MÂnevî arınma ve tekÂmul yolculuğu olan seyr-u sulûkte, sohbet, zikir, muhabbet ve hizmetin dışında da pek cok mÂnevî terbiye usûlu bulunmaktadır. Bu terbiye metodları; zaman ve zeminin şartlarına, kişilerin karakter ve şahsiyetine gore pek cok farklılık ve ceşitlilik gosterebilir. Bazı manevi terbiye usulleri...Seyr u sulûkte tatbik edilegelen umûmî ve husûsî pek cok terbiye usûlu vardır. Biz burada umûmî mÂnÂdaki terbiye usullerinden birkacı uzerinde duracağız:

1- SOHBET

CenÂb-ı Hak şoyle buyurur: “Sen oğut ver (vaaz ve nasihatte bulun)! Cunku nasihat (ve hatırlatma) mu ’minlere fayda verir.” (ez-ZÂriyÂt, 55)

Bu vaaz ve nasihatlerin en bereketli zeminleri de tasavvufî sohbetlerdir. “SahÂbî” ve “sohbet” kelimelerinin aynı kokten gelmesi de, bu hususun ehemmiyetini acıkca ortaya koymaktadır. Zira sahÂbeyi sahÂbe yapan en muhim vesîlelerden biri, onların Peygamber Efendimiz ’in sohbetinden istifÂde etmiş olmalarıdır. Bu sebeple “Sohbet, bir Sunnet-i Muekkede ’dir.”[1] diyebiliriz.

Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, her sahÂbînin eline birer kitap-defter vermedi. Bunlardan ziyÂde, sohbete ve kalbî beraberliğe ehemmiyet verdi. AshÂb-ı kirÂm da mÂnevî hÂllerini doğrudan doğruya Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in sadır Âleminden aldılar. MÂnevî in‘ikÂs ve insibağ neticesinde, gonulleri rûhÂniyet-i RasûlullÂh ile doldu. Zira huşû icinde icr edilen sohbetlerde, soz ve bilginin beraberinde, gonullerden gonullere bir enerji transferi, yani feyz ve rûhÂniyet akışı da vÂkî olmaktadır. Daha once de ifÂde ettiğimiz gibi, sahÂbeyi sahÂbe yapan en muhim sırlardan biri, Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in bu feyizli sohbetlerine mazhar olmuş bulunmalarıdır. Nitekim sohbetin bu husûsiyeti sebebiyledir ki, sahÂbeden sonra gelen sÂlih zÂtların hicbiri -onlardan daha fazla ibadet etse bile- Peygamber sohbetine nÂil olmuş bulunan sahÂbî derecesine yukselemez.

Peygamber Efendimiz ’den sonra da sohbet, hemen hemen butun tarîkatlerde ve bilhassa Nakşîlikte, kalpten kalbe feyz nakli icin husûsî bir ehemmiyete sahip olmuştur. Nitekim ŞÃ‚h-ı Nakşibend Hazretleri:

“Bizim terbiye yolumuz, sohbet uzerine kuruludur.” buyurmuştur.

Sohbet ve zikir meclisleri, ilÂhî rahmet ve sekînetin Âdeta sağanak hÂlinde yağdığı, dunyadaki cennet bahceleridir. Ebû Hureyre ve Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallÂhu anhumÂ-, Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in şoyle buyurduğuna şÃ‚hitlik ederler:

“Bir topluluk, Allah -azze ve celle- Hazretleri ’ni zikretmek uzere oturduklarında, mutlak onları melekler kuşatır, ilÂhî rahmet kaplar, uzerlerine sekînet iner ve Allah TeÂl onları, katında bulunan ustun kulları (nebîler ve buyuk melekler) arasında zikreder.” (Muslim, Zikir, 39)

Burada zikredilen sekînet hususunda CenÂb-ı Hak şoyle buyurur: “Îmanlarını bir kat daha artırsınlar diye mu ’minlerin kalplerine sekîneti indiren O ’dur...” (el-Fetih, 4)

CenÂb-ı Hak, uzerlerine sekînet indirdiğinde, sohbete gelen mu ’minlerin, din, îman, hidÂyet ve basîret uzere sebatları artar, vakarları ziyÂdeleşir, mÂnevî bir heybet kazanırlar. Boylece İslÂmî emirlere karşı itaat ve bağlılıkları kuvvetlenir, AllÂh ’a ve Rasûlu ’ne olan tÂzim ve muhabbetleri daha da ziyÂdeleşir. Neticede mÂnevî huzur, sukûn ve yakîne ererler.

O hÂlde sÂdık ve sÂlihlerin boyle meclislerini ganimet bilmek gerekir.

Sohbet meclislerinin en bereketli neticelerinden biri de, orada bulunanların musbet hissiyÂtının birbirine sirÂyet etmesidir. Zira mÂnevî sohbetlerde, fizikteki birleşik kaplar kÂnunu[2] misÂli, kalpler birbirinden istifÂde eder. HÂl transferi ve tesir alışverişi gercekleşir. Zamanla kalbî keyfiyetler de birbirine benzemeye başlar. Zevkler, nefretler, duyuşlar ve goruşler aynı hÂle gelir.

Fakat bu istifÂdenin şartı da, sohbetlere bir ibadet vecdiyle katılmak; muhabbet, hurmet ve edep duygularıyla dinlemek; kalbi alıcı ve uyanık hÂlde tutmaktır. Zira gercek bir sohbet, muhÂtaplarının durumuna gore şekillenir. MuhÂtapların kalbî durumuna gore zuhûrat vÂkî olur. Yani makbûl bir sohbetten, herkes kendi kusur veya noksanını anlayıp telÂfi ve tedÂvi recetesi alır. Boylece Hakk ’a yakınlık yolundaki şevk ve gayretini artırır. Bu neticeleri hÂsıl etmeyen bir sohbet ise, dort duvar arasındaki faydasız bir beraberliğe donuşur.

2- ZİKİR / EVRÂD

“İnsan” kelimesi, menşe itibÂrıyla bir goruşe gore “nisyan”dan gelir. Nisyan, zikrin/hatırlamanın zıddıdır ve unutkanlığı ifÂde eder ki, insanoğlunun en buyuk zaaflarından biridir. Rabbimiz, biz kullarını bu zaafa duşmekten şoyle îkaz buyurur:

“AllÂh ’ı unutan ve bu yuzden AllÂh ’ın da onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan cıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Nisyan zaafını asgarîye indirebilmenin en guzel yolu ise “zikir”dir.

CenÂb-ı Hakk ’a hakîkî mÂnÂda kulluk yapabilmek ve bu sûretle mÂrifetullÂh ’a ulaşmak, zikrin kalpte kazandığı seviye ve hissedilişindeki derinlik nisbetinde gercekleşir.

Zikir, AllÂh ’a yukselen amellerin en sevimlisi ve ilÂhî vuslata nÂil olmak isteyen kullar icin vesîlelerin en guzelidir. Kulluk vazifeleri icindeki bu husûsî mevkii sebebiyledir ki “zikir”, Kur ’Ân-ı Kerîm ’de iki yuz elliden ziyÂde yerde gecmektedir. CenÂb-ı Hak pek cok Âyet-i kerîmede kullarına cok cok zikretmeyi, hatt duşmanla savaşmak gibi hayatın en hassas anlarında dahî zikirden gÂfil kalmamayı emretmektedir.[3]

İbn-i Abbas -radıyallÂhu anhumÂ-; “Ey îmÂn edenler! AllÂh ’ı cokca zikredin!” (el-AhzÂb, 41) Âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şoyle demiştir:

“Allah TeÂlÂ, kullarına farz kıldığı her ibadete belli bir sınır tÂyin etmiştir. Bu hususta mÂzeret sahibi olanların da ozurlerini kabûl etmiştir. Ancak zikir, bunun dışındadır. Allah TeÂlÂ, zikir hakkında sonuna varılabilecek bir sınır tÂyin etmemiştir. Aklını kaybedenden başka, zikri terk eden hic kimsenin mÂzeretini de kabûl etmez. Allah TeÂlÂ, insanlara her hÂlukÂrda zikir hÂlinde olmalarını emretmiştir.”[4]

Ne kadar ibretlidir ki CenÂb-ı Hak, iki peygamber kulu olan Hazret-i Mûs ve Hazret-i HÂrûn ’u Firavun ’a tebliğe gonderirken; “Sen ve kardeşin, birlikte Âyetlerimi goturun. Ben ’i anmayı ihmÂl etmeyin.” (TÂhÂ, 42) buyurmuştur. Boylece iki peygamber kulunu bile zikrin ihmÂlinden uyararak, onların şahsında butun insanlığı îkÂz eylemiştir.

Bu sebeple tasavvufta, Hakk ’a vÂsıl olmak isteyen muridlere, belirli periyodlar hÂlinde muhtelif zikir ve virdler tavsiye edilerek mÂnen kemÂle ermenin muhim bir yolu gosterilir.

Zikir, kulu AllÂh ’ın sıfatlarıyla mutehallî eyler. Zira isim, musemmÂyı ceker. Kişi CenÂb-ı Hakk ’ın esmÂ-i husnÂsını zikre devam ettikce, ilÂhî ahlÂk ile ahlÂklanma yolunda mesÂfe kateder.

Zikir, kulun Allah ile beraber olma hususunda en buyuk yardımcısıdır. AllÂh ’ın isim ve sıfatlarını tefekkurle zikreden mu ’min, AllÂh ’ın devamlı kendisiyle birlikte olduğu ve kendisini gorduğu şuuruna erer. Zamanla ahlÂkı guzelleşir ve kalbinde Allah muhabbeti artar.

Zikir, mahzun ve mağmum zamanlarda bir sığınaktır. Neşeli zamanlarda ise rûhÂniyetin tezyîdine vesîledir.

Zikir, cennet havasını daha bu dunyada iken teneffus etmektir. Zira cennette gaflet olmadığı icin insanlar dÂimî zikir hÂlindedirler.

Tasavvufî eğitimde verilen evrÂd ve ezkÂr, butun kalbî hastalıklar icin tesirli bir ilactır.

Zikir, kalplerin muhtac olduğu en muhim telkindir. Nitekim CenÂb-ı Hak şoyle buyurur: “…Dikkat edin! Kalpler, ancak AllÂh ’ın zikriyle huzur bulur!” (er-Ra‘d, 28)

Muhammed PÂrs Hazretleri şoyle buyurur:

“Butun ibadetlerin gÂyesi, Hak TeÂl ’yı hatırlamaktır, yani zikirdir. Kendisinde Hak TeÂl ’nın muhabbet ve unsiyeti gÂlip olarak bu dunyadan giden kişiler, buyuk bir saÂdetle gitmiş olurlar. Bir insanda Hak TeÂl ’nın zikri ziyÂdeleşmeden (zikrin kemÂlinden nasîb almadan ve tefekkurde derinleşmeden) muhabbet ve unsiyet olmaz. Muslumanlığın aslı « لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» kelime-i tevhîdidir ve bu, zikrin ta kendisidir. Diğer butun ibadetler, bu zikri kuvvetlendirmek (ve ona rûhÂniyet kazandırmak) icindir…

Gercek ve kÂmil bir zikrin alÂmeti de, ilÂhî emir ve yasaklar konusunda Hak TeÂl ’yı unutmamak ve O ’nun emirlerine her zaman ve mekÂnda ÂmÂde olabilmektir. Aksi takdirde kişinin zikri, nefsinin fısıltı ve iğvÂsından başka bir şey olmaz. Bundan dolayı zikre başlamanın esÂsı, Hak ve halka nisbetle işlenen zÂhirî ve bÂtınî gunahlara samimî olarak tevbe etmektir. Amel ve ahlÂkıyla Hak TeÂl ’ya muhÂlefet hÂlinde bulunan bir kimsenin zikrinden, gercek bir tesir hÂsıl olmaz.”[5]

3- MUHABBET

Tasavvufî terbiyenin ozune baktığımızda; esas sermÂyenin “muhabbet”, bunun en guzel tezÂhur şeklinin de “ÂdÂba riÂyet” olduğunu goruruz.

Bir varlığa duyulan muhabbet şiddetlendikce, bu muhabbetten o varlıkla alÂkası olan her şeye, yakınlığı nisbetinde bir pay isÂbet eder. MeselÂ, murşidini seven bir murîd, ona Âit tavırlardan -nÂkıs da olsa- benzer davranışlara sahip olanlara bile muhabbet duyar. Murşidinin bir yakınıyla karşılaşsa, onu KÂbe ’den henuz donmuş bir hacıya mulÂkî olmuşcasına iltifatlara gark eder. Murşidinin kullandığı herhangi bir eşyÂya sahip olmak, onun rûhunda tÂrifsiz bir surûr meydana getirir. Bu keyfiyet, Veysel Karanî Hazretleri ’nin Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- tarafından kendisine gonderilen Hırka-yı SaÂdet karşısında duyduğu surûrun bir benzeridir.

İbrahim Desûkî Hazretleri şoyle buyurur:

“Kim kalbinde şeyhine karşı muhabbet beslerse, Allah onu mÂnevî derecelere yukseltir. Yalnız şunu unutmamak gerekir: Şayet şeyh, muridlerini AllÂh ’a yaklaştırmada merdiven vazifesi gormeseydi, icinde kendisinden başka muhabbet bulunan butun kalplere Allah gazap ederdi. Zira Allah bu hususta cok gayûrdur, butun muhabbetlerin ancak kendisine yonelmesini ister.”[6]

Allah ’tan gayrısına duyulan butun muhabbetler “mecÂzî”dir. Zira kalp, mutlak mÂnÂda AllÂh ’a mahsustur. Dolayısıyla hakîkî mÂşuk, Allah ’tan gayrısı olamaz. Diğer sevilenler ve onlarla yaşanan hÂller, tıpkı bir saraya cıkıştaki merdiven basamakları mesÂbesindedir. Bunlar, kalbin muhabbetullÂh ’a hazırlanması yonundeki alıştırmalar hukmundedir. Bu gayretlerde en feyizli merhale, gercek bir murşid-i kÂmile mulÂkî olmak ve onunla unsiyet ve muhabbetin mÂnevî heyecanını yaşamaktır. Bunun en verimli vÂsıtası ise rÂbıtadır. Gonulde mÂnevî rehbere duyulan muhabbetin kuvvetlenerek sıradan ve basit alÂkalarla kıyaslanamayacak derecede yuksek bir seviyeye ulaşması, “rÂbıta”nın ta kendisidir.

Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in torunu Hazret-i Hasan -radıyallÂhu anh-, uvey dayısı Hind bin Ebî HÂle ’ye Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in hilyesini sorarken, icinde bulunduğu hÂlet-i rûhiyeyi şu sozleriyle dile getirmiştir:

“Dayım Hind bin Ebî HÂle, Allah Rasûlu ’nun hilyesini cok guzel anlatırdı. Kalbimin O ’na bağlı kalması ve O ’nun izinden gidebilmem icin, dayımın Allah Rasûlu ’nden bir şeyler anlatması, benim cok hoşuma giderdi.” (Tirmizî, ŞemÂil, s. 10)

Bu soz de, fiilen rÂbıtayı ifÂde etmektedir. Zira Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in tasvîrini dinlemek, O ’nunla kalbî bir bağ kurmak icin en feyizli vesîlelerden biridir.

RÂbıtanın lugat mÂnÂsı, bağ ve alÂkadır. Bu yonuyle esÂsen kÂinatta rÂbıtasız hicbir canlı yoktur. Her şey birbiriyle irtibat hÂlindedir.

Bir annenin oğlu askere gittiğinde, anne hep oğlunu duşunur. Bir yemek pişirdiğinde; “Ah, oğlum bunu severdi.” der. Veya bir delikanlı nişanlandığında, mustakbel zevcesini duşunmeden duramaz. Guzel bir manzarayla karşılaşsa; “Nişanlım da bu manzarayı gorseydi.” diye icinden gecirir. Onune leziz bir yemek gelse; “Sevdiğim de, bu yemeği yeseydi.” diye duşunur. Yani dunyevî ve fÂnî şeylerde bile boylesine tabiî bir muhabbet bağı varken, mÂneviyatta bu bağın olmaması duşunulemez. BilÂkis mÂnevî hÂl yukseldikce, gonullerdeki muhabbet bağının, yani rÂbıtanın da kuvveti artar. Bundan dolayıdır ki sahÂbe-i kirÂm, Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e samimiyetle; “Canım, malım, her şeyim Sana fed olsun y RasûlÂllah!” diyebilmekten, buyuk bir haz ve lezzet almışlardır. Allah ve Rasûlu ’nun yolunda her şeylerini fed etmeyi, canlarına minnet bilmişlerdir.

İşte tasavvuftaki rÂbıta da, kÂmil bir murşide duyulan muhabbeti dÂim gonulde tÂze tutarak onun sÂlih amellerini ve guzel hÂllerini taklide calışmaktır. Murşide duyulan hurmet ve muhabbetin bu sûretle dÂim tÂze tutulması, murîde mÂnevî bir dirilik kazandırır. Zira sÂlih zÂtların sohbeti kadar muhabbeti de tesirli ve faydalıdır.

Muhabbet ve ulfet, iki kalp arasında bir cereyan hattıdır. Bu hat ne kadar kuvvetli olursa, murşidden murîde o kadar cok hÂl sirÂyet eder.

RivÂyete gore, buyuk velî BahÂuddîn Nakşibend Hazretleri, Şehrisebz ’deki bağda bir dut ağacına yaslanmıştı. Yıllar sonra bunu oğrenen Ubeydullah AhrÂr Hazretleri o bağı satın almış ve zaman zaman o ağacı seyretmeye gitmiştir.[7] Bu hÂl, bir murîdin, şeyhinin şeyhine karşı duyduğu muhabbetin hayranlık uyandıran bir tezÂhurudur.

MÂnevî ilerleme icin muhabbet zarurîdir. Zira murîd, murşidinin davranışlarını taklid etmek ve onun mÂnevî hÂlini kendi uzerine yansıtabilmek icin onunla kalbî bir irtibat hÂlinde olmak durumundadır. Bunun yolu da muhabbettir. Cunku ancak seven kişi sevdiğini taklid eder ve ona benzemek ister.

RÂbıta yoluyla, murşidle murîd arasında gercekleşen hÂl transferi, murîd icin aynîleşme istikÂmetinde bir gelişmeye mazhar olmak demektir. Zira hadîs-i şerîfte:

“Kişi sevdiği ile beraberdir...” buyrulmaktadır. (BuhÂrî, Edeb, 96)

Tabiî ki bu beraberlik, zÂhirî beraberlikten ziyÂde, hÂl ve davranış beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği, tavır ve istikÂmet beraberliğidir. Bu beraberlikleri meydana getirmeyen bir sevginin hakîkî olup olmadığı şuphelidir.

RÂbıta ile murîd, murşidinin rûhÂniyetinden feyz alır, kalbini dunyevî duşuncelerden temizleyerek huzur hÂlini muhÂfaza eder.

Diğer taraftan, gonlunu mÂnevî rehberlere bağlayamayan insanların; “Tabiat boşluk kabûl etmez.” hakîkati mûcibince, gonullerini nefsÂnî arzulara kaptırması ve suflî rehberlerin peşine takılması da kuvvetle muhtemeldir. Bu sebeple CenÂb-ı Hak, mu ’minleri sÂdık ve sÂlih kullarıyla beraber olmaya teşvik ederek şoyle buyurmaktadır: “Ey îmÂn edenler! Allah ’tan korkun ve sÂdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)

HÂce Ubeydullah AhrÂr Hazretleri şoyle buyurur:

“Bu Âyet-i kerîmedeki «Beraber olun!» emri, dÂimî bir sûrette beraberliği ifÂde eder. Âyette «beraberlik», mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hukmî beraberliği ifÂde eder. Fiilî beraberlik, sÂdıkların meclisinde kalp huzûruyla fiilen bulunmaktan ibÂrettir. Hukmî beraberlik ise gıyÂblarında da onların hÂllerini tahayyul etmekten ibÂrettir.”[8]

Demek ki sÂdık olma yolunda atılacak ilk adım, sÂdıklarla beraber olmak, yani onlarla muhabbetli bir unsiyet icinde bulunmaktır. SÂdık olmak, bu durumun tabiî bir neticesidir. Nitekim; “Uzum uzume baka baka kararır.” sozu de, birbirinden in ’ikÂsla olgunlaşma hakîkatinin bir ifÂdesidir.

Nitekim ashÂb-ı kirÂm;

“–AllÂh ’ın velî kulları kimlerdir?” diye sorduklarında Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “(AllÂh ’ın velî kulları) yuzlerine bakıldığında Allah TeÂl ’yı hatırlatan kimselerdir.” buyurmuşlardır. (Heysemî, Mecmau ’z-ZevÂid, X, 78; İbn-i MÂce, Zuhd, 4)

Dolayısıyla Hakk ’ın velî kullarıyla beraber olmak ve onların mubÂrek sîmÂlarını edeple temÂşÃ‚ etmek, gonuller icin ayrı bir feyz, rûhÂniyet ve inşirah vesîlesidir.

RÂbıtanın gÂyesi de, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’e ulaşan Allah dostları silsilesiyle mÂnevî irtibÂtı kuvvetlendirerek bu beraberlikten feyz almaktır. Muttasılan bir elektrik kablosuna tutunan insanlar gibi en sondaki insan da aynı akımdan istîdÂdına gore bir hisse alabilir.

Allah dostlarıyla olan bu mÂnevî beraberliğin yanında maddî beraberlik de olabilirse bu, “nûr ustune nûr” olur. Fakat tasavvufî terbiyede kuru kuruya bir fiilî beraberlik de makbûl değildir. Zira kimileri, bir murşid-i kÂmilin dizi dibinde bulunurlar da gafletlerinden dolayı bir hisse alamazlar. Ote yandan uzak diyarlardaki nice samimî muridler, murşidlerine duydukları engin hurmet, hasret, aşk ve bağlılıkları vesîlesiyle mustesn nasiplere nÂil olabilirler. Nitekim buyukler; Yemen ’deki yanımda, yanımdaki Yemen ’de.” buyurmuşlardır. Bu sebeple asıl muhim olan, nerede olursa olsun, kalbî beraberlik duygusunu yitirmemektir.

Her hususta olduğu gibi rÂbıtada da edebe riÂyet şarttır. Nitekim HÂcegî İmkenegî ’nin muridlerinden Hacı Abdulazîz, rÂbıtada murîdin hayÂl yoluyla şeyhini kendi yanına getirmektense, kendisinin hayÂlen şeyhinin huzûruna gitmesinin, tasavvufî edebe daha munÂsip olacağını ifÂde etmiştir.[9]

Tasavvufî terbiyede cok ehemmiyetli bir usûl olan rÂbıta, adı ve tatbik şekli az cok farklı olsa da, hemen hemen butun tarîkatlerde mevcuttur.

Diğer taraftan rÂbıta, bilhassa 19. asırdan itibÂren bÂzıları tarafından bir îman-kufur meselesi hÂline getirilerek şiddetle tenkid edilmiştir. HÂlbuki rÂbıta, -yukarıda da ifÂde edildiği uzere- gÂyet tabiî bir psikolojik vÂkıadır. Onun îtikadla bir alÂkası yoktur. Bu hususta Ubeydullah AhrÂr Hazretleri şoyle buyurmuştur: “…Kalbi mal-mulk gibi dunyevî şeylere bağlı olan ve bunları duşunen kişi kÂfir olmuyor da, kalbi bir mu ’mine bağlamak, nicin kufre sebep olsun?”[10]

VelhÂsıl rÂbıta, murîdin murşidine duyduğu muhabbeti dÂim gonlunde tÂze tutmasından ibÂrettir. Murşide ulûhiyet izÂfe etmek gibi bir dalÂletle uzaktan-yakından alÂkası yoktur. Zira İslÂm, hristiyanlıktaki “ruhbanlık” gibi şirke kapı aralayan her şeyi reddeder.

Unutmamak gerekir ki peygamberler dışında her kul, Âciz ve kusurludur. Hatt peygamberler bile beşer olmak hasebiyle zelle işlerler. Fakat te ’yîd-i ilÂhîye mazhar oldukları icin tashih edilirler.

Dolayısıyla mÂneviyat buyuklerine muhabbet ve hurmet ne kadar gerekliyse, onları yuceltmede şer ’î hudutlara riÂyet etmek de son derece zarurîdir.

4- HİZMET

ÎmÂnın en buyuk meyvesi merhamet, onun neticesi ise “hizmet”tir. Merhamet etmek/acıyabilmek, AllÂh ’ın buyuk bir lûtfudur. Zira yalnızca acıyabilen insan icin, kalp, iz ’Ân ve vicdandan soz edilebilir. Hadîs-i şerîfte de:

“Yeryuzundekilere merhamet edin ki, gokyuzundekiler de size merhamet etsin!” buyrulmuştur. (Ebû DÂvûd, Edeb, 58)

Merhamet; sende olanı, ondan mahrum olanlara ikram etmendir. Diğer bir ifÂdeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telÂfî icin onların yardımına koşmaktır.

Rabbimiz Kur ’Ân-ı Kerîm ’de en cok “Rahman” ve “Rahîm” sıfatlarını bildiriyor. Dolayısıyla “Allah” diyen bir kalbin; merhamet, infak ve hizmetten nasipsiz olması duşunulemez. Yine kÂmil bir mu ’min, başta insan olmak uzere mahlûkattan hicbirinin sesli veya sessiz feryÂdına bîgÂne kalamaz, elinden gelen hicbir şeyi esirgeyemez.

Hak dostu MevlÂn Hazretleri buyurur ki:

Şems g bana bir şey oğretti: «Dunyada bir tek mu ’min uşuyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.» Ben de biliyorum ki yeryuzunde uşuyen mu ’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

Yani Şems, MevlÂn ’ya, AllÂh ’ın kullarının uşumesinden urperen bir vicdan hassÂsiyetini oğretmişti. Bedenin ısınması elbiselerle kābildir. LÂkin vicdÂnın ısınabilmesi, ancak şefkat ve merhamet mahsulu hizmetlerle, kalbin Hakk ’a yaklaşmasına bağlıdır.

Bu misal, mahlûkÂtın her turlu mahrûmiyeti karşısında kullanılması gereken bir şablon gibidir. Bu yuzden her turlu felÂket ve sefÂlet manzaralarının, bedenlerden evvel vicdanları urpertmesi îcÂb eder. Bu şekilde Hakk ’a istikÂmetlenen vicdÂnî urperişler, gonullerin ısınıp huzura kavuşmasına vesîle olur.

Tasavvufî terbiyede de hizmetin ehemmiyeti cok buyuktur. Gonulleri; tevÂzû, mahviyet, mahlûkÂta şefkat ve merhamet duygularıyla tezyîn etmenin en muessir yolu, Allah rızÂsı icin hizmet etmektir. Bu bakımdan butun murşid-i kÂmiller, sÂliklerinin terbiyesinde hizmeti muhim bir ilerleme vÂsıtası olarak telÂkkî etmişler ve; “Hizmet eden, himmete nÂil olur.” buyurmuşlardır.

Hizmet, gonulleri mÂnevî zirvelere ulaştıran mustesn ve ulvî bir basamaktır. Oyle bir basamak ki, ilÂhî vuslat ve sonsuz mukÂfÂta mazhar olanların cumlesi; peygamberler ve evliyÂ, ebrÂr ve asfiyÂ, hep bu basamağın uzerinde yucelmişlerdir. Yani bir omur Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in:

“Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.”[11] hadîs-i şerîfinin muşahhas numûneleri olmuşlardır.

Ubeydullah AhrÂr Hazretleri şoyle buyurur:

“Şeyhlerimiz, istikbÂlinden umitvÂr oldukları kişileri hizmet ile meşgul ederlerdi.”[12]

“Zamanın îcÂbı ve zarureti ne ise onunla meşgul olmak lÂzımdır. Zikir ve murÂkabe, bir muslumanı huzura kavuşturacak olan bir hizmet bulunmadığı zaman yapılır. Bir insanın sıkıntısını giderip gonlunu kazanmaya vesîle olacak olan hizmet; zikir ve murÂkabeden daha onde gelir. BÂzıları nÂfile ibadetle meşgul olmayı, hizmetten daha muhim zannederler. Hizmetin semeresi, gonullerde muhabbet ve huzurun yeşermesidir. «Kalpler, kendisine iyilik eden kişiye muhabbet besleyen bir tabiatta yaratılmıştır.» sozu bunu acıklamaktadır. NÂfilelerin neticeleri, mu ’minlerin sevgisinin neticeleriyle asl bir olamaz... Ben bu yolu sûfîlerin kitaplarından oğrenmedim, halka hizmetle elde ettim.”[13]

Nasıl ki bedenin maddî gıdÂlara ihtiyacı varsa, rûhun da mÂnevî gıdÂlara ihtiyacı vardır. İbadet, muÂmelÂt ve ahlÂk, rûhun en hayÂtî ve zarurî gıdÂlarıdır. Mu ’minin ictimÂî kulluk vazifelerinden biri olan hizmet de bunları tamamlayıcı bir mÂhiyettedir. Mu ’min, mumkun olduğu kadarıyla bunların hicbirini ihmÂl etmeyip hepsini şahsiyetinde cem etmeye calışmalıdır.

KÂmil bir mu ’min;

AhyÂr sıfatında olmalı; takv ile ibadet ve nÂfilelere ehemmiyet vermelidir.

EbrÂr sıfatında olmalı; nefsini terbiye icin cile ve hizmetlere koşmalıdır.

ŞuttÂr sıfatında olmalı; Hakk ’a vuslat yolunda ibadet ve hizmet vazifelerini, buyuk bir aşk, vecd ve mÂnevî istiğrak hÂlinde îfÂya gayret gostermelidir.

Ahmed KÂsÂnî g boyle bir gonul kıvÂmıyla îf edilen hizmetlerin ehemmiyetini ne guzel hulÂsa etmiştir:

“Dunya hizmet yeridir, Âhiret ise kurbet, yani AllÂh ’a yakınlık yeridir. Kişinin kurbeti ise, hizmeti nisbetinde olacaktır.”[14]

Allah dostları, hizmet vÂsıtasıyla, sevenlerini hem terbiye eder, hem de AllÂh ’a yaklaştırırlar. Bu sebeple “Tasavvuf, bir hizmet yoludur.” diyebiliriz.

Nitekim Nakşibendî murşidlerinin biyografisi mÂhiyetindeki ReşahÂt adlı eserin muellifi olan Ali bin Huseyin Safî g bir gun abdest almak icin kalktığında, yeğeni hemen ibriği su ile doldurup hazırlamak istedi. Ancak Safî:

“–HÂcegÂn yolu, hizmet etme yoludur, hizmet edilme yolu değil!” diyerek buna musÂade etmedi.[15]

HÂsılı, terakkî etmek isteyen bir mu ’min, ebedî kazancı icin dÂim hizmet yolları aramalı, buyuk-kucuk her hizmeti Allah rızÂsı icin îf etmenin gayreti icinde olmalıdır.

MÂnevî arınma ve tekÂmul yolculuğu olan seyr u sulûkte, sohbet, zikir, muhabbet ve hizmetin dışında da pek cok mÂnevî terbiye usûlu bulunmaktadır. Burada bahsedilenler, umûmî mÂnÂdaki usullerin birkacıdır. Bu terbiye metodları; zaman ve zeminin şartlarına, kişilerin karakter ve şahsiyetine gore pek cok farklılık ve ceşitlilik gosterebilir. Zira şerîatte, umûma mahsus ve herkes icin aynı olan kÂideler gecerli iken, tasavvufta ise, şer ’î hukumlerin yanı sıra, tıpkı numaralı gozlukler gibi, kişiye has terbiyevî metodlar da kullanılır.



[1] Sunnet-i Muekkede: Peygamber Efendimiz r ’in devamlı olarak yaptığı, sırf bağlayıcı ve kat ’î bir emir olmadığını gostermek icin nÂdiren terk ettiği; farz ve vÂcip olmayan amelleri.

[2] Birleşik kaplar kÂnunu: Farklı iki veya daha cok kabın, tabanlarının birleştirilmesi ile elde edilen kaplara, birleşik kaplar denir. Birleşik kaplardan herhangi birine konan sıvının, diğer kaplara akışı, diğer kaplardaki sıvı seviyesi eşitleninceye kadar surer. Yani aynı tabanda oldukları icin, bir kaptaki sıvının ozelliği, diğer kaplardaki sıvıların ozellikleriyle aynı hÂle gelir.

[3] Bkz. en-NisÂ, 102-103.

[4] Taberî, CÂmiu ’l-BeyÂn an Te ’vîli Âyi ’l-Kur ’Ân, Beyrut 1995, XXII, 22; Kurtubî, XIV, 197.

[5] Muhammed PÂrsÂ, a.g.e, s. 45-46.

[6] İmÂm ŞÃ‚rÂnî, İbrahim Desûkî ’den Oğutler, (trc. Erdoğan Baş), İstanbul 1996, s. 64.

[7] Muhammed HÂşim Kişmî, NesemÂtu ’l-Kuds min HadÂikı ’l-Uns (thk. Munîr-i CehÂn Melik), Tahran Un. Edebiyat Fak. (Yayınlanmamış doktora tezi) 1375/1996, s. 167.

[8] TafsîlÂtı icin bkz. Reşahat, s. 453.

[9] Kişmî, NesemÂtu ’l-Kuds, s. 340.

[10] Ali bin Huseyin Safî, ReşahÂt-ı Aynu ’l-HayÂt (thk. Ali Asgar Mu‘îniyÂn), Tahran 2536/1977, II, 636-637.

[11] Beyhakî, Şuab, I, 334; VI, 334; Deylemî, Musned, II, 324; Ali el-Muttakî, Kenz, no: 24834.

[12] Kişmî, NesemÂtu ’l-Kuds, s. 244.

[13] Mîr Abdulevvel, Mesmû‘Ât, İstanbul 1993, s. 16, 89; Safî, ReşahÂt, I, 94, II, 407-408.

[14] Ahmed KÂsÂnî, ÂdÂbu ’s-SÂlikîn, İstanbul Un. Ktp., FY, nr. 649, vr. 53b-54a.

[15] Kişmî, NesemÂtu ’l-Kuds, s. 213.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan