
Tasavvufun hedefi de; Kitap, Sunnet, imamların ictihadları ve murşid-i kÂmillerin guzel gordukleri metodlarla dış Âlem gibi ic Âlemleri de temizlemek, kalbin hÂllerini ıslÂh ederek îmÂnın yakînî bir kıvamda, aşk ile yaşanmasına zemin hazırlamaktır.Kalbî hastalıklardan olan kibir, haset, pintilik gibi cirkin huyları kalpten kazıyıp atabilmek de, en az zÂhirî gunahlardan sakınmak kadar muhimdir.
EsÂsen zÂhirî gunahlar da, bÂtınî gunahların eseri ve neticesidir. Ayrıca bÂtınî gunahlar, daha cok işlenmektedir. Zira insanlar ekseriyetle bu nevî gunahları hafife almakta ve onlardan kurtulmak ve korunmak icin gereken dikkat ve hassÂsiyeti gostermemektedirler.
Tasavvufun hedefi de; Kitap, Sunnet, imamların ictihadları ve murşid-i kÂmillerin guzel gordukleri metodlarla dış Âlem gibi ic Âlemleri de temizlemek, kalbin hÂllerini ıslÂh ederek îmÂnın yakînî bir kıvamda, aşk ile yaşanmasına zemin hazırlamaktır.
TASAVVUF, İSLAMİ İLİMLER BUTUNUNUN AYRILMAZ BİR PARCASIDIR
Bu durumda şunu soyleyebiliriz ki; tasavvuf, İslÂmî ilimler butununun ayrılmaz bir parcasıdır. Bilhassa fıkıh ile tasavvuf, AllÂh ’ın emir ve nehiylerine -hem zÂhiren hem de bÂtınen- riÂyeti temin etme hususunda, bir elmanın iki yarısı gibi, birbirini tamamlayan iki kardeş ilimdir.
EsÂsen tasavvuf, fıkıh ve îtikad gibi butun İslÂmî ilimler, başlangıcta aynı muhtevÂnın farklı yonlerini ifÂde ediyordu. Nitekim İmÂm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri fıkhı:
“Kişinin dînî bakımdan lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir.” diye tÂrif eder. İnsanın ebedî saÂdet veya felÂketinde birinci derecede ehemmiyetli olan, “Rabbini doğru olarak bilmek” yani mÂrifetullÂh ’a ererek O ’nu kalben tanıyabilmek, bu ilmin en muhim kısmını teşkil ediyordu. Bu sebepledir ki İmÂm-ı Âzam Hazretleri ’nin îtikādî meseleler hakkındaki goruşlerinin yer aldığı ve zamanımıza kadar ulaşmış olan metne, “en buyuk fıkıh” mÂnÂsında “Fıkh-ı Ekber” denilmiştir. Başlangıcta durum boyle olduğu hÂlde daha sonraları bu husustaki ilmî faaliyetin genişlemesiyle fakihler/fıkıh Âlimleri, îtikādî, ahlÂkî, tasavvufî vs. hukumleri fıkhın dışında bırakarak onu sırf amelî ve kazÂî hukumlere hasretmişlerdir. Bugun de fıkıhtan anlaşılan mÂn budur.
Tasavvuf da insanın lehinde ve aleyhinde olanları hem zÂhir hem de bÂtın cephesiyle bilip muktezÂsınca yaşamasını telkîn etmektedir. Nasıl ki fıkıh; abdest, tahÂret, namaz, oruc gibi amelî meselelerin zÂhirî sıhhat şartlarını bildirirse, tasavvuf da bunların kÂmil mÂnÂda îf edilebilmesi icin gerekli olan kalbî kıvÂmın kazanılmasını telkîn eder. Bu itibarla tasavvufa, fıkıh ilminin rûhÂnî zemini mÂnÂsında “fıkh-ı bÂtın” da denilmiştir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan