
Musluman dunyaya sadece maddi zevkler icin gonderilmemiştir. Bizleri yaratan Rabbimiz'e karşı mevcut yukumluluklerimiz var. Oncelik her zaman icin dini mubini İslam'ı anlamak, yaşatmak ve dava bilinci ile taşımaktır. Fakat dort bir yanını dunya sevgisi, rızık endişesi, dunya zevkleri sarmış bir mumin elbette bunları kırmadan yol alamaz. Bir muslumanın hayatında olması gereken oncelikler ve dunyaya olan tutumu nasıl olmalıdır?“AllÂh yolunda infak edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın...” (el-Bakara, 195) buyrulmaktadır.
Mufessirler, bu Âyet-i kerîmede ifÂde edilen tehlikenin, “fakirlik korkusu veya dunya muhabbeti sebebiyle dînine hizmet etme ve Hakk ’ın sesini yuceltme yolunda gayret, fedÂkÂrlık ve infaktan uzak durmak” olduğunu ifÂde etmişlerdir. Buna gore bir mu ’min, her hÂlukÂrda AllÂh yolunda malıyla ve canıyla infak edebilme gayreti icinde olmalıdır. Zîr bu hayat gibi, uhdemizde bulunan dunyalıklar da birer emÂnettir. Bu emÂnetleri yerinde sarf etmek bir ebediyet kazancı olurken, cimrilik ve rahata duşkunluk sebebiyle bunları biriktirerek nefsine saklamak, Âhiret husranlığına sebebiyet verir.
Bir mu ’min, infak hususunda şu ibret levhasını hatırından cıkarmamalıdır:
Bir cenÂzenin kabre konulmasından sonra kurtlar bedene ilişinceye kadar, hısım-akraba da tÂziyelerini hemen hemen bitirmiş olurlar. Daha sonra mirascılar mal bolme goruşmelerine başlarken, toprak da bedeni parcalayıp yok etmeye başlar. Her iki faÂliyet de bir bakıma birlikte surdurulur ve bitirilir. Bir yanda beden tuketilirken diğer bir yanda da servet dağıtılır. Bu hÂli hayretle seyreden ruh, bircok yaptığına pişman olarak elini dizine vurmak ister; ama ortada ne el kalmıştır, ne de diz!.. Yalnız ameller mustesnÂ… Dunyada sÂhip olunan takv ve sÂlih ameller, Âhiret hayÂtımızın en hayırlı sermayesi olacaktır.
Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Kabir, (amellere gore) ya cennet bahcelerinden bir bahce veya cehennem cukurlarından bir cukurdur.” (Tirmizî, KıyÂmet, 26)
VelhÂsıl, kıyÂmete kadar surecek olan kabir hayÂtımız, dunyadaki vaziyetimize ve amellerimize gore şekillenecektir.
İşte olumu bir husran olmaktan kurtarıp bir zafere donuşturebilmek, onu mÂtem değil de bir “Şeb-i arûs” hÂline getirmek, olume hazırlanıp olmesini bilenlerin kÂrıdır. Bu istikÂmette yaşanmış feyizli bir hayÂtın ardından Rabbine
kavuşan bahtiyarlardan, şanlı tÂrihimize eşsiz bir hÂtıra hediye etmiş ornek bir şahsiyet de ZÂbit Muzaffer adlı Mehmetciktir:
CANAKKALE'DEN BİTEN HAYIRLI BİR OMUR
Canakkale harbinde gosterdiği mustesn gayretlerle buyuk faydalar sağlayan, sînesi îmÂn dolu bu genc, Canakkale harbinden sonra da durmamış, vatan mudÂfaası icin bu kez doğu cephesine koşmuştu. Kanlı bir carpışma esnÂsında ağır bir şekilde yaralandı. Ardından gelecek nesle, ikinci ve ulvî bir hÂtır daha bırakarak şehÂdet şerbetini icti. Şoyle ki:
Ateş hattında carpışan ve vazîfesi başında şehîd olan ZÂbit Muzaffer Bey, son nefesinde artık sesinin cıkmadığı ve gozlerinin bir şey anlatamadığı dakîkada cebinden bir zarf cıkardı; sonra yerden bir cop parcası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmağa başladı:
“–Asker! Kıble ne tarafta?!.”
Etrafındakiler, rûhunu, beytullÂha yonelerek AllÂh ’a teslîm etmek isteyen Muzaffer Bey ’i kıbleye cevirerek onun bu arzusunu yerine getirdiler. Yuzu vuslat neş ’esiyle dolan zÂbit, muazzez rûhunu şehîden Rabbine teslîm eyledi.
İşte bir kul, omru boyunca hangi meslek ve meşgûliyette olursa olsun, kıble istikÂmetinden ayrılmamışsa, son deminde de CenÂb-ı Hak ona bir vesîle ile kıbleyi bulmayı nasîb ediyor. İş hayÂtında, Âile yuvasında, beşerî munÂsebetlerinde, kulluk hayÂtında kelime-i tevhîdin muhtevÂsında bulunarak kıbleyi bulmuş olanlar, umûmiyetle son nefeslerinde de kıblenin huzurlu iklîmine dÂhil olurlar. Tabiî kıbleden maksat, Kur ’Ân ve sunnet istikÂmetinde, kelime-i tevhîd muhtevÂsında yaşanmış bir hayattır. Muhim olan, omrumuzu ve şu fÂnî nefeslerimizi, sırÂt-ı mustakîm uzere gecirebilmektir. Aksi takdirde, hangi kayalıkta parcalanacağı bile belli olmayan, rotasını
kaybetmiş bir gemi gibi husran dolu bir Âkıbete dûcÂr olmak kuvvetle muhtemeldir. CenÂb-ı Hak cumlemizi muhÂfaza buyursun.
HayÂtını Âdeta olumun koynunda yaşarcasına bir omur surerek “olmeden evvel olunuz” sırrına erenler, AllÂh ’ın dostu olan Ârif kullardır. Boyle kulların, kıyÂmette korku ve huzunden sÂlim olacakları, ilÂhî bir vaaddir. Ardında ebedî Âlemi gizleyen esrarlı bir perde olan olum, insanlık haysiyetini muhÂfaza ederek yaşayan ve AllÂh ’ın lutfu ile son nefes hazırlığına muvaffak olabilen boyle kullar icin buyuk bir saÂdettir. Asıl mÂrifet de, AllÂh ’ın lutfettiği bu can emÂnetini, son nefeste aynı sÂfiyet ve selîm vasfı ile iÂde edebilmektir. ŞÃ‚irin dediği gibi:
O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner;
AzrÂil ’e “hoş geldin” diyebilmekte huner!..
N. FÂzıl Kısakurek
Hakîkaten, son nefes, buğusuz, puruzsuz ve lekesiz bir ayna gibidir. Her insan bu aynada, guzellikleri ve cirkinlikleriyle butun omrunu net bir şekilde seyreder. O an, gozlere ve kulaklara hicbir itiraz ve gaflet perdesi inmez. BilÂkis butun perdeler kalkar ve her turlu îtiraf; aklı ve vicdanı pişmanlık iklîmine sokar. Dolayısıyla, hayÂtımızı pişmanlıkla seyrettiğimiz ayna, son nefes olmasın! Bu ayna, Kur ’Ân-ı Kerîm ve sunnet-i seniyye hÂlinde henuz yaşarken hayÂtımıza girsin. Zîr gercek bahtiyarlar, olumle tanışmadan once kendisini tanıyabilenlerdir.
Rabbimiz son nefesimizi, ebedî Âlemdeki mukÂfatlarımızı seyredeceğimiz bir pencere eylesin...
Âmîn!..
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Gonul Bahcesinden Son Nefes, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan