
İslam ’da adalet nedir, adaletin yeri ve onemi nedir? İslam ’da ve Osmanlı ’da adalet ornekleri.AdĂ‚let, İslĂ‚m ’da o kadar ehemmiyetlidir ki, her hususta ona riĂ‚yet edilmesi emredilmiştir. İnsanlar, adĂ‚leti hĂ‚kim kıldıklarında, AllĂ‚h ’ın rĂ‚zı olduğu huzurlu ve rûhĂ‚nî bir kulluk hayĂ‚tı yaşarlar. Boylece dunya ve Ă‚hiretin butun hayırlarını kazanarak ebedî saĂ‚dete nĂ‚il olurlar.
AdĂ‚let ortadan kalktığında ise, dunya uzerinde hak, hukuk, insaf ve dengeden bahsetmek mumkun olmaz. Dunya hayĂ‚tında adĂ‚letten saparak haksızlık yapanlar, kıyĂ‚met gununde, gafletle gecirdikleri imtihan Ă‚lemi icin buyuk bir pişmanlık duyarlar.
ADALETİN SAHİBİ ALLAH ’TIR AdĂ‚let sĂ‚hibi ve adĂ‚letin tĂ‚ kendisi mĂ‚nĂ‚larına gelen “el-Adl” ism-i şerîfi, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın esmĂ‚-yı husnĂ‚sından biridir.[1]
CenĂ‚b-ı Hak, peygamberlerini de, insanları Allah ’tan uzaklaştıran, menfaat ve haksızlık uzerine kurulu zulum duzenlerine son vermek ve yeryuzunde hakkı ve adĂ‚leti hĂ‚kim kılmak icin gondermiştir.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Allah TeĂ‚lĂ‚, adĂ‚leti, ihsĂ‚nı, akrabĂ‚ya yardım etmeyi kesinlikle emreder; cirkin işleri, fenĂ‚lık ve azgınlığı da yasaklar. O, duşunup tutasınız diye size oğut veriyor.” (en-Nahl, 90)
“Allah size, mutlaka emĂ‚netleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hukmettiğiniz zaman adĂ‚letle hukmetmenizi emreder. Allah size ne kadar guzel oğutler veriyor! Şuphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve gorur.” (en-NisĂ‚, 58)
“Adl” sıfatının hakîkî sĂ‚hibi olan CenĂ‚b-ı Hak, kullarından adĂ‚letle muĂ‚mele edenleri sever.[2]
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurmuştur:
“AdĂ‚letle hukmedenler, kıyĂ‚met gununde RahmĂ‚n ’ın sağında nûrdan minberler uzerinde olacaklardır… Bunlar hukumlerinde, Ă‚ileleri ve sorumlu oldukları kimseler hakkında adĂ‚letle davranmışlardır.” (Ahmed, II, 160)
“KıyĂ‚met gununde insanların Allah TeĂ‚lĂ‚ ’ya en sevgili olanı ve O ’na en yakın yerde bulunanı adĂ‚letli idĂ‚recidir. KıyĂ‚met gununde insanların Allah TeĂ‚lĂ‚ ’ya en sevimsiz olanı ve O ’na en uzak mesĂ‚fede bulunanı da zĂ‚lim idĂ‚recidir.” (Tirmizî, AhkĂ‚m, 4/1329; NesĂ‚î, ZekĂ‚t, 77)
Bir Musluman sadece hukum verirken değil, olcup tartarken, şĂ‚hitlik yaparken, hĂ‚sılı her zaman ve her hususta Ă‚dil olmalıdır. Ofkeliyken de sĂ‚kinken de adĂ‚letten ayrılmamalıdır.[3]
Âyet-i kerîmelerde şoyle buyrulur:
“Ey îmĂ‚n edenler! AdĂ‚leti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabĂ‚nız aleyhinde bile olsa AllĂ‚h icin şĂ‚hitlik eden kimseler olun. (Haklarında şĂ‚hitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adĂ‚letten sapmayın...” (en-NisĂ‚, 135)
“Ey îmĂ‚n edenler! AllĂ‚h icin adĂ‚letle şĂ‚hitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adĂ‚letten saptırmasın. Âdil davranın, zîrĂ‚ takvĂ‚ya en yakışanı budur...” (el-MĂ‚ide, 8)
ADALET MULKUN TEMELİDİR AdĂ‚let, devletleri ayakta tutan temel direktir. Oyle ki; “Kufr ile pĂ‚yidĂ‚r olunur, fakat zulm ile olunmaz!” sozu bir darb-ı mesel hĂ‚line gelmiştir. Butun idĂ‚renin adĂ‚let ile kĂ‚im olduğunu ifĂ‚de sadedinde de; “AdĂ‚let mulkun temelidir.” denilmiştir.
AdĂ‚let, kesinlikle geciktirilmeden yerini bulmalıdır. ZîrĂ‚ en kotu adĂ‚let, gec tecellî edendir. Sonunda, hukum isĂ‚betli dahî olsa, geciken adĂ‚let de, bir nevî zulumdur. Zulum ise en buyuk husran sebebidir. CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“Hak yoldan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır.” (el-Cin, 15)
“…ZĂ‚limler icin hicbir yardımcı yoktur.” (el-Bakara, 270)
“...(Âhirette) zĂ‚limlerin ne bir dostu ne de sozu dinlenir bir şefaatcisi vardır.” (el-Mu ’min, 18)
Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- de, zulmun ne buyuk bir gunah olduğunu şoyle ifĂ‚de buyurur:
“Âhirette cezĂ‚sını ayrıca vermekle beraber, dunyada Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın cabucak cezĂ‚landırmasını en fazla hak eden gunahlar, zulum ve akrabĂ‚yı ihmĂ‚l etmektir.” (Ebû DĂ‚vûd, Edeb, 43/4902; Tirmizî, KıyĂ‚me, 57; İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 23)
BĂ‚zı insanlar, guzel konuşmaları ve yuksek zekĂ‚ları sĂ‚yesinde, yaptıkları zulmu ortbas edebilirler. Ancak onlar hicbir zaman kurtulduklarını zannetmemelidirler.[4] Bu dunyada beşerî adĂ‚letten binbir hîle ile yakayı kurtaranlar, birgun “HĂ‚kimlerin HĂ‚kimi” olan Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın huzûrunda cĂ‚resizce boyun bukup hesap vermek zorunda kalacak ve neticede husrĂ‚na uğrayacaklardır.
Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m- ummetini bu hususta şoyle îkĂ‚z eder:
“Kimin uzerinde din kardeşinin ırzı, nĂ‚musu veya malıyla ilgili bir hak varsa, altın ve gumuşun bulunmayacağı kıyĂ‚met gunu gelmeden evvel o kimseyle helĂ‚lleşsin. Yoksa kendisinin sĂ‚lih amelleri varsa, yaptığı zulum miktĂ‚rınca sevaplarından alınır, (hak sĂ‚hibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, zulmettiği kardeşinin gunahlarından alınarak onun uzerine yukletilir.” (BuhĂ‚rî, MezĂ‚lim 10, RikĂ‚k 48)
“Mazlumun bedduĂ‚sını almaktan son derece sakının, cunku onun bedduĂ‚sı ile Allah arasında bir perde yoktur.” (BuhĂ‚rî, ZekĂ‚t 41, 63, MeğĂ‚zî 60, Tevhîd 1; Muslim, ÎmĂ‚n 29, 31)
MevlĂ‚nĂ‚ -kuddise sirruh-, adĂ‚let ve zulmu, şu carpıcı teşbihlerle îzĂ‚h eder:
“AdĂ‚let nedir? Meyve ağaclarını sulamaktır. Zulum nedir? Dikenleri sulamaktır.”
“AdĂ‚leti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu emziren keciye benzer.”
YĂ‚ni besleyip buyuttuğu zulum, gun gelir onu paramparca ederek ortadan kaldırır.
FĂ‚nî menfaatler uğruna adĂ‚letten ayrılanlar, kendi kuyularını kazmış olurlar. Birgun gelir icine duşerler. O hĂ‚lde, ne kadar zor da olsa, dĂ‚imĂ‚ adĂ‚let uzere bulunmak ve doğruluktan hicbir zaman ayrılmamak îcĂ‚b eder.
İSLAM ’DA ADALET ORNEKLERİ Alacaklının Borclu Uzerinde Soz Hakkı Vardır Bir adam, borc verdiği Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e gelerek, gununden evvel alacağını talep etti. Bunu yaparken de, bĂ‚zı kaba ve yakışıksız sozler sarf etti. RasûlullĂ‚h ’a karşı sergilediği bu saygısız tavrı sebebiyle AshĂ‚b-ı KirĂ‚m, adama haddini bildirmek istediler. LĂ‚kin Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- musĂ‚ade etmeyip:
“–Bırakın! ZîrĂ‚ alacaklı kimsenin, hakkını alıncaya kadar borclu uzerinde soz hakkı vardır.” buyurdular. (BuhĂ‚rî, İstikrĂ‚z, 7; Muslim, MusĂ‚kĂ‚t, 118-122/1600-1601)
Peygamberimiz Borclanır mıydı? Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallĂ‚hu anh- şoyle anlatıyor:
“Bir bedevî Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e gelerek, Efendimiz ’den alacağını istedi ve bunu yaparken sert davrandı. HattĂ‚:
«–Borcunu odeyinceye kadar Sen ’i rahatsız etmeye devĂ‚m edeceğim.» dedi. AshĂ‚b-ı KirĂ‚m, bedevîyi azarlayıp:
«–Yazıklar olsun sana! Sen kiminle konuştuğunu bilmiyorsun gĂ‚liba!» dediler. Adam:
«–Ben hakkımı talep ediyorum.» dedi.
Rasûl-i Ekrem -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, ashĂ‚bına:
«–Sizler nicin hak sĂ‚hibinden yana değilsiniz?» buyurdu ve Havle bint-i Kays -radıyallĂ‚hu anhĂ‚- ’ya adam gondererek:
«–Yanında kuru hurma varsa benim borcumu odeyiver. Hurmamız gelince borcumuzu sana oderiz.» dedi. Havle -radıyallĂ‚hu anhĂ‚-:
«–Hay hay! Babam Sana kurban olsun ey AllĂ‚h ’ın Rasûlu!» dedi.
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, bedevîye olan borcunu odedi ve ayrıca ona yemek ikrĂ‚m etti. (Bu tavırdan memnun kalan) bedevî:
«–Borcunu guzelce odedin. Allah da Sana mukĂ‚fĂ‚tını tam versin!» diye memnûniyetini ifĂ‚de etti. Bunun uzerine Efendimiz:
«–İşte bunlar (borcunu hakkıyla odeyenler) insanların hayırlılarıdır. İcindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflĂ‚h olmaz...» buyurdular.” (İbn-i MĂ‚ce, SadakĂ‚t, 17)
Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, zaman zaman borclanırdı. Bu da ekseriyetle şu sebeplerle olurdu:
1. Kendisine gelen zayıf ve muhtacların ihtiyacını karşılamak.
2. Beşeriyete numûne olarak borcun ne şekilde odenmesi gerektiğini gostermek.
Cocuklarınız Arasında AdĂ‚letli Davranın NûmĂ‚n bin Beşîr -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚- şoyle anlatır:
Babam beni Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e goturdu ve:
“–Ben, sĂ‚hip olduğum bir koleyi bu oğluma verdim.” dedi. Bunun uzerine Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem:
“–Buna verdiğini diğer cocuklarına da verdin mi?” diye sordu. Babam:
“–Hayır, vermedim.” dedi. Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–O hĂ‚lde yaptığın hibeden don!” buyurdu. (BuhĂ‚rî, Hibe 12, ŞehĂ‚dĂ‚t 9; Muslim, HibĂ‚t 9-18)
Diğer bir rivĂ‚yete gore, Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–Bu hibeyi cocuklarının hepsine yaptın mı?” buyurdu. Beşîr:
“–Hayır, yapmadım.” dedi. Bunun uzerine Peygamber Efendimiz:
“–Allah ’tan korkunuz; cocuklarınız arasında adĂ‚letli davranınız!” buyurdu. Bunun uzerine Beşîr, hibesinden dondu ve derhĂ‚l o bağışını geri aldı. (Muslim, HibĂ‚t, 13)
Başka bir rivĂ‚yete gore de Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–Bu bağışına benden başkasını şĂ‚hit goster.” buyurdu ve:
“–Cocuklarının sana iyilik yapmada eşit olmaları seni sevindirir mi?” diye sordu. Beşîr:
“–Elbette sevindirir.” cevĂ‚bını verdi.
“–O hĂ‚lde sen de boyle yapma (onlar arasında eşit davran)!” buyurdu. (Muslim, HibĂ‚t, 17)
“Evlatlar Arasında Âdil Olun” Hadisi SahĂ‚bînin biri Peygamber Efendimiz ’in yanında otururken, yanına kucuk oğlu geldi. O da cocuğu kucaklayıp optu ve dizine oturttu. Az sonra kucuk kızı da geldi. Adam onu dizine değil, yanına oturttu. Bunu goren Peygamber Efendimiz dayanamadı. Ona:
“–Cocuklar arasında adĂ‚leti gozetmeli değil miydin?” buyurdu.
Kız ile oğlana farklı davranmamak, birini diğerine tercih etmemek gerektiğini soyledi.[5]
Kıyamet Gunu Kimseye Hicbir Şekilde Haksızlık Edilmez Bir adam Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in onune oturdu ve şoyle dedi:
“–Ey AllĂ‚h ’ın Rasûlu! Benim kolelerim var. Durmadan bana yalan soyluyor, ihĂ‚net ediyor ve baş kaldırıyorlar. Ben de onları azarlıyor ve dovuyorum. Onlar yuzunden benim durumum ne olacak?”
Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdu:
“–Onların sana karşı yaptıkları hıyĂ‚net, isyan ve yalanlar ile senin onlara verdiğin cezĂ‚ hesaplanacak, eğer senin verdiğin cezĂ‚ onların sucuna eşit olursa senin lehine ya da aleyhine bir şey yoktur. Eğer senin verdiğin cezĂ‚, onların sucundan az ise, bu lehine fazîlet olacaktır. Eğer verdiğin cezĂ‚, onların sucunu aşarsa o fazlalığı odemek zorunda kalacaksın ki, bu senden kısas yoluyla alınacaktır.”
Adam bir kenara cekilerek hungur hungur ağlamaya başladı. Bunun uzerine Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdu:
“–Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın; «Biz, kıyĂ‚met gunu icin adĂ‚let terĂ‚zileri kurarız. Artık kimseye, hicbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu (adĂ‚let terĂ‚zisine) getiririz. Hesap goren olarak Biz (herkese) yeteriz.»[6] kavl-i celîlini okumuyor musun?”
Adam bunun uzerine şoyle dedi:
“–VallĂ‚hi yĂ‚ Rasûlallah, hem kendim hem de onlar icin birbirimizden ayrılmaktan daha hayırlı bir yol kalmadı. ŞĂ‚hid olunuz, onların hepsi de hurdur.” (Tirmizî, Tefsîr, 21/3165)
Kole de bir insan olduğundan, İslĂ‚mî kĂ‚idelere gore sĂ‚hibi ona yediğinden yedirmeli, giydiğinden giydirmeli, ağır yuk yuklememeli ve zulumde bulunmamalıdır. İslĂ‚m ’ın getirdiği bu yuksek adĂ‚let sĂ‚yesinde kole edinmek, neredeyse kole olmak mĂ‚nĂ‚sına geldi ve eskiden beri devĂ‚m edegelen kolelik muessesesi tedrîcen ortadan kalktı.
Musluman Adalet Sahibidir İrbĂ‚z bin SĂ‚riye -radıyallĂ‚hu anh- anlatıyor:
Rasûlullah -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m- ile Hayber Kalesi ’ne inmiştik. Beraberinde ashĂ‚bından başka kimseler de vardı. Hayber ’in lideri, cebbar ve mutekebbir birisi idi. Allah Rasûlu ’ne gelerek:
“–Ey Muhammed! Sizin merkeplerimizi kesmeye, meyvelerimizi yemeye, kadınlarımızı dovmeye hakkınız var mı?” dedi.
Rasûlullah Efendimiz gazaplanarak:
“–Ey İbn-i Avf, atına bin ve şoyle nidĂ‚ et; «Haberiniz olsun, cennet sĂ‚dece mu ’minlere helĂ‚ldir, namaz kılmak uzere toplanın!»”
Cemaat toplandı. Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- onlara namaz kıldırdı. Sonra da ayağa kalkıp şunları soyledi:
“–Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup AllĂ‚h ’ın, Kur ’Ă‚n ’dakilerin hĂ‚ricinde haramlarının bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallĂ‚hi ben nasihatte bulundum, (Kur ’Ă‚n ’da olmayan bĂ‚zı şeyler) emrettim, bircok şeyleri de yasakladım. Bunlar, Kur ’Ă‚n ’ın bir misli kadar, belki de daha fazladır. Allah TeĂ‚lĂ‚ Hazretleri, Ehl-i KitĂ‚b ’ın evlerine izinsiz girmenizi helĂ‚l kılmamıştır. Kadınlarını dovmenizi, borcları (olan cizyeyi) verdikten sonra meyvelerini yemenizi de helĂ‚l kılmamıştır.” (Ebû DĂ‚vûd, HarĂ‚c, 31-33/3050)
İslĂ‚m duşmanlarına karşı bile kılı kırk yararcasına bir adĂ‚leti emreden dînimiz ne yucedir! Musluman, kĂ‚fire bile yapılsa zulumden mutlaka hesĂ‚ba cekileceğini duşunerek dĂ‚imĂ‚ adĂ‚let uzere hareket eder.
"Gucsuzlerin Hakkının Guclulerden Alınmadığı Bir Toplumu Allah Nasıl Temize Cıkarır?” Hadisi Hazret-i Ali ’nin ağabeyi CĂ‚fer-i Tayyar -radıyallĂ‚hu anh-, ilk Muslumanlardandı. Mekkeli muşriklerin zulmunden kacıp hanımıyla birlikte Habeşistan ’a hicret etti. Orada yıllarca kaldı. Ancak hicretin 7. yılında Medîne ’ye dondu. Bir gun Peygamber Efendimiz, Habeşistan ’da gorduğu bĂ‚zı garip şeyleri anlatmasını isteyince, CĂ‚fer-i Tayyar -radıyallĂ‚hu anh- şu hĂ‚diseyi anlattı:
“Bir gun oturuyorduk. Yaşlı bir rĂ‚hibe yanımızdan gecti. Başında da buyukce bir su testisi vardı. Genc bir adam bu zavallı kadını arkasından itti. Kadın iki dizinin ustune duştu ve başındaki testi de kırıldı. RĂ‚hibe ayağa kalktı; o gence şoyle bir baktı ve:
«–Ey zĂ‚lim! Yarın Allah Kursu ’yu ortaya koyduğunda, gelmiş gecmiş butun insanları bir yere topladığında, eller ve ayaklar yaptıklarını îtirĂ‚f etmeye başladığında ve mazlumun hakkını zĂ‚limden aldığında, aramızdaki dĂ‚vĂ‚nın nasıl hĂ‚lledildiğini goreceksin!» dedi.
Bu sozleri duyunca, Peygamber Efendimiz, azı dişleri gorunecek şekilde tebessum etti ve:
«–Kadın doğru soylemiş. Evet, doğru soylemiş. Gucsuzlerin hakkının guclulerden alınmadığı bir toplumu, Allah nasıl temize cıkarır!» buyurdu.” (İbn-i MĂ‚ce, Fiten, 20; Ebû Ya ’lĂ‚, Musned (Esed), IV, 7-8; İbn-i HibbĂ‚n, es-Sahîh (Arnaût), XI, 443-444)
Gokler ve Yerler Adaletle Ayakta Durur Hayber zaferinden sonra Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Abdullah bin RevĂ‚ha ’yı oraya gonderirdi. Abdullah bin RevĂ‚ha da, alınması gereken hurma miktĂ‚rını tahmin edip bunu tahsil ederdi. Hayber arĂ‚zîsini işleyen yahûdîler, AbdullĂ‚h ’ın tahminde gosterdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. HattĂ‚ bir ara kendi lehlerine musĂ‚mahalı davranması icin ruşvet teklif ettiler. Kadınlarının sus eşyalarından onun icin biraz mucevherĂ‚t topladılar ve:
“–Bunlar senin, taksim esnĂ‚sında bizim lehimize davran ve bize goz yum!” dediler. Abdullah ise onlara:
“–VallĂ‚hi bircok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı Ă‚dil davranmama mĂ‚nî olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz ruşvettir. Ruşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi. Yahûdîler, Abdullah -radıyallĂ‚hu anh- ’ı takdîr edip:
“–İşte bu adĂ‚let ve doğrulukla gokler ve yer nizĂ‚m icinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta, MusĂ‚kĂ‚t, 2)
Adaletle Hukmeden Yoneticiler Muslumanlar, Bizans Kralı Hirakl ’in buyuk bir orduyla uzerlerine gelmekte olduğu haberini alınca, Humus ahĂ‚lîsine, odedikleri vergileri iĂ‚de ettiler ve:
“–Biz şu anda bir saldırıya mĂ‚ruz kaldığımız icin sizi muhĂ‚faza ve mudĂ‚faa etme imkĂ‚nından mahrumuz. (Bu vergileri ise sizi muhĂ‚faza karşılığında almıştık). Siz artık işinizde serbestsiniz, dilediğiniz gibi hareket edebilirsiniz.” dediler.
Humus ahĂ‚lîsi:
“–VallĂ‚hi sizin idĂ‚reniz ve adĂ‚letiniz, bizim icin daha once icinde bulunduğumuz zulum ve zorbalıktan daha iyidir. Sizin vĂ‚linizle birlikte şehri Hirakl ’e karşı mudĂ‚faa edeceğiz.” dediler.
Yahûdîler de kalkıp:
“–TevrĂ‚t ’a yemin olsun ki biz mağlûb olup perişan olmadıkca Hirakl ’in vĂ‚lisi, Humus şehrine giremez.” dediler.
Şehrin kapılarını kilitlediler ve duşmana karşı şehri mudĂ‚faa ettiler.
Kendileriyle sulh yapılmış olan diğer şehirlerin Hristiyan ve Yahûdî ahĂ‚lisi de aynı şekilde hareket ettiler ve:
“–Şayet Rumlar ve onlara tĂ‚bî olanlar Muslumanlara gĂ‚lip gelirse, biz yine eski zulum ve zorbalık gunlerine geri doneriz. Eğer Muslumanlar gĂ‚lip gelirse onceki anlaşmamız uzere onlarla birlikte oluruz.” dediler.
Allah TeĂ‚lĂ‚, kĂ‚firleri hezîmete uğratıp Muslumanlara zafer bahşedince de, şehirlerini Muslumanlara actılar, oyuncularını cıkararak sevinc gosterilerinde bulundular ve vergilerini odediler.[7]
İslĂ‚m ordusu bu adĂ‚leti yalnız Humus ’ta değil, once fethedip sonra cekilmek zorunda kaldığı butun beldelerde tatbik etmiştir. MeselĂ‚, Plevne kaybedildiği zaman GĂ‚zi Osman Paşa, Hristiyan halktan, onları muhĂ‚faza mukĂ‚bilinde aldığı cizyeleri iĂ‚de etmiştir.
Sultan ve İnek Kıssası Abdullah bin AbbĂ‚s -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚- anlatıyor:
Sultanlardan biri kıyĂ‚fet değiştirip ulkesini dolaşmaya cıktı. Bir koyluye misĂ‚fir oldu. Adam tek ineğinin sutuyle geciniyordu. Ama bu inek bircok inek kadar sut veriyordu. Sultan, ben bu ineği alıp sarayıma gotureyim, diye duşundu.
Sabahleyin ineği yine cobana teslim edip otlatmaya gonderdiler. Akşam olup da ineği sağınca, her zaman verdiği sutun yarısı kadar sut verdiğini hayretle gorduler. Buna en cok koylu kıyĂ‚fetindeki sultan şaşırdı ve ineğin sĂ‚hibiyle konuşmaya başladı:
“–Coban ineği bugun başka bir yerde mi otlattı?”
“–Hayır, her zamanki otlağa goturdu.”
“–Hayvancağız her zaman ictiği sudan başka bir su mu icti?”
“–Hayır, icmedi.”
“–Oyleyse sutu niye yarıya duştu?”
İnce bir idrĂ‚ke sĂ‚hip olan koylu şunları soyledi:
“–Oyle sanıyorum ki, sultanımız bu ineği kendine almayı duşundu. Bir devlet başkanı halkına zulmeder veya zulmetmeyi aklından gecirirse o memlekette bereket kalmaz.”
Sultan şaşırdı ve:
“–Sen sultĂ‚nı nereden tanıyorsun?” diye sordu. Koylu bildiğinin doğruluğundan emindi:
“–Bu iş boyle olmalıdır.” dedi.
Sultan boyle bir haksızlığı duşunduğune pişman oldu. Kendi kendine; “AllĂ‚h ’ım! Kimseye zulmetmeyeceğim. Bu ineği de kesinlikle almayacağım.” diye soz verdi.
Ertesi akşam inek sağılınca, yine her zamanki gibi bol miktarda sut verdiği goruldu.[8]
Adaletle Hukmeden Halife MĂ‚lik bin Dinar -rahmetullĂ‚hi aleyh- anlatır:
“Omer bin Abdulaziz hilĂ‚fet makĂ‚mına gectiği zaman, dağlardaki cobanlar:
«–İnsanların idĂ‚resini sĂ‚lih bir kimse ustlendi.» dediler. Onlara:
«–Bunu nereden bildiniz?» diye soruldu. Onlar da:
«–Hayvanlar bile huzur ve sukûn icinde...» dediler.”
Muhammed bin Uyeyne -rahmetullĂ‚hi aleyh- de şoyle der:
“Omer bin Abdulaziz halîfe iken Kirman ’da koyun guderdim. Halîfenin rûhĂ‚niyet ve adĂ‚letinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar Ă‚deta birlikte dolaşır gibi gorunurdu. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gordum. Şaşırdım. Sanki dunya, butun huzur ve sukûnunu kaybediyor gibiydi. İcimden:
«Şu Ă‚dil ve Hak dostu halîfe olmuş olmalı!» dedim. Araştırdım, Omer bin Abdulaziz ’in o gece vefĂ‚t ettiğini oğrendim.”
Hak Dostunun Verdiği Adalet Dersi Bir kimse Hak dostlarından birinin yanında zĂ‚lim HaccĂ‚c ’a, zulmu sebebiyle hakĂ‚ret etmişti. Hak dostu ona şu dersi verdi:
“–Ona hakĂ‚rette o kadar ileri gitme! ZîrĂ‚ CenĂ‚b-ı Hak, malına ve canına kıydığı kimselerden dolayı HaccĂ‚c ’a cezĂ‚ verecektir. Fakat iş bu kadarla kalmaz. Sonra CenĂ‚b-ı Hak, HaccĂ‚c ’ın hakkını alarak onun haysiyetine tecĂ‚vuz edenlere de cezĂ‚larını verir.”
YĂ‚ni bir kul zulme uğrar, sonra kendisine zulmedene o kadar hakĂ‚ret eder ve kotu şeyler soyler ki, zĂ‚limin gunĂ‚hı seviyesine cıkar. HattĂ‚ daha da ileri gittiği icin zĂ‚limin ondan alacağı olur ve bu sebeple mazluma kısas yapılır.[9]
CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“...Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah ’tan korkun ve bilin ki Allah muttakîlerle beraberdir.” (el-Bakara, 194)
“Eğer cezĂ‚ verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle cezĂ‚ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler icin daha hayırlıdır.” (en-Nahl, 126)
Sultanlığı Bırakan Hak Dostu Bir gun Telemsan pĂ‚dişĂ‚hı Sultan YahyĂ‚, saray erkĂ‚nı ile birlikte şehri dolaşmaya cıkmıştı. Onun ve etrafındakilerin debdebe ve ihtişĂ‚mı karşısında gozleri kamaşan halk da, SultĂ‚n ’a hurmet icin korkuyla ayağa kalkıp; “PĂ‚dişĂ‚hım cok yaşa!” diyerek alkışlamaya başladılar. Ancak sultĂ‚nın gozune bu kalabalıktan ziyĂ‚de az ileride yalnızlığı tercîh etmiş, kayıtsız, dunyadan Ă‚zĂ‚de, nûru etrafını parıldatan bir kimse ilişti. Yanındakilere o nûr yuzlu garibin kim olduğunu sorunca:
“–SultĂ‚nım, o, meşhur Tunuslu Şeyh ’tir. Bir mağarada ve inzivĂ‚ hĂ‚linde yaşar.” dediler. Sultan, binbir merak icinde atını Tunuslu Şeyh ’in yanına surdu ve icini kemiren bir suĂ‚li ona sormak istedi:
“–Uzerimdeki şu ipekli elbise ile namaz kılmak cĂ‚iz midir?” dedi. Tunuslu Şeyh, bu suĂ‚le cevap vermek istemeyip, onu sarayındaki ulemĂ‚dan sormasını istediyse de SultĂ‚n ’ın ricĂ‚ ve ısrarları uzerine şoyle dedi:
“–Bir kopek duşununuz ki, bir hayvan olusu bulmuş ve onu tıka basa yeyip icini dışını pisliğe bulaştırmış olduğu hĂ‚lde, bevlederken kirlenmemek icin ayağını havaya kaldırmak sevdĂ‚sındadır!..”
Sultan kızdı:
“–Ne demek istiyorsunuz?!” dedi. Şeyh:
“–Şunu demek istiyorum ki, sizin mideniz ve cisminiz en ağır haram yukleri, zulum ve kul hakları ile doludur. Boyleyken siz tutup ipekli elbise ile namaz kılmanın cĂ‚iz olup olmadığını soruyorsunuz?” dedi. Bu hikmetli sozler, SultĂ‚n ’ın gonlune derinden tesir etti. Bu tesir bereketiyle derhal uzerindeki sırmalı elbiseleri cıkarıp attı. Sonra belindeki kılıcı fırlattı ve kendisine şaşkınlıkla bakan halka:
“–Muslumanlar! Haklarınızı helĂ‚l ediniz ve kendinize bir pĂ‚dişah bulunuz!” diyerek Tunuslu Şeyh ’in peşinden gitti ve onun sĂ‚dık bir talebesi oldu.
Sultan YahyĂ‚, Şeyh Hazretleri ’nin mĂ‚nevî terbiyesinde o derece buyuk bir makam elde etti ki, Tunuslu Şeyh, halkın kendisinden duĂ‚ talebi olduğu zaman şoyle demeye başladı:
“–DuĂ‚yı YahyĂ‚ ’dan isteyiniz; zîrĂ‚ onun yerinde ben olsaydım, onun yaptığını yapamazdım... Eğer sultanlar, onun eriştiği saĂ‚det hazinesini bilselerdi, onlar da YahyĂ‚ gibi her şeylerini fedĂ‚ ederlerdi.”
BahĂ‚eddin Veled ’in SultĂ‚n Alaaddin Keykubad ’a Nasihati Selcuklu SultĂ‚nı Alaaddin Keykubad, şehrin kalesini tamamladığında, Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ ’nın babası BahĂ‚eddin Veled ’den teberruken kaleyi gormesini ve kale hakkındaki fikrini beyĂ‚n etmesini ricĂ‚ eder. BahĂ‚eddin Veled Hazretleri, gidip yapılanları gorur ve şoyle der:
“–Kaleniz, sel felĂ‚ketlerini, duşman akınlarını onlemek icin fevkalĂ‚de guzel ve kuvvetli gorunuyor. LĂ‚kin sen, idĂ‚ren altındaki mazlumların, ezilen insanların bedduĂ‚ oklarına karşı hangi tedbiri aldın? Cunku onların bedduĂ‚ okları, yalnız senin kalen gibi bir kaleyi değil, yuzbinlerce kale burcunu deler gecer ve dunyayı harĂ‚beye cevirir.
En iyisi sen, adĂ‚let ve iyilikten kale burcları yap ve sĂ‚lihlerden, hayırlı duĂ‚ askerleri teşkîl etmeye gayret et. Boylesi senin icin surlardan daha emindir. ZîrĂ‚ halkın ve dunyanın guven ve huzuru o duĂ‚ askerleriyle sağlanır.”
Yıldırım Beyazıt ’ın Adaleti Dış siyĂ‚sette bircok başarılar sergileyen Yıldırım Beyazıt Han, Anadolu birliği yolunda da buyuk adımlar attı. Beyliklerin en buyuğu olan Karamanoğulları ’nın buyuk bir kısmını Osmanlı ’ya ilhĂ‚k etti. Ancak bu ilhĂ‚k, ahĂ‚lînin kendi isteğiyle gercekleştirilmişti. Nitekim 15. asırda yaşayan Osmanlı tarih yazarı Âşık PaşazĂ‚de bu hakîkati şoyle anlatır:
“...Beyazıt Han, Konya onlerine geldiğinde, şehrin kapıları kapatıldı. Ancak harman vakti olduğundan Konya ovasında her tarafta arpa ve buğday yığınları vardı. Halk, telĂ‚şla kaleye sığındığı icin bunları iceri alabilmeleri mumkun olmamıştı. Bunu goren Yıldırım HĂ‚n ’ın askerleri, hisar dibine yaklaşarak Konya halkına seslendiler:
“–Gelin, bize arpa ve buğday satın; atlarımıza yedirelim!” dediler. Halk bu teklife cok şaşırdı, bir anlam veremedi. Birkac kişi:
“–Bakalım dedikleri doğru mu?” diyerek kaleden cıkıp Osmanlı ordusunun yanına geldi. Durumdan haberdar olan Beyazıt Han, her ihtimĂ‚le karşı askerlerine şu tĂ‚limĂ‚tı verdi:
“–Bunlar bizim Musluman kardeşlerimizdir. Sakın ola kimseye zulmetmeyin! Kul hakkına riĂ‚yetkĂ‚r olun; arpa sĂ‚hipleri, kendi gonul rızĂ‚larıyla satsınlar!..” dedi.
Boylece gelenler, kendi arzuları istikĂ‚metinde ve talep ettikleri fiyata satış yaptılar. Akcelerini de alarak hic ummadıkları buyuk bir memnûniyetle kaleye donduler. Konya halkı, bu goz yaşartan adĂ‚let ve insanlığı gorunce, şehrin kapılarını kendi istekleriyle ardına kadar actı ve Osmanlı ’yı iceriye buyur etti. Bu hĂ‚diseyi duyan etraftaki diğer bĂ‚zı şehirler de, elciler gonderip Osmanlı ’yı beldelerine dĂ‚vet ettiler:
“–Buyrun, gelin! Şehirlerimizi sizler idĂ‚re edin!” dediler.
Adaletten Sapan Paşanın Tovbesi FĂ‚tih, adĂ‚lete ve adĂ‚leti tevzî eden kadılara cok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukûku tenfîz edebilmeleri icin kendilerine dĂ‚imĂ‚ yardımcı olurdu. Bu husustaki şu misĂ‚l cok ibretlidir:
Devrin ricĂ‚linden DĂ‚vûd Paşa, yaptığı bir haksızlıktan dolayı Edirne kadısına şikĂ‚yet edilmişti. Kadı efendi, DĂ‚vûd Paşa ’yı bu işten vazgecmesi icin once îkĂ‚z etti. Ona alacağı cezĂ‚yı bildirdi. Aralarında bir munĂ‚kaşa cıktı. Bu munĂ‚kaşada ileri giden DĂ‚vûd Paşa, kadı efendiye birkac tokat attı. Bunu haber alan FĂ‚tih:
“AdĂ‚letin hizmetkĂ‚rı olan kadıyı doven kimse, dîni tahkîr etmiş ve harĂ‚b etmiş olur...” diyerek, DĂ‚vûd Paşa ’yı ağır şekilde cezĂ‚landırdı.
DĂ‚vûd Paşa, maddî ve mĂ‚nevî ıztırĂ‚bından yataklara duştu. NihĂ‚yet tevbe edip pişman oldu. AllĂ‚h ’ın emirlerine bir daha karşı cıkmayacağına ve boyle bir kusur işlemeyeceğine dĂ‚ir soz verdi. Bundan sonra FĂ‚tih ’le aralarında yeniden yakınlık peydĂ‚ olup vezirlik pĂ‚yesine kadar yukseldi. Daha sonra 2. Beyazıt zamanında, vezîr-i Ă‚zam oldu.
Yavuz Sultan Selim ’in Adaleti Yavuz Sultan Selim ’in Mısır seferi esnĂ‚sında vukû bulan ehemmiyetli hĂ‚diselerden biri şoyledir:
Sefer uzere olunduğundan birtakım masraflara hazineden henuz para ulaştırılamamış ve zengin bir bezirgĂ‚ndan borc alınmıştı. Daha sonra hazineden para geldi ve defterdar da alınan bu borcu sĂ‚hibine takdim etti. Ancak adam, defterdĂ‚ra şoyle bir teklifte bulundu:
“–Servetim hayli coktur. Bir oğlumdan başka kimsem de yoktur. Kabûl ederseniz, verdiğim paramı hazineye bağışlayayım. Buna mukĂ‚bil siz de benim oğluma devlet kapısında bir iş verin!..”
Defterdar, bu talebi SultĂ‚n ’a arz edince Yavuz, son derece ofkelendi ve muhĂ‚tabına hiddetle haykırdı:
“–Bana getirdiğin şu usûlsuzluk teklifi sebebiyle, yemin ederim ki seni de teklif sĂ‚hibini de katlettirirdim. Fakat «Sultan Selim, parasına tama ’ ettiği icin bezirgĂ‚nı ve defterdĂ‚rı oldurttu.» demelerinden cekinirim. Tez bezirgĂ‚nın parasını iĂ‚de edin ve bir daha huzûruma boyle kanuna muhĂ‚lif şeyler getirmeyin!”
SultĂ‚n ’ın bu tavrının ardından yapılan tahkîkatta bezirgĂ‚nın bir Yahûdî olduğu tespit edilmiş ve devlet merkezinden uzaklaştırılmıştır.
Dillere Destan Turk Adaleti Lehistan ’da; “Osmanlı atları Vistul Nehri ’nden su icmedikce, bu ulke hurriyet ve istiklĂ‚le kavuşamaz!” sozu, ecdĂ‚dımızın adĂ‚letini gosteren bir darb-ı mesel hĂ‚line gelmişti. Gercekten Lehistan, yĂ‚ni Polonya, tĂ‚rihte uc defĂ‚ istiklĂ‚line kavuşmuştur ki, bunlar da hep Turk atlarının Vistul Nehri ’nden su ictiği zamanlarda olmuştur.
Bu yonuyle Osmanlı, başka milletlerin tercih ettiği bir devlet huviyetinde olmuştur. Nitekim FĂ‚tih ’in askerleri surları zorlarken, Bizans asillerinden olan Hristiyan Granduk Notaras ’ın, Ayasofya ’daki bir muzĂ‚kerede Papa ’dan yardım talep edilmesi teklîfine karşı sarf ettiği şu ifĂ‚de meşhurdur:
“İstanbul ’da kardinal serpuşu (şapkası) gormektense, Turkler ’in sarığını gormeyi tercih ederim!..”
Hristiyanların Osmanlı ’ya Bağlılığı NĂ‚il oldukları Ă‚dil muĂ‚mele sebebiyle Hristiyan tebaanın devlete bağlılığını gosteren şu misĂ‚l ne kadar ibretlidir:
KĂ‚nûnî ’nin bir Macaristan seferinde bĂ‚zı Macarlar, Alman imparatorunun menfaati istikĂ‚metinde SultĂ‚n ’ı zehirlemek istediler. SultĂ‚n ’ın husûsî aşcısı Ermeni Manuk ’u Hristiyanlık adına kandırmaya calıştılar. Ancak Ermeni aşcı, adĂ‚letine ve insĂ‚nî duygularına hayran olduğu KĂ‚nûnî icin yapılan bu cirkin teklifi, buyuk bir sadĂ‚kat orneği gostererek şiddetle reddetti.
Kanuni Sultan Suleyman ’ın Adaleti KĂ‚nûnî ’nin Avusturya ’ya yaptığı seferlerin birinde idi. Ordu duşmana doğru ilerlerken, gayr-i muslimlerin koylerinden de geciliyordu. KĂ‚nûnî, mola verdiği bir sırada Hristiyan bir koylu, huzûruna geldi ve:
“–SultĂ‚nımız! Askerlerinizden birisi bağımdan uzum koparmış ve yerine de parasını asmış! Size teşekkur ve tebrîke geldim.” dedi.
Bunun uzerine KĂ‚nûnî Sultan Suleyman Han, derhal o askeri buldurtup seferden menetti. Buna hayret eden Hristiyan koyluye de şoyle dedi:
“–Askerin hĂ‚li, zafer ve nusretin ilk adımıdır. Eğer o asker, parayı uzumunu aldığı asmaya bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zĂ‚limler ordusu olurdu ve o askerin kellesi giderdi. O parayı asmaya bıraktığı icin kellesini kurtardı, ancak sĂ‚hibinden izinsiz mal aldığı icin seferden men cezĂ‚sına carptırıldı.”
Bu seferin donuşunde KĂ‚nûnî ’nin karşısına bir ihtiyar kadın cıktı. PĂ‚dişĂ‚hın atının dizginlerini tutarak:
“–Senden dĂ‚vĂ‚cıyım!..” dedi. Sultan:
“–Beni kime dĂ‚vĂ‚ edeceksin?” diye sordu. Kadın:
“–SultĂ‚nım, seni ilĂ‚hî mahkemede dĂ‚vĂ‚ edeceğim. Cunku askerlerin bilerek veya bilmeyerek tarlamı ciğnedi. Ekinlerim mahvoldu.” dedi.
Sultan buna cok uzuldu. Başını onune eğdi. Gozlerinden yaş damlaları dokulmeye başladı. Kadının gonlunu hoş edip helĂ‚lleşti.
***
KĂ‚nûnî ’nin, tebaasına karşı gosterdiği adĂ‚letin şu tezĂ‚huru ne kadar takdîre şĂ‚yandır:
Mısır vĂ‚lisi Mehmed Paşa, İstanbul ’a gonderilen yıllık tahsisĂ‚tı, bir defĂ‚sında belirlenen miktardan fazla olarak gondermişti. Bu durum uzerine KĂ‚nûnî, beklendiği gibi vĂ‚liyi takdîr ve tebrîk etmedi. Aksine şuphe ve hiddetle:
“–Acep bu paşa, bizim gozumuze girmek icin Mısır ahĂ‚lîsine ağır kulfetler mi yukleyip bu kadar para topladı? Boyle ise halka zulmetmiş demektir!” diyerek paşayı İstanbul ’a cağırttı.
KĂ‚nûnî, paşayı ciddî bir sorgulamadan gecirdi. Neticede paşanın yaptığı îzahları zĂ‚hiren kabûl ettiyse de, kalben mutmain olmadığı icin Mısır ’dan gelen vĂ‚ridĂ‚tın fazlasını su kemerleri tĂ‚mirĂ‚tı gibi umûmî hayır hizmetlerine aktardı.
MUSLUMAN ADİL OLMALIDIR VelhĂ‚sıl zulum, her ne kadar parlak gorunse de sonu zifiri karanlıktır. AdĂ‚let de her ne kadar zor gorunse de nihĂ‚yeti nûrlu ve huzurludur. Her zaman, her yerde ve herkese karşı Ă‚dil olan bir Musluman, AllĂ‚h ’ın ve kullarının sevgisini kazanır, iki cihanda da azîz ve bahtiyĂ‚r olur.
Nefislerine uyarak adĂ‚letten ayrılanların ise hicbir şey elde etmeleri mumkun değildir. Aldatıcı ve gecici bĂ‚zı menfaatler sağlasalar bile bu, nihĂ‚yetinde zarar, pişmanlık ve husrandan başka bir şey getirmez.
Dipnotlar:
[1] Bkz. Tirmizî, DeavĂ‚t, 82/3507. [2] Bkz. el-HucurĂ‚t, 9. [3] Bkz. Heysemî, I, 90. [4] Bkz. BuhĂ‚rî, ŞehĂ‚dĂ‚t 27, Hıyel 10, AhkĂ‚m 20; Muslim, Akdiye 4. [5] TahĂ‚vî, Şerhu MeĂ‚ni ’l-ÂsĂ‚r, Beyrut 1987, IV, 89; Beyhakî, Şuab, VII, 468; Heysemî, VIII, 156. [6] El-EnbiyĂ‚, 47. [7] BelĂ‚zurî, Futûhu ’l-BuldĂ‚n, Beyrut 1987, s. 187. [8] Beyhakî, Şuab, VII, 53; Suyûtî, ed-Durru ’l-Mensûr, Beyrut 1993, II, 76-77. [9] BabanzĂ‚de Ahmed Naîm, İslĂ‚m AhlĂ‚kının Esasları, İstanbul 1963, s. 86.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan