu. HapishĂ‚neye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını ricĂ‚ etti. Memurlar ancak kefĂ‚let ile serbest bırakabileceklerini soyleyince İmĂ‚m-ı Âzam Hazretleri kefil oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı.
Durumu oğrenen genc, derhĂ‚l İmĂ‚m ’ın yanına koşup nedĂ‚met gozyaşları doktu. Artık ickiye tevbe ettiğini soyledi. Bundan sonra ona lĂ‚yık bir komşu ve talebe olacağına soz verdi. Buyuk İmĂ‚m, gence şefkatle baktı ve mahzun bir sesle:
“–Delikanlı; goruyorsun ya, seni gercekten biz ziyĂ‚n ettik! Sana ulaşma gayretini gosteremedik. Asıl sen bize hakkını helĂ‚l et!” dedi.
Sarhoşun Ağzını Yıkayan Hak Dosu Nakledildiğine gore İbrĂ‚him bin Edhem Hazretleri, sızmış hĂ‚ldeki bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu nicin yaptığını soranlara da:
“–Eğer yuce AllĂ‚h ’ın adını zikretmek icin yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hurmetsizlik olurdu...” demişti.
Adam ayıldığında ona:
“–Horasan zĂ‚hidi İbrĂ‚him bin Edhem senin ağzını yıkadı...” dediler.
Bu durumdan mahcub olan sarhoşun gonlu de uyandı ve:
“–Oyleyse ben de tevbe ettim...” dedi.
Boyle bir hĂ‚le vesîle olan İbrĂ‚him bin Edhem Hazretleri ’ne ruyĂ‚sında Hak katından şoyle nidĂ‚ edildi:
“–Sen bizim icin onun ağzını yıkadın! Biz de senin icin onun kalbini yıkadık!..”
“AllĂ‚h ’ım! Onları Koruyup Gozet” Meşhur Hak dostlarından MĂ‚ruf-i Kerhî Hazretleri, bĂ‚zı genclerin yanlış yolda olan kimseleri desteklemek uzere bir savaşa katılmaya hazırlandıklarını gorunce; “AllĂ‚h ’ım! Onları koruyup gozet!” diye duĂ‚ etmişti. Bunu duyan bĂ‚zıları, MĂ‚ruf-i Kerhî gibi bir İslĂ‚m buyuğunun zĂ‚limi desteklemeye gidenlere bu şekilde duĂ‚ etmesine hayret ettiler ve ona:
“–Şimdi sen bu adamlara hayır duĂ‚ mı ediyorsun?” diye sordular. Buyuk velî onlara şu cevĂ‚bı verdi:
“–Ben Allah ’tan onları koruyup gozetmesini istedim. Eğer CenĂ‚b-ı Hak onları gozetirse, gitmek istedikleri yere gidemezler.”
Yine MĂ‚ruf-i Kerhî -kuddise sirruh- Dicle kenarından geciyordu. Bir boluk gĂ‚fil genc de, orada şarap icip eğleniyorlardı. MĂ‚ruf Hazretleri ’ni gorunce, işlemekte oldukları mel ’anet sebebiyle kendilerine bedduĂ‚ edeceğini duşunerek keyifleri kactı. Bunun da kızgınlığıyla iclerinden biri dayanamayıp kalktı ve mustehzî bir tavırla:
“–YĂ‚ Şeyh! Haydi durma, bizim şu anda Dicle ’nin azgın sularına gark olmamız icin hemen bedduĂ‚na başla!” dedi.
MĂ‚ruf Hazretleri hicbir gazap emĂ‚resi gostermeksizin merhametle ellerini kaldırdı ve:
“–YĂ‚ İlĂ‚hî! Bu yiğitlere dunyĂ‚da hoş dirlik verdiğin gibi, Ă‚hirette de dirlik ver.” dedi.
Ummadıkları bu ifĂ‚deler karşısında gencler:
“–YĂ‚ Şeyh! Siz ne diyorsunuz? Bu dediklerinize bir mĂ‚nĂ‚ veremedik!” dediler.
İhlĂ‚s ve takvĂ‚sı sebebiyle şu kısacık sozlerine CenĂ‚b-ı Hakk ’ın tesir bereketi lutfettiği MĂ‚ruf-i Kerhî Hazretleri şoyle dedi:
“–EvlĂ‚tlarım! Hak TeĂ‚lĂ‚, size Ă‚hirette dirlik vermek isterse, tevbe etmenizi nasîb eyler.”
Yiğitler beklemedikleri bu muşfikĂ‚ne tavır karşısında once bir muddet duşunmeye ve nefs muhĂ‚sebesine daldılar. Akabinde, iclerinde buyuk bir pişmanlık duydular. Derken intibĂ‚ha gelerek nedĂ‚met gozyaşları icinde şaraplarını doktuler, calgılarını kırdılar ve tevbe ettiler. Her iki cihĂ‚nın saĂ‚det ve selĂ‚metine tĂ‚lib oldular.
Osmanlı Doneminde İslamiyet Osmanlı asırları, padişahından halkına kadar İslĂ‚m ’ın guzelce ozumsendiği ve guler yuzunun her dem sergilendiği mustesnĂ‚ bir zaman dilimi olmuştur. Bunun ispatı mĂ‚hiyetindeki şu misal ne kadar ibretlidir:
Cihangir HunkĂ‚r FĂ‚tih Sultan Mehmed Han, İstanbul ’u fethettikten sonra, Ă‚limler, Ă‚rifler ve paşalarla birlikte, muhteşem bir merĂ‚sim ile Edirnekapı ’dan şehre girdi. Beyaz atının uzerinde askerlerine son tĂ‚limĂ‚tını şoyle verdi:
“–GĂ‚zilerim! CenĂ‚b-ı Hakk ’a hamd u senĂ‚lar olsun ki, İstanbul ’un fĂ‚tihleri oldunuz! MukĂ‚vemet etmeyip aman dileyenlere aslĂ‚ dokunmayın! Kadınlara, cocuklara, yaşlılara ve hastalara da en kucuk bir zarar vermeyin! Sadece size helĂ‚l olan ganimetlerden alın!..”
O ’nun insan hakları beyannĂ‚mesinden cok evvel îlĂ‚n ettiği bu hukumler, millî tĂ‚rihimizin en şerefli vesîkalarından biridir. Bu Ă‚dilĂ‚ne tavır karşısında hayran kalarak gozleri dolan İstanbul patriği, FĂ‚tih ’in ayaklarına kapandı. FĂ‚tih, onu ayağa kaldırarak:
“–Bizim dînimizde insanlar karşısında AllĂ‚h ’a secde eder gibi eğilmek haramdır. Kalkınız! Size ve sizinle birlikte butun hristiyanlara her turlu hak ve hurriyetleri iĂ‚de ediyorum. Şu andan itibaren artık hayĂ‚tınız ve hurriyetiniz husûsunda gazab-ı şahĂ‚nemden korkmayınız!.. PatrikhĂ‚ne, Rum ortodoks cemĂ‚atinin lideri olarak tĂ‚rih icinde kazanmış bulunduğu butun imtiyazları muhĂ‚faza edecektir...” dedi.
İstanbul ’un fethinden sonra FĂ‚tih, umûmî bir af îlĂ‚n etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki Ă‚lim ve filozof papaz vardı. FĂ‚tih, onlara cezĂ‚larının sebebini sordu. Onlar da:
“–Biz, Bizans ’ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmunden, işkencelerinden, yaptığı rezĂ‚let ve sefĂ‚hatten dolayı kendisini îkĂ‚z ettik. Âkıbetinin kotu, yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin cokeceğini soyledik. O da, bu îkĂ‚zımıza kızarak bizi zindana attırdı.” dediler.
Bu ifĂ‚deler, FĂ‚tih ’in dikkatini cekti. Papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki duşuncelerini sordu. Onlar da, ancak bir muddet tedkîkat yaptıktan sonra kanaatlerini bildireceklerini ifĂ‚de ettiler.
Papazlar, ellerindeki fermanla her yere girip cıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara:
“–Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.
En kalabalık ve en ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Butun halkın, yalnız iyilik ve ahlĂ‚kî ustunluk sergileyen hĂ‚llerini muşĂ‚hede ettiler.
Bir carşıya girdiler ki, tam o esnĂ‚da ezĂ‚n okunuyordu. Esnaf, dukkĂ‚nını kilitlemeden cĂ‚miye gidiyordu. Hic kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskanclık beslemiyordu. Sanki herkes, birbirinin teminĂ‚tı altında idi. Namazı, huzur icinde ve Ă‚deta son namazlarıymış gibi edĂ‚ ediyorlardı.
Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu. Kimse, kul hakkıyla kıyĂ‚met gunu MevlĂ‚ ’nın huzûruna cıkmak istemiyordu. İstisnĂ‚sız herkes, Allah rızĂ‚sını duşunuyor, Allah rızĂ‚sı icin konuşuyor, Allah rızĂ‚sı icin yaşıyordu. SultĂ‚nın omru ve ordusunun muzafferiyeti icin duĂ‚ ediyorlardı. Cemiyet, ince ruhlu, rikkat-i kalbiyye sĂ‚hibi, derin bir gonle sĂ‚hip insanlarla doluydu.
Papazlar, bu hĂ‚lleri gorup şaşkına donduler. Kac şehir dolaştıkları hĂ‚lde, mahkemelerde ağır cezĂ‚lık bir dĂ‚vĂ‚ya rastlamadılar. Hırsızlık, cinĂ‚yet, ırza tecĂ‚vuz, dolandırıcılık vs. Ă‚deta mechûldu. Bir muhĂ‚keme onların cok dikkatini cekti. Hayret icinde kaldılar.
Kadı efendiye bir dĂ‚vĂ‚cı ve dĂ‚vĂ‚lı gelmişti. DĂ‚vĂ‚cı, şoyle bir mesele arz etti:
“–Efendim, bendeniz bu din kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Ekin icin cift surerken, orada altın dolu bir kupe rastladım. Kupu alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime goturdum:
«–Buyur, bu senindir; al!» dedim.
O da:
«–Ben bu tarlayı altı ve ustu ile sattım!.. Artık o altınlar bana helĂ‚l olmaz!..» deyip kabul etmedi. Halbuki toprağın altından bu kupun cıkacağını bilse satmazdı.”
Kadı efendi, obur kişiye soz hakkı verdi. O da:
“–Durum aynen kardeşimin arz ettiği gibi vĂ‚kî oldu. Fakat, ben ona tarlayı satınca, altı ve ustu hepsi icine girer duşuncesindeyim. Nasıl ustundeki mahsûlde bir hakkım yoksa, altındakinde de oyledir!..” dedi.
Papazların hayretle temĂ‚şĂ‚ ettikleri bu durum, kadı efendi icin tabiî bir vak'a idi.
Kadı, bu iki samîmî musluman arasında hukum vermekte gucluk cekmedi. Birinin sĂ‚lih bir oğlu, diğerinin de sĂ‚liha bir kızı olduğunu oğrenince, ikisine aracı oldu. Tarafeynin rızĂ‚sı ile bu iki gencin nikĂ‚hlarını kıydı. O bir kup altını da, genclerin duğun ve ceyiz masraflarına harcamalarına hukmetti.
Burada, hakîkat uzere yaşanan bir İslĂ‚m ahlĂ‚kı ve adĂ‚leti sergileniyordu.
Papazlar, butun bunları gordukten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gonderdiler. Kızlar, kapıyı acan genclere:
“–Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi bu gece misĂ‚fir eder misiniz? Caresiziz!” dediler.
Talebeler, duşunup taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde cekip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler.
Merak icinde bekleyen papazlar, kızlarına, gecenin nasıl gectiğini sordular. Onlar da, olanları şoyle anlattılar:
“–Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna cekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle:
«–Rabbimiz bizleri cehennem azĂ‚bından korusun! Bizleri, Ă‚nı istikbĂ‚lle değiştiren ahmaklardan eylemesin!» diyorlardı. Bizlere donup bakmıyorlardı bile.”
Papazlar, hristiyan mahallelerini de gormeden edemediler. Fener semtine doğru gezintiye cıktılar. Hristiyanlar bile, onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana kıyasla değişmiş, sokaklardaki pislik azalmıştı. Artık kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Herkes huzur icinde işine devĂ‚m ediyor, eskisi gibi icip icip sokaklarda nĂ‚ra atan insanlara rastlanmıyordu. Fakir hristiyan Ă‚ilelere bile ev dağıtılmıştı.
Papazlar, bu uzun tedkik ve teftişten sonra izin alıp FĂ‚tih ’in huzûruna cıktılar. MuşĂ‚hedelerini bir bir arz edip:
“–Bu millet ve devlet, boyle giderse kıyĂ‚mete kadar devĂ‚m eder. Boyle bir ahlĂ‚k ve yaşayışa sĂ‚hip olan insanların dîni, elbette hak dîndir..” dediler. Kelime-i şehĂ‚det getirip musluman oldular.
İSLAM ’A DAVETTE EN ETKİLİ YOL HĂ‚sılı, İslĂ‚m ’ın guler yuzunu gostermek, Hakk ’a dĂ‚vette en muessir yoldur. İslĂ‚m tĂ‚rihi boyunca enbiyĂ‚, evliyĂ‚ ve asfiyĂ‚nın tĂ‚kip ettiği bereketli bir usûl ve ulvî bir hizmettir. ZĂ‚ten insanı kurtaracak olan da bu hĂ‚ldir. Yoksa başkalarına soylediğini kendisi yapmayan ve oğrendiklerini icine sindirememiş olan kimselerin, muhatapları bir tarafa, kendilerine bile bir faydası dokunmaz. Cunku Allah TeĂ‚lĂ‚, amelsiz mucerred sozleri ve riyĂ‚ ile yapılan ihlĂ‚ssız amelleri kabul etmez.
Nitekim Hazret-i Ebûbekir:
“Allah, kulunun amelsiz sozunden rĂ‚zı olmaz.” buyurmuştur.
SĂ‚dî-i ŞîrĂ‚zî de şoyle der:
“Ne kadar okursan oku, bilgine yakışır şekilde davranmazsan cĂ‚hilsin.”
Bir mu ’min, yaptığı amelleri her turlu kalbî illetlerden arındırıp ihlĂ‚s ve ihsan mertebesine yukseldiğinde, İslĂ‚m ’ın guler yuzunu lĂ‚yıkıyla sergilemeye başlamış olur.
Dipnotlar:
[1] O gunden sonra Zeyd ’e, Zeyd bin Muhammed denilmeye başlandı. Bu durum, AhzĂ‚b Sûresi ’nin 5. ve 40. Ă‚yetleriyle evlĂ‚tlık tatbîkĂ‚tının (tebennî

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan