
Hz MûsÂ'yı Hızır -aleyhisselam'ı bulması icin gonderen vak'a neydi? Hz MûsÂ, Hızır -aleyhisselam'ı bulmak icin yola kiminle cıkmış? Hz Mûs ve Hızır -aleyhisselam'ın buluşması ile Hz. Mûsa'nın yolculuk teklifi? Tum detayları ile Hz Mûs ve Hızır -aleyhisselam'ın yolculuğu...Firavun Kızıldeniz ’de boğulduktan sonra Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm-, kavmine cok fasîh, belîğ ve heyecanlı vaazlar vermekteydi. Kavmi, Hazret-i Mûs ’nın ilim ve mÂrifetteki derinliğine hayran kaldı; mest oldu.
HAZRET-I MÛSÂ ’YA HIZIR (AS) İŞARET EDİLİYOR İclerinden biri:
“–Ey AllÂh ’ın peygamberi! Şu yeryuzunde Sen ’den daha Âlim bir kimse var mı?” dedi.
Hazret-i MûsÂ:
“–Boyle bir kimse bilmiyorum!” dedi.
O esnÂda kendisine vahiy gelerek:
“İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, ona has bir ilim (ledunnî ilim) vermişimdir. Ummetinin seckinlerinden biri ile ona git!” diye buyruldu.
Kendisine işÃ‚ret edilen zÂt, Hızır -aleyhisselÂm- ’dı.
Hazret-i MûsÂ:
“–O zÂtı nasıl bulabilirim y Rabbî?” diye niyÂz etti.
HZ. MUSA İLE HIZIR (A.S.) HİKAYESİ
HAZRET-I MÛS ’NIN YOLCULUĞU BAŞLIYOR AllÂh -celle celÂluhû-, zenbiline tuzlanmış olu bir balık koymasını, bu balığın canlanıp denize atladığı, iki denizin birleştiği yerde Hızır ’ı bulacağını bildirdi.
Mûs -aleyhisselÂm-, rivÂyete gore kız kardeşinin oğlu olan YûşÃ‚ bin Nûn ile Hızır ’ı bulmak icin derhal sefere cıktı.
Âyet-i kerîmede bu hÂdise şoyle bildirilir:
“Bir vakit MûsÂ, genc adamına demişti ki:
«–Durup dinlenmeyeceğim; t iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yuruyeceğim.»” (el-Kehf, 60)
MEVLÂN HAZRETLERİ ’NDEN BİR ANEKTOT MevlÂn -kuddise sirruh-, bu hÂdiseyi ibret ve hikmet dolu noktalarıyla şu şekilde tasvîr eder:
“Ey kerîm olan kimse! Bu mÂnevî iştiyÂkı, «KelîmullÂh» olan Hazret-i Mûs ’da gor! Bak kelîm olan Mûs -aleyhisselÂm- ne diyor:
«–Bunca makÂma sÂhip olduğum hÂlde kendimde varlık hissetmiyorum. Daha oteler icin rûhuma ışık tutacak Hızır ’ı arıyorum.»
Mûs -aleyhisselÂm- ’ın Hızır ’ı aramaya kalkması uzerine kavmi O ’na dedi ki:
«–Ey MûsÂ, Sen kavmini bırakmışsın, Sen ’den daha aşağı mertebede bir zÂtın izine duşmuşsun!
HÂlbuki Sen, «havf» ve «rec»dan kurtulmuş bir peygambersin. Daha ne dolaşacak, ne kadar ve ne zamana kadar arayacaksın?
Aradığın Sen ’de... Bunu Sen de bilirsin. Ey sem kadar yuksek peygamber! Zemînde daha ne kadar dolaşacaksın?»
Mûs -aleyhisselÂm- kavmine:
«–Ne olur, Guneş ile Ay ’ın yolunu kesmeyiniz! Ben peygamberlik hilÂliyim, Hızır ise velîlik guneşidir. YÂni benden ustun peygamberler var. Hızır ise, velîlerin en ust makÂmındadır.» dedi.
Hazret-i Mûs devÂmla:
«–Ben zamÂnın sultÂnı bir velî ile sohbet icin iki denizin birleştiği yere gidiyorum.
Hakîkat ve mÂrifete ulaşmak icin Hızır ’ı vesîle kılacağım. Bunun icin de uzun muddet sefer edeceğim. TÂ ki; O ’na kavuşayım.
Himmet ve azîmet kanatları ile yıllarca ucacağım. Yıllar ne demek, binlerce yıl gitsem, yine O ’nu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmağa değmez mi?» dedi.”
MÛS -ALEYHISSELÂM- VE YÛŞÂ BIN NÛN YOLCULUĞA DEVAM EDİYOR Mûs -aleyhisselÂm- ve YûşÃ‚ bin Nûn;
“İki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. Balık, denizde bir yol tutup gitmişti.” (el-Kehf, 61)
Bir rivÂyete gore, YûşÃ‚ bin Nûn, beraberce mola verip Mûs -aleyhisselÂm- ’ın uyuduğu bir sırada balığın birden canlanarak denize atladığını gormuştu. Fakat bunu Hazret-i Mûs ’ya soylemeyi unutmuştu. Mûs -aleyhisselÂm-, uyanınca da:
“–Haydi, yolumuza devÂm edelim; belki daha cok yolumuz var!..” demişti.
Beraberce yola devÂm ettiler. Uzun bir muddet gittikten sonra nihÂyet bir ağac altında oturdular.
“(Buluşma yerlerini) gecip gittiklerinde Mûs genc adamına:
«–Azığımızı getir! Hakîkaten şu yolculuğumuz esnÂsında (epeyce) yorulduk.» dedi.” (el-Kehf, 62)
YûşÃ‚ bin Nûn, birden hatırladı:
“–Ben onları balığın denize atladığı yerde unuttum!” dedi.
“(Genc adam

«–Gordun mu! Kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı, bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti.» dedi.
HIZIR (AS) ’IN YERİNİ BULDULAR MûsÂ:
«İşte aradığımız yer orası idi.» dedi.
Hemen izlerinin uzerine geri donduler. Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, O ’na katımızdan bir rahmet vermiş, yine O ’na tarafımızdan bir ilim oğretmiştik.” (el-Kehf, 63-65)
TASAVVUFTAKİ “LEDUN İLMİ” NEDİR? Tasavvuftaki “Ledun İlmi” ismini bu Âyetten almıştır. Tasavvuf bilgisi, bir kısım ehil zevÂta mahsustur ve onun ozu zuhddur; ihsÂn duygusuna vÂsıl olabilmektir. YÂni bu ilim, kalbî hayatla ilgilidir. Bununla birlikte kişinin bu hususta, istîdÂd ve kÂbiliyeti kadar mes ’ûliyeti vardır. Kul, kendi selÂmeti icin bu istîdÂdı inkişÃ‚f ettirmeye mecburdur. Bu da nefsin tezkiyesi ve tasfiyesi ile mumkundur. Ledunnî ilim ise, tasavvuf icinde mÂnevî eğitim sonucu ulaşılan Hak vergisi (vehbî

“…Biz O ’na kendimizden bir ilim oğrettik!” (el-Kehf, 65) buyurmaktadır.
Yine Bakara Sûresi ’nde AllÂh TeÂlÂ:
“…AllÂh ’tan ittik edin, AllÂh size (ihtiyÂcınız olan şeyleri) oğretir…” (el-Bakara, 282) buyurmuştur.
HAZRET-I ALI -RADIYALLÂHU ANH- ’DAN BİR RİVÂYET Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- ’dan şoyle bir rivÂyet vardır:
“İlm-i bÂtın, AllÂh -celle celÂluhû- esrÂrından bir sır ve hikmetlerinden birtakım hikmetlerdir ki, o ilmi, kullarından dilediklerinin kalbine verir.” (Suyûtî, el-CÂmiu ’s-Sağîr, II, 52)
MÛS -ALEYHISSELÂM- HIZIR (AS) İLE KARŞILAŞIYOR Mûs -aleyhisselÂm-, kendisine vahiy ile işÃ‚ret edilen zÂtı, bir kayanın ustunde hırkasına burunmuş olarak gordu ve selÂm verdi:
“–Ben Mûs ’yım!” dedi.
Hızır -aleyhisselÂm- da cevÂben:
“–Demek Benî İsrÂîl peygamberi olan Mûs sensin!” dedi.
Mûs -aleyhisselÂm-:
“–Bana AllÂh tarafından bildirilen, insanların en Âlimi sen misin?” diye sordu.
Hızır -aleyhisselÂm- cevÂben:
“–YÂ MûsÂ! AllÂh bana bir ilim vermiştir, o sende yoktur. Sana da bir ilim vermiştir, o da bende yoktur.” dedi.[1]
Mûs -aleyhisselÂm-, Hızır -aleyhisselÂm- ’dan bu ilmi telÂkkî etme arzusunu bildirdi. ZÂhiren akılla anlaşılması mumkun olmayan, kendisine acÂib ve garÂibden gorulen bazı hakîkatlerin hikmetini Hızır ’dan oğrenecekti.
“Mûs O ’na:
«–AllÂh ’ın sana oğrettiği ilim ve hikmetten bana da oğretmen icin sana tÂbî olabilir miyim?» dedi.” (el-Kehf, 66)
Hızır -aleyhisselÂm-:
“Dedi ki:
«–Doğrusu sen, benimle beraberliğe sabredemezsin. (İc yuzunu) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?»” (el-Kehf, 67-68)
Bu sozlerle Hızır -aleyhisselÂm-, Hazret-i Mûs ’nın psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, O ’na kendini anlatmış oluyordu ki, bu tespit sonunda gercekleşecekti. Hazret-i Mûs ’nın alacağı hisse, kendi yerini bilmek ve bir sabır dersi almaktı. YÂni Hazret-i Mûs ’ya hÂl lisÂnı ile:
“–Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususta mÂzursun. Cunku bu ilmin kemÂli, henuz Sana verilmemiştir.” demekteydi.
Mûs -aleyhisselÂm-:
“«–İnşÃ‚allÂh, beni sabredenlerden bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem!» dedi.” (el-Kehf, 69)
Hızır -aleyhisselÂm-:
“–Eğer bana uyacaksan, ben sana sırrımı acmadıkca, hic bir şey hakkında bana suÂl sorma! YÂni tartışma şoyle dursun; sorup anlamak icin bile sorma!” dedi.
“(Doğrusu o sÂlih kul):
«–Eğer bana tÂbî olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hicbir şey hakkında bana suÂl sorma!» dedi.” (el-Kehf, 70)
HZ MÛS VE HIZIR ALEYHİSSELAMIN YOLCULUĞU BAŞLIYOR Ve o meşhûr yolculuğa cıktılar. Kur ’Ân-ı Kerîm Âyetlerinde bu hikmet ve ibret dolu yolculuk şu şekilde anlatılır:
“Bunun uzerine yuruduler. NihÂyet gemiye bindikleri zaman O (Hızır), gemiyi deldi.
MûsÂ:
«–Halkını boğmak icin mi onu deldin? Gercekten Sen (ziyÂnı) buyuk bir iş yaptın!» dedi.
(Hızır

«–Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?» dedi.
(MûsÂ

«–Unuttuğum şeyden dolayı beni muÂheze etme; işimde bana gucluk cıkarma!» dedi.” (el-Kehf, 71-73)
RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“Boylece Hazret-i Mûs ’dan ilk unutma vÂkî oldu. Bu sırada bir serce gelip geminin kenarına kondu ve ardından su icmek uzere gagasını denize daldırdı. Bunun uzerine Hızır -aleyhisselÂm- Hazret-i Mûs ’ya:
«–Al­lÂh ’ın il­mi ya­nın­da se­nin, be­nim ve butun mahlûkÂtın ilmi, şu ku­şun denizden ga­ga­sıy­la al­dı­ğı su ka­dar­dır.» dedi.” (Bu­h­rî, Tef­sîr, 18/2-4)
“Yine yuruduler. NihÂyet bir erkek cocuğa rastladıklarında (Hızır) hemen onu oldurdu. Mûs dedi ki:
«–Bir cana karşılık olmaksızın mÂsum bir cana nasıl kıyarsın?! Gercekten sen fen bir şey yaptın!»
(Hızır):
«–Ben sana, benimle beraber (olacaklara) sabredemezsin, demedim mi?» dedi.
(MûsÂ

«–Eğer, bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaşlık etme! Hakîkaten benim tarafımdan (ileri surulebilecek) mÂzeretin sonuna ulaştın!» dedi.” (el-Kehf, 74-76)
Bu sozu ile Hazret-i MûsÂ, artık ozur dileyecek hÂli kalmadığını anlatmak istemişti.
“Yine yuruduler. NihÂyet bir koy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak koy halkı onları misÂfir etmekten kacındı. Derken orada yıkılmak uzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. MûsÂ:
«–Dileseydin, elbet buna karşı bir ucret alabilirdin!» dedi.
HIZIR (AS) OLAYLARIN HİKMETİNİ ACIKLIYOR (Hızır) şoyle dedi:
«–İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin ic yuzunu haber vereceğim!»” (el-Kehf, 77-78)
“Gemi var ya, o, denizde calışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu hÂle getirmek istedim. (Cunku) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı. Erkek cocuğa gelince, onun ebeveyni mu ’min kimselerdi. Bunun icin (cocuğun) onları azgınlık ve nankorluğe boğmasından korktuk. Boylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin!” (el-Kehf, 79-81)
“Duvara gelince, şehirde iki yetim cocuğun idi; altında da onlara Âit bir hazîne vardı; babaları ise, sÂlih bir kimse idi. Rabbin istedi ki,[2] o iki cocuk guclu cağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazînelerini cıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin ic yuzu budur!” (el-Kehf, 82)
HAZİNE İLE İLGİLİ BİR RİVÂYET Ebû Zer -radıyallÂhu anh- ’dan rivÂyete gore duvar altındaki hazîneyle alÂkalı olarak RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurmuştur:
“AllÂh TeÂl ’nın kitÂbında zikrettiği «kenz: hazîne» altından yapılmış duz, puruzsuz bir levhadır ve orada şunlar yazılıdır:
«Kadere inandığı hÂlde uzuntu ve bitkinlik icinde olana şaşarım. Cehennemi hatırladığı hÂlde gulen kişiye de nicin guldu diye şaşarım. Olumu andığı hÂlde gaflette olana da şaşarım. LÂ ilÂhe illÂllÂh, Muhammedun RasûlullÂh.»” (İbn-i Kesîr, Kısasu ’l-EnbiyÂ, s. 424)
LEDUN İLMİNİN OZELLİKLERİ Demek ki, başka ilimlerde oğrenmenin yarısını oluşturan suÂl, bu ledun ilminde yasaktır. Burada talebenin nefsi, faÂliyetten cok kÂbiliyette hazırlanacaktır.
MeselÂ, Mîmar Sinan ’ın ilmî kudret ve kÂbiliyeti, SuleymÂniye CÂmii inşÃ‚sında calışan butun sanatkÂrlardan ustundur. Bununla birlikte Sinan ’ın, o cÂmîdeki bir mermerci kadar mermer işleme sanatını bilmemesi, onun icin bir kusur olamaz. Cunku o sanatkÂrlar da Sinan ’ın tÂlimÂtı altındadır. Mermer sanatını işleme inceliklerini ondan oğreneceklerdir.
Gercekten, ulu ’l-azm bir peygamber olan Hazret-i Mûs ’nın, Hızır ’a ledunnî ilmi tahsîl icin gonderilmesi, cok cÂlib-i dikkattir. Mûs -aleyhisselÂm- icin, ledunnî ilmi bilen bir kişiden bu ilmi tahsîl etmek bir nakîse değildir. Bununla, Hazret-i Mûs ’nın her şeyi bilen bir peygamber olmadığı, AllÂh ’ın ilminden kendisine verilmeyen ilimlerin de bulunduğu anlatılmış olmaktadır. Ayrıca bu ilmin, kendisinden daha aşağı mertebedeki Hızır vÂsıtası ile verilmesi de, peygamberlerin dahî ilÂhî ilim karşısında acz icinde bulunduklarını bildirmektedir. Diğer bir hikmet de şudur ki, Hazret-i Mûs ’nın ve Hızır ’ın sÂhip oldukları muşterek ilim, gelecek olan “Zu ’l-CenÂhayn”in, yÂni duny ve Âhiret ilmine sÂhip olan Hazret-i Muhammed Mustaf -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in kadrinin yuceliğini ve makÂmının en mukemmel makÂm olduğunu telkîn etmektedir.
Hızır -aleyhisselÂm- kıssası, aklın, hÂdiseleri ve vukûÂtı, ancak sebeplerle duşunup kavrayabildiği gerceğini de cok acık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sebepler ve bahÂneler kaldırılınca, akıl, acz icinde kalır ve hikmeti kavrayamaz.
Ote yandan, Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm- şerîat sÂhibi bir peygamberdir ve onu tatbîk ile mukelleftir. Hızır -aleyhisselÂm- da, AllÂh ’ın kendisine vermiş olduğu ledunnî bir ilimle hareket etmektedir.
Mûs -aleyhisselÂm- ’ın Hızır -aleyhisselÂm- ’a îtirÂzı, şer ’î hudutları gozetme hassÂsiyetinden kaynaklanmaktaydı. Zîr zÂhirle mukellef olan Mûs -aleyhisselÂm-, hÂlin, yÂni icinde bulunduğu zamanın ilmine vÂkıftı ve hÂdiseleri bu ilme gore muhÂkeme ediyordu.
Ledunnî ilme sÂhip olan Hızır -aleyhisselÂm- ise, istikbÂle vÂkıf olduğu icin Mûs -aleyhisselÂm- ’a kader tecellîlerini seyrettiriyordu. Dolayısıyla Hızır -aleyhisselÂm- ’ın davranışlarıyla, ona îtirÂz eden Mûs -aleyhisselÂm- ’ın davranışları, ilm-i ilÂhîde herhangi bir tenÂkuz arz etmemektedir. Hızır -aleyhisselÂm-, sÂdece aklın muhÂkeme şartlarını aşan bir ilmin îcaplarına gore hakeret ediyordu.
Demek ki, kÂinÂtta aklın hudutları dÂhilinde kavranamayacak hakîkatler de bulunmaktadır. O hÂlde hakîkat arayışında sırf akla istinÂd etmek doğru değildir. Gozun bir mesÂfeye kadar gorebilmesi, kulağın da yine belli bir mesÂfeye kadar işitebilmesi gibi, aklın da hÂdiseleri ve hakîkatleri kavrayabilme hudûdu vardır. Aklın hudûdu aşılınca, idrÂk mutlak bir acze duşer. Bu durumda gonlun Hakk ’a teslîm edilmesi îcÂb eder.
Nitekim İmÂm-ı GazÂlî Hazretleri de, akılla ilÂhî sırlara lÂyıkıyla vÂsıl olunamayacağı kanÂatine vararak, aklın otesine kalbî hayatla gecmenin zarûretini gormuş, ancak bu şekilde mutlak hakîkate vÂsıl olunabileceğini ifÂde buyurmuştur.
GazÂlî Hazretleri, buyuk eseri “TehÂfutu ’l-FelÂsife”de, feylesofların felsefelerini curuterek aklın Âcizliğini ortaya koymuştur. Kendi mÂnevî hÂlini de şu şekilde ifÂdelendirmiştir:
“Aklımı gerdim; yırtılacak dereceye geldi ve onun bir noktadan sonra mutlak Âcizliği ile karşılaştım. İdrÂk ettim ki, ilÂhî sırları kavramak icin, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in rûhÂnî fuyûzÂtına nÂil olmaktan başka cÂre yoktur!
Hak TeÂl ’ya du ve ilticÂlarda bulundum. Tefekkur, riyÂzÂt ve zikir gibi mÂnevî terbiye netîcesinde rûhÂniyet-i RasûlullÂh ’a kavuştum ve kurtuldum.”
HIZIR (AS) KISSALARINI AKIL İLE MUKAYESE ETMEK Nitekim Hızır kıssasındaki hÂdiseler, akılla tahlîl edilirse;
Geminin delinmesi, zÂhiren sÂhiplerine karşı haksızlık ve zulumdur. Hakîkatte ise fukarÂnın gecim vÂsıtası olan geminin zÂlimler tarafından gasbına mÂnî olmaktır.
Yine zÂhiren, gencin oldurulmesi, bir cinÂyettir; hakîkatte ise, sÂlih ve sÂliha olan ebeveynin ve hatt oldurulen gencin Âhiret hayatlarının korunmasıdır.
Yine zÂhiren kendilerini tardeden bir koydeki yıkılmak uzere olan duvarın tÂmir edilmesi, mantığa terstir; hakîkatte ise, iki mazlum yetîme Âit emÂnetin muhÂfazasıdır.
Bu hÂllerin sırları, ancak ledunnî (kalbî

BuhÂrî ’de bu kıssa ile alÂkalı olarak şu meÂlde bir hadîs-i şerîf bulunmaktadır:
“AllÂh İmrÂn oğlu Mûs ’ya rahmet etsin! Eğer sabredebilseydi, daha nice acÂib ve garÂib hÂdiseleri Hızır, O ’na oğretecekti.” (BuhÂrî, EnbiyÂ, 27; Ahmed bin Hanbel, V, 118)
MevlÂn -kuddise sirruh-, ledunnî ilmin bir nasîb işi olduğunu ve bunun ancak kalbî istîdÂdı olanlara lutfedildiğini bir misÂl ile ne guzel ifÂde eder:
“Ya ’kûb ’un, Yûsuf ’un yuzunde gorduğu fevkalÂdelik, kendine mahsûs idi. O nûru gormek, Yûsuf ’un birÂderlerine nasîb olmamıştı. Kardeşlerinin gonul Âlemi, Yûsuf ’un hakîkatini gormekten ve anlamaktan uzak idi.”
“Rûhun gıdÂsı aşktır. Canlarınki ise aclıktır.”
“Ya ’kûb ’da Yûsuf ’un bir cÂzibesi vardı. Bundan dolayı, Yûsuf ’un gomleğinin kokusu, O ’na cok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gomleği taşıyan kardeşi ise, o kokuyu duymaktan mahrûm idi.”
“Cok Âlim vardır ki, irfandan nasîbi yoktur. İlim hÂfızı olmuştur da, AllÂh ’ın habîbi olamamıştır...”[3]
[1] Bkz. BuhÂrî, Tefsîr, 18/2, 3, 4; EnbiyÂ, 27; Muslim, FedÂil, 170/2380.
[2] Hızır -aleyhisselÂm- bu uc hÂdisenin hikmetini anlatırken “Onu kusurlu hÂle getirmek istedim”, “Boylece istedik ki”, “Rabbin istedi ki” diye uc farklı fÂilden bahsetmiştir. Mutasavvıflar bu ifÂdelerin, evliyÂnın uc değişik tasarruf şekline işÃ‚ret ettiğini soylerler.
Birincisi, CenÂb-ı Hakk ’ın velîsini tasarrufta serbest bırakması, onun istediği şeyi yaratmasıdır. Buna şu hadîs-i şerîf de delil getirilmiştir:
“AllÂh TeÂl ’nın nice sacı-başı dağınık, kapılardan kovulan, îtibar gormeyen kulu vardır ki, bir şeyin olması icin yemin etse, AllÂh o şeyi tahakkuk ettirir.” (Muslim, Birr, 138/2622)
İkincisi, kulun irÂdesinin AllÂh ’ın irÂdesine uygun duşerek bir tasarrufun gercekleştirilmesidir.
Ucuncusu de AllÂh ’ın irÂde buyurması ile tahakkuk eden tasarruflardır.
[3] Bu mevzuyla ilgili olarak tafsîlÂtlı bilgi icin bkz. Osman Nûri Topbaş, ÎmÂndan İhsÂna TASAVVUF, s. 341-368.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-2, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan