Guclu iken intikam almamak, Âcizlik ve pısırıklık değildir. Af, en buyuk fazilettir. İnsan, gucsuzken zaten elinden bir şey gelmez. Bu sebeple asıl fazîlet, peygamberler ve velî kullarda olduğu gibi, gucluyken affetmesini bilmektir.Âyet-i kerîmede buyrulur:

“İyi­likle ko­tu­luk bir olmaz. Sen ko­tu­lu­ğu en gu­zel bir tarz­da on­le­me­ye ca­lış. O za­man (go­re­cek­sin ki), se­nin­le ara­sın­da duş­man­lık bu­lu­nan kim­se, san­ki can­dan ve sı­cak bir dost olu­ver­miş­tir.” (Fus­si­let, 34)

SENİ OLDURMEYE GELEN, SENDE DİRİLSİN!

İslÂm Âleminin yetiştirdiği en buyuk hukukcu ve Hanefî mezhebinin kurucusu olan İmÂm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, Âlim ve fÂzıl bir insandı. Yaşadığı donemde onun ustun meziyetlerini bilenler ve onu lÂyıkıyla takdîr edenler bulunduğu gibi, onu kıskanıp cekemeyen hasımları da vardı. İşte bu hasımlarından biri, bir gun hased ve kininde o dereceye vardı ki, îtidÂlini kaybedip hicbir sebep yokken İmÂm-ı Âzam Ebû Hanîfe ’ye bir tokat attı. Ebû Hanîfe Hazretleri ise muhÂtabına bakarak onun hic beklemediği şu karşılığı verdi:

“–Senin tokadına ben de bir tokatla mukÂbele edip sana bu hareketinin cezÂsını verebilirim, buna gucum yeter. Ama bunu yapmayacağım.

Seni, cezÂlandırması icin halîfeye şikÂyet edebilirim, fakat bunu da yapmayacağım.

Bana yaptığın bu kotuluğu, CenÂb-ı Hakk ’a şikÂyet edebilirim, fakat bunu da kat ’iyyen yapmayacağım.

Mahşer gunu, senden benim intikamımı almasını CenÂb-ı Hak ’tan niyaz edebilirim. Ancak o dehşetli gunde, seni boylesine zor bir durumda bırakmayı da duşunmuyorum.

KıyÂmet şu anda kopsa ve bu sozlerim, senin hakkında bir şikÂyet olarak kabul edilse, derhal sozumu değiştirir ve CenÂb-ı Hakk ’a, Cennet ’e sensiz gitmek istemediğimi soylerim.”

ENGİN MUHABBET

Adam, bu merhamet dolu fazîletli sozler uzerine Âdeta dondu kaldı. Ebû Hanîfe Hazretleri ’nin şefkat ve merhamet yuklu her bir cumlesi, sanki bir anne-babanın evlÂdına olan engin muhabbetinin bir misÂliydi.

İnce ve zarif ruhlu Ebû Hanîfe Hazretleri ’nin bu tavrı karşısında adamın kasvetli gonlu altust oldu. Bir muddet rûhî calkantılar yaşayan adamın kalbindeki kin, husûmet ve ofke duyguları eridi, kayboldu. Derken anlarla ifade edilebilecek bir zaman icinde, gonlunde apayrı bir muhabbet kapısı aralandı. Sanki biraz once hasedinden saldıracak kadar duşmanlık besleyen o adam gitti, yerine yaptığı edepsizlikten bin pişman olan ve İmÂm-ı Âzam Hazretleri ’ni candan seven minnettar bir insan geldi.

Ebû Hanîfe Hazretleri, bu hareketi ile hem kendisini intikam ve ofke ateşinden kurtardı, hem de kendisine kasteden hasmını, gonlunun huzur dolu sarayında misafir etme fazîletini gosterdi.

Tasavvufî ahlÂk da aslında bu gonul hassÂsiyetine sahip olmayı gerektirir. Nitekim RislÂn-i Dımeşkî -rahmetullÂhi aleyh- şoyle buyurmuştur:

“ŞÃ‚yet sana duşman olanı yenmeye kendinde bir guc bulursan, bulduğun bu gucun şukrÂnesi olarak onu affet.”

İşte İmÂm-ı Âzam Hazretleri ’nin hikmet dolu sozleri karşısında Âdeta eriyen hasmı, derhal o mubÂrek zÂtın ellerine kapandı ve affını diledi. Ebû Hanîfe Hazretleri de kendisini coktan affettiğini, bu vesîleyle CenÂb-ı Hakk ’ın da kendilerini bağışlamasını umîd ettiğini soyledi. Zira o mubÂrek zÂt, insanları affede affede AllÂh ’ın affına lÂyık olabilmenin azmi icindeydi.

Bu kıssadan alınacak ilk ve en buyuk ders, insanlara karşı muÂmelelerde tevÂzû ve affediciliği elden bırakmamak gerektiğini kavramaktır. ŞÃ‚yet İmÂm-ı Âzam Hazretleri, tokat yediğinde nefsine mağlûb olup aynıyla mukÂbele etseydi veya:

“–Sen beni tanıyor musun? Benim kim olduğumu biliyor musun?” gibi gurur ve kibir kokan sert ifÂdeler kullansaydı, bu durum, muhÂtabında hicbir musbet tesir meydana getirmeyecek, bilÂkis onun nefsÂniyetini tahrik ederek kin ve gayzını artıracaktı.

İkinci husus; şahsî meselelerde muktedir olduğu hÂlde intikam almamak, Âcizlik ve pısırıklık değildir. İnsan, gucsuzken zaten elinden bir şey gelmez. Bu sebeple asıl fazîlet, peygamberler ve velî kullarda olduğu gibi, gucluyken affetmesini bilmektir.

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Mekke ’yi fethettiğinde; yıllarca mu ’minlere zulmetmiş, canlarına ve mallarına kastetmiş, kendilerini anayurtlarından cıkartmış olan muşriklerin hepsinden bir emriyle intikam alabilirdi. Fakat Âlemlere Rahmet -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o gun buyuk bir af îlÂn ederek gonulleri fethetti. Zira O ’nun murÂdı, hak etmiş olsalar bile, insanların helÂk olması değil, bilÂkis butun hataları, kusurları ve gunahlarına rağmen herkesin hidÂyet pınarında yıkanıp arınması idi.

İşte Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in bu yuce hassÂsiyeti, gunaha duyulan nefreti, gunahkÂra taşırmamak ve ne kadar kusurlu olursa olsun Rabbimizin kullarına Hakk ’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilmek fazîletidir. Bu da ancak nebevî bir terbiye ile elde edebilecek bir takv hÂlidir.

Hak dostu MevlÂn Hazretleri de, gunahkÂrları yaralı bir kuş gibi farz edip onları tedÂvî icin kendi gonul sarayına şoyle dÂvet eder:

“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!

KÂfir, mecûsî veya putperest olsan da gel!

Bizim dergÂhımız (olan İslÂm), umitsizlik dergÂhı değildir.

Yuz kere tevbeni bozsan, yine de gel!..”

Bu rahmet cağrısı; ne durumda olurlarsa olsunlar, AllÂh ’ın butun kullarını hakîkî saÂdeti tatmaya, gercek fazîleti idrÂk etmeye ve İslÂm ’ın guler yuzunu seyretmeye dÂvettir.

Diğer taraftan mazlûmun en buyuk silÂhı, duÂsıdır. Yukarıdaki kıssada Ebû Hanîfe Hazretleri, bu silÂhını, hasmını yok etmek icin bir beddu olarak kullanmak yerine, onun kalbindeki kin ve nefreti sokup atan bir du olarak kullanmıştır. Gercekten onun gostermiş olduğu anlayış ve olgunluk, fiilî bir du hÂlinde hasmının gonlunu fethetmiş ve bu hÂdise, her ikisinin de hayrına neticelenmiştir.

Yine bu hÂl, Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in TÂif ’te taşlandıktan sonra o belde halkının kahrı icin değil de, hidÂyeti icin du etmesini hatırlatan mustesn bir gonul ufku sergilemektedir.

Ote yandan şunu da ifade etmek gerekir ki, fazilet sahibi insanlar, her hÂlukÂrda ceşitli sebeplerle duşmanca hareketlere ve lÂyık olmadıkları hakāretlere mÂruz kalabilirler. Bunlar, bÂzen kişinin malına, bÂzen Âilesine ve sevdiklerine, bÂzen de canına kastetme şeklinde olabilir. Muhim olan, boyle nÂhoş bir muÂmele ile karşılaşıldığında goze goz, dişe diş intikam peşinde koşmak değil; yukarıdaki misalde gectiği uzere, bu menfî hÂdiseyi, kendimiz ve muhÂtabımız icin hayra cevirebilmektir. Daha kısa bir ifadeyle; bizi oldurmeye gelenin gonlunu, ahlÂkî olgunluğumuzla diriltebilmektir. Bize diken batırana, gul kokusu ikrÂm edebilmektir.

ASLA NEFSİNİ KARIŞTIRMA!

Bu hususta Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- ’ın gonul hassÂsiyetini sergileyen şu hÂdise, ne kadar ibretlidir:

Bir gazÂda Hazret-i Ali, bir duşman neferini altına almış, onu oldurmek uzereydi. Bu esnÂda adam, iğrenc bir davranışa meylederek ansızın Hazret-i Ali ’nin mubÂrek yuzune tukurdu.

O esnÂda o kÂfirin kafasını bir hamlede ucuruvermek, Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- icin işten bile değildi. Fakat o, sırf Allah icin olan gaz niyetine, nefsini ortak etmekten endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki kılıcı yavaşca yere indirip kınına soktu. Duşmanını oldurmekten vazgecti.

Perişan vaziyette olumunu bekleyen adam, bu hÂle pek şaşırdı. Zira o, tukurmek sûretiyle yaptığı cirkin hareket neticesinde, Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- ’ın, oncekinden daha şiddetli bir mukÂbele gostererek daha buyuk bir hiddet ve ofkeyle kendisini oldureceğini duşunmuştu. Fakat hayÂl edemeyeceği bir hakîkatle karşılaştı. Hazret-i Ali ’nin bu davranışına akıl erdiremeyen o duşman, olmeyi-oldurmeyi unutup hayret ve merakla sordu:

“–YÂ Ali! Beni tam oldurecekken niye durdun? Ne oldu ki, şiddetli bir hiddetten tÂrifsiz bir sukûna gectin!.. Bir şimşek gibi cakmakta iken, bir anda fırtınasız, sÂkin bir hava gibi duruluverdin...”

Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- dedi ki:

“–Ben Hazret-i Peygamber ’in bana armağan ettiği bu kılıcı, ancak Allah yolunda kullanırım. Allah duşmanlarının başını, yine O ’nun rızÂsı icin vururum. Buna da asl nefsimi karıştırmam… Sen yuzume tukurmekle beni kızdırmak ve hakaret etmek istedin. Ben, o an hiddete kapılsaydım, seni, nefsime tÂbî olmak gibi, bir mu ’mine asl yakışmayan, Âdî bir sebeple oldurecektim. HÂlbuki ben, gurûrumu tatmin icin değil, Allah icin gaz ederim.”

Neticede o duşmanın gonlu, oldurmeye geldiği insanın ulvî ahlÂkı karşısında Âdeta yeniden hayat buldu. Hazret-i Ali ’nin nefsine mukāvemetinden ve ihlÂsından hisse alarak îmÂn ile şereflendi.

Nitekim bu uslûb ile ilgili olarak Âyet-i kerîmede şoyle buyrulmuştur:

“İyi­likle ko­tu­luk bir olmaz. Sen ko­tu­lu­ğu en gu­zel bir tarz­da on­le­me­ye ca­lış. O za­man (go­re­cek­sin ki), se­nin­le ara­sın­da duş­man­lık bu­lu­nan kim­se, san­ki can­dan ve sı­cak bir dost olu­ver­miş­tir.” (Fus­si­let, 34)

(Ey Ra­sû­lum! İn­san­la­rı) Rab­bi­nin yo­lu­na hik­met ve gu­zel oğut­le ca­ğır ve (lu­zû­mu h­lin­de) on­lar­la en gu­zel bir us­lûp­la mu­c­de­le et...” (en-Nahl, 125)

İNSANLARLA MUNASEBETTE EN GUZEL DAVRANIŞLAR

Bu Âyet-i kerîmeler, insanlarla munÂsebetlerimiz hakkında en guzel dusturları ortaya koymaktadır. Bu esaslara riÂyet edildiği takdirde, yanlış icinde olanlar, er veya gec hatalarının farkına varacak ve kalpleri muhurlenmemiş ise, doğruyu kabul edeceklerdir. Tıpkı kardeşlerinin yıllar sonra Yûsuf -aleyhisselÂm- ’ın değerini takdîr etmeleri gibi…

Yûsuf -aleyhisselÂm- ’ın Mısır azîzi olduktan sonra, vaktiyle kendisini oldurmeye kastedip kuyuya atan kardeşlerinin yardım taleplerini reddetmemesi ve kendisini gizleyerek onlara ikram ve ihsanlarda bulunması da, kalbî terbiyede kÂbına varılmaz bir inceliktir. HÂlbuki o an, elin­de­ki guc ve sal­ta­nat ile kar­deş­le­rin­den pe­k­l in­ti­kam ala­bi­lir­di. Fa­kat o hak peygamber, ku­sur­la­rı ba­şa kak­mak sû­re­tiy­le go­nul yık­ma­nın de­ğil, ko­tu­lu­ğe bi­le iyi­lik­le muk­be­le ede­bil­me­nin, ayıp ve ha­t­la­rı set­ret­me­nin, şah­sı­na ya­pı­lan zulumleri, Hakk ’ın rı­z­sı uğ­ru­na unu­tu­ver­me­nin eş­siz fa­zî­le­ti­ne n­il ol­muş bir hi­d­yet meş ’alesiydi. Ce­nÂb-ı Hak, Yûsuf -aleyhisselÂm- ’ın kar­deş­le­ri­ne olan bu guzel davranışını Âyet-i kerîmede şoy­le be­yÂn eder:

(Yû­suf) de­di ki: «–Bu­gun si­zi kı­na­mak yok. (Ben sizleri bağışladım.) Al­lah (da) sizi af­fet­sin! O, mer­ha­met­li­le­rin en mer­ha­met­li­si­dir.&#18 7;” (Yû­suf, 92)

Bu asîl ve Âli­ce­nap ta­vır­lar kar­şı­sın­da kar­deş­le­ri de ne­d­met gos­te­rip tev­be­kÂr ol­du­lar. Yû­suf -aleyhisselÂm- ’ın zirve fazîletini kabul ve hakkāniyetini tasdik ettiler.

ŞÃ‚ir Ziy Paşa ne guzel soyler:

ZÂlimlere bir gun dedirir kudret-i MevlÂ; تَاللهِ لَقَدْ آثَرَكَ الله ُعَلَيْنَا: (TallÂhi lekad ÂserakellÂhu aleynÂ)[1]

[1] Şiirin ikinci mısraı; “VallÂhi, Allah seni bizden ustun kıldı.” meÂlindeki Yûsuf Sûresi ’nin 91. Âyet-i kerîmesidir ve kardeşlerinin Yûsuf -aleyhisselÂm- ’ı yıllar sonra gorup tanımaları uzerine soyledikleri sozdur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Bir Nasihat, Binbir İbret, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan